Taksim’i cazip kılan, sadece politik birikimi değildi. Sembol diyerek kestirip atmayalım. Evet omurgasını koca metropolün doğu ve batı uçlarından kopup gelmiş sanayi proletaryasının oluşturduğu emekçi sınıflar, müteffikleri ve siyasi varoluşlarını onlarla birliktelikleri ile tanımlamış sol siyasi gruplar, kitlesel kimliklerine bu meydan üzerinde kavuşmuşlardı, hatta Ecevit bile 70’lerin başında zamanın Allende’siyle bu meydandaki mitingleri sayesinde eşleşmişti. Ama kitleler böyle yığılmadıklarında da içlerindeki her renkten, sınıftan, cinsiyetten ve alt-kültürden tekiller olarak her mevsim, her saat burada bulundular, politik hafızayla, kozmopolitliğin bu içiçeliğiydi esas cazibenin kaynağı, zaten tam da bu içiçelik nedeniyle. Fatih külliyesi avlusunu mekân bellemiş sağ görüşten sivillerden ziyade her türlü otoriter ve sağ iktidarın başlıca hedefi oldu, zaten o nedenle siyasi görüşte değil, varlık biçimindeydi ayrılığın hattı. Nasip bu iktidaraymış, yokeden de onlar oldu hem de kentleşme tarihine geçecek bir ironiyle İstanbul’un üzerinde her saat en çok yaya barındıran boşluğunu “yayalaştırma” hedefiyle, dalış-çıkış duvarları ve semt işi küçük parklarda hevesini alamamış amatör peyzaj memurlarının çizgileriyle doldurmak üzere yok ettiler, ediyorlar. Yeterince ağıtı yakılmadı, kendi parçası Gezi’nin gölgesinde kaldı. Daha 1934 Prost planıyla dev metropolün orta noktası olmasına karar verilmişti zaten. Ancak bir yerin gerçekten de planda üzerine yazıldığı gibi olması için planı yaptıran yönetimin seferber edeceği kaynaklar yetmez, bir de zamana, demek ki yaşanmışlığa yani tarihe ihtiyaç vardır. Taksim de onu merkez yapma kararını alanların hiç de hesaba katamayacakları hatta istemeyecekleri şekilde, sonunda nihayet dayanışmayı ve talepkâr olmayı öğrenmiş bir kitlesel bloğun siyasi dönüşümünün sahnesi haline geldikten sonra olabildi gerçekten de koskoca metropolün göbeği ve nabzı. 1960-80 civarlarında sol ve emekçi sınıflar kendilerini meşrulaştırırırken bu görünürlüklerini ve duyulurluklarını bu sahneye borçlu oldular. O 30’larda boşalmış şekilsiz boşluk da üzerinde sahnelenen bu oyunun hafızası olarak kışla ve ahırların moloz artığı olmaktan kurtulup bir yer haline geldi, hem de ne yer, iki taraftan çekiştirelerek yüz kilometreye varan bir lineer doluluk hattının odak noktası ve nabzı olan bir yer. Öyle ki o kitle toplanıp dayanışmadığında da yalnız olanlarınının kapağı yine oraya attıkları mıknatıs misali bir çekim alanı.Öte yandan da eğri oturup doğru konuşalım, pek de şekilsiz bir boşluktu. Evet her meydandan bilge kent tarihçisi Lewis Munford’a “Dünyanın en güzel salonu” dedirten, olağandışı büyüklüğünü bile neredeyse bir iç mekân titizliğiyle dekore ederek kuşatmış Venedik’deki Piazza San Marco gibi uçarı-kaçarı olmayan bir zarafet ve ölçülülüğü bekleyemeyiz, hatta çarpıcılığını ortaçağın tüccar ve zanaatkâr orta sınıflarının özentiden arınmış, sivil toplum medeniyetinin tortusu olmaktan alan Siena’nın Piazza del Campo’sunun içten davetkârlığını da… Hele Floransa Rönesansının hesap-kitapla mütevazılığın biraradalığının kanıtı Annunziata meydanının cana yakın hassasiyetini haşa. Ama yine de yeni düzenlenmiş haliyle bile Berlin/Alexanderplatz, Paris/Place de la Concorde Viyana/Karlsplatz, Londra/Trafalgar misali en biribirsizlerinden ve karaktersizlerinden olmak zorunda da değildi herhalde. Viyana Karlsplatz’ı boylu boyunca geçmek üzere çeşitli inşaat manialarını aşmaya çalışırken orada epeyce yaşamış bir arkadaşım, “Burayı sürekli yapmaya çalışırlar ama bir türlü olmaz!” demişti. Şekilsizliğin bir başka alameti farikası da bu galiba, ellendikçe daha da bozulmak. Taksim de boşaltıldığı 1930’lardan beri yapıldıkça yamula-şekilsizleşe bugüne geldi ve sonunda nihai darbeyi de yedi. Viyanalılar açıldığı, Ringstraβe operasyonundan beri şekle sokamadıkları Karlsplatz’ın günün birinde iyice boşalıp Concorde’vari ıssız bir boşluğa ya da yeni Taksim gibi bir yol kavşağı örtü betonuna dönüşmeyeceğinden eminler. Biz sıradaki sakarlığı ve gafı bekliyoruz… Peki kıymetli anı ve sosyal izlerle dolu bu alanın hiç mi elle tutulur sahiplenilir maddi/mekânsal tarafı yoktu? Vardı tabii, ilki bu şekilsizliğe verdiği derinlikle belli-belirsiz bir sınır çekip Gezi parkı idi, diğerleri de dalış-çıkış duvarlarıyla kapanmakta olan (V) şeklinde meydana ilişen İstiklal, Sıraselviler caddelerinin meydanda buluşan derinlikleriyle, Cumhuriyet Bulvarı Gümüşsuyu ağızlarıydı. Bir de yine kozmopolitlik kadar demokrasi talepli kitleye de düşman kör bir bombanın içinde İstanbul’un önemli kültür simalarından Onat Kutlar’ın da olduğu aydınların imha edildiği meydana cep gibi bitişen terasıyla Marmara Café. Bildiğim, hafızalarda haklı yer etmiş iki röperi daha vardı bu şekil-şemali belirsiz boşluğun, biri önü bir süredir karakola çevrilmiş su Taksim deposunun meydanı kısa kenarından belirsizce sınırlayan çeşme işlevli taş duvarı, hayır onun önündeki neresinden bakılsa resmi ve tek şansını birlikte tasarlandığı Cumhuriyet Bulvarı’ndan koparak onu nihayetlendiren münasebetsiz bir nokta olmaktan kurtuluşuna borçlu olan, ama ne yaparsa yapsın son kertede resmi zevat gösterisi ve devlet işi heykel asla değil, bir de AKM’nin önündeki taşlık.Özene-bezene tasarlanmakla da kalmayıp meydanda salınanlar kullandıkça da binanın uzantısı olmaktan meydanın kişilikli bir sınır eşiğine terfi ettirilmiş olan o taşlık. Ayırdediciliğini dört tarafından birden sınırlanarak almış bu terfii, bir kenarı zaten malum AKM, ikincisi Gümüşsuyu tarafındaki serbest duvar, binanın içine de girip, gişeleri ayırıyor. Mete caddesine bitişik kenar arkaya doğru dönerken çeşitli açık alan unsurlarını bünyesinde toplayan saçağın arkaya kıvrılan parçası, nihayet meydana bitişik kenarını da yine yerinde bir hamleyle düşürülmüş zemin kotu sınırlıyor. Zaten üç kenarından da düşük meydan kotundan, böylece su deposunun çeşme-duvarının karşı kısa kenarını da diğerleri gibi sağa-sola savrulmaktan kurtarıp tanımlı bir kenara dönüştürüyor.Bu saatte artık en korkulacak şey kestikleri ağaçları telafi edeceklerini zannederek bu kez de meydanın biri tasarım işi, diğerleri akıllıca kullanımın; bir meydanın kişiliğini derinleştiren son üç ele gelir unsurunu da konu haline bile getirtmeden alaşağı etmeleri; su duvarı-çeşme ve taşlığı bekleyen tehdit, yerlerine ve kıyılarına hesapsızca dikilecek yeni ağaçlar olacak gibi… Café’ye özel muameleye bile gerek yok. Bu hızla açık hava keyfi önüne uğursuzca dikilen içki yasağını genişletecek bir yol nasılsa bulurlar, ama taş duvarı ve taşlığı en azından konu haline getirerek, birinin önünde diğerinin üzerinde durarak, her ikisinde de buluşmaya devam ederek, yani kullanarak savunabiliriz, böylece şimdiden AKM’yi savunmanın kıvılcımı da yanmış olur belki, niye herkes birden mesafeli ve resmi bulup hasım bellemişti hiç anlamamıştım. Opera binaları, haydi Viyana ve Berlin’i geçtik, sivillerin en sivili Amsterdam’da ve hatta akılcı bir soyutlamadan süzülse bile onun karşı yakadaki adaşı New Amsterdam’da, yani sonraki ismiyle New York’ta dahi bile-isteye mesafeli bir çehreyle yapılmamış mıdır? Neo-klasisizm de bu elit mesafenin makyajından başka nedir ki zaten? Üstelik bir de Amsterdam’ın son dönem liman projeleri serisinden müzik holü de var. Haydi çehresi neo-klasik değil belki ama postmodern şekil gramerlerinin de sicilleri onun üzerine kurulmasa da mesafe koymaktan tamamen azade olmadıklarının kanıtından başka nedir ki? Bunların yanında AKM’nin siyah cephe konstrüksyonunun solarak grileşmesinden öte ne günahı olabilir ki? Kaldı ki Perret’in ilk projesiyle kıyaslanınca Tabanlıoğlu’nun bu binayı resimlerle örneklediğim emsallerine benzeyip kibirli ve mağrur bir ifade takınmaktan nasıl özenle koruduğu ve yarım asır sonrasının kitleselleştirmeyle beraber yalnızlaştırma potansiyelini de taşıyacak bir metropolün kendisini de barındıran anonim aidiyet merkeziyle ikisinin de kazanma ihtimali olmayan bir kör dövüşüne tutuşmaktan alıkoyduğu görülecektir. Dahası resmi ve bürokratik işletme anlayışı nedeniyle hiç kullanılamamış bir başka potansiyeli daha vardı binanın; maketin kesit aracılığıyla aşikâr kıldığı bu özellik, opera binalarının dekorasyonla iyice altı çizilip belirginleştirilen ve cephelerinden bile ağdalı ve kibirli yerleri olan fuayelerini, evsahipliği yaptığı kitlesellik kadar yalnızlığın da mekânı meydana cömertçe açmasıydı. İlginç olan, Tabanlıoğlu Jr.’un restorasyon projesi sürecinde bu özelliği açığa çıkarma gayretinin, kısacası gövdeleriyle meydana uzanan fuayeleri meydandan da kullanılabilen ceplere dönüştürmeye yönelik projelendirme yöneliminin önüne çekilecek setin sadece binanın bu özelliğini görmezden gelip yarım asırdır tıkayan bürokrat kurum ve pozisyonlarca değil, onlarla işbirliğini seçen sivil toplum kurum ve temsilcilerince de desteğini almış olmasıdır. Daha da ilginç olan çekilen setin hukuk kurumlarından da güvence beklemiş, gerekçesinin de “[kültür varlığını] koruma” olmasıdır. Berlin’in Reichstag’ı misali nice badireler atlatmış yarım asırlık binanın başlıca korunacak özelliği olarak hiç kullanılmamış bir özelliğinin seçilmesi ve bu uğurda resmiyetle sivilliğin işbirliği, belediyenin en çok yaya olan yeri yayalaştırma projesiyle yoketmesi kadar ironik değil de nedir? Sonuçta sivillere kucak açmaya elverişli ve açık bir opera binası ya kötü kullanıp ticarileştirirlerse diye bizzat sivil toplumun dinamiklerine karşı korunmuştur. Ama unutmayalım, önce önündeki taşlık, çünkü öncelikli tehdit ona… Sadece ağaç düşmanlığı başlarını derde sokar sanıyorlar. Haydi taşın yapılı çevre kültürünün temel bileşenlerinden oluşunu da geçelim ama en az ağaç kadar doğal da mı değil? Ağacı, taşı kullanarak, parka, caddeye sokağa dikerek, duvar yaparak, yere döşeyerek, kültüralize eden artifakta dönüştüren biz değil miyiz? Kent dediğimiz de bizim yaptıklarımızın birlikteliği değil mi zaten? Yine de “çiçek-böcek” deyip geçmemeli, Londra’da liman bölgesinin yeniden inşası sırasında nehrin med-cezirini kontrol etmek üzere orta yerine koydukları ağır teknolojik görünümlü metal setlerin hemen yanına yaptıkları (Londra usulü bir bitki örtüsüyle perdelemek amacıyla olmalı) Thames Barrier Park diğer unsurlardan ziyade bitki çeşitleri ve şekilleri kolajıyla tasarlanmıştır.İktidarı Gezi vakasında tuşa getiren ağaç kesmek olabilir ama bunu telafi etmek de “madem kestik dikeriz de!” demekle ve hatta bunu yapmakla geri alınabilecek kadar kolay şey de değildir. Ağaç dikmek de kent sözkonusu olduğunda son kertede bir tasarım işidir. Berlin müze adasında Schinkel’in müzesiyle katedrale doğru açılan ara mekânı ortalama insan cüssesine yukarıdan sınır koyarak tanımlayan ıhlamur ağaçlarıyla bezeli peyzaj düzenini bunca onyıla göğüs germiş şuurlu bir tutumun örneği olarak veriyorum. Berlin’in ortasından Spree’yi aşıp adaya geçenlerin kendilerini aniden merkezin en değerli objeleri katedral ve Schinkel’in müzesinin arasındaki Lustgarten’da (keyif bahçesi) bulmamaları için aradaki alanı bir hazırlık mekânına dönüştürmek üzere dahiyane bir buluş olarak tasarlanmış bu ıhlamurlardan müteşekkil şemsiye, bölmenin yegane aracının duvar olmadığının görkemli bir kanıtı. Orada birarada durmalarının mekânsal bir nedeni var; yönetimin herhangi bir sakarlığını örtbas etmek üzere orada değiller. Ama hiçbir yer kötü kaderden tamamen arınmış olmuyor. Bu dahiyane çözüm yaklaşık yüz yıl sonra 1960’larda başına geleceklerden koruyamamış kentin göbeğindeki bu adayı, orada da bürokratik devletin patavatsızlığı girmiş devreye besbelli, kentin sınırının yetersiz kaldığı bir noktada dikivermişler o kendi alameti farikaları münasebetsiz blokları. Schinkel’in müzesiyle bahçesinin dibine onlara serin ve ferah ışıklı bir geçiş aralığı diye biraraya getirilmiş ıhlamurlar seremoniyel işlevlerinin yanı sıra bir de bariyer rolü üstlenmişler böylece. Bloklar mecburen girmiş onların da dibine ama bu kez de kendileri görünmez olmuş, “bariyer işlevi için perdeleyeceğinin yüksekliğinde olmak şart değil, kolayı var” diyor yüz küsur yıldır bu kez ıhlamurlar. Nasıl ki şemsiyeyle yürürken yağan yağmura da bakamazsak, bunları da göremiyoruz, zaten görecek kadar yaklaşamıyoruz da. Haklarında uluorta konuşuyoruz da bu bloklar TOKİ’nin yap-sat inşaat kültürü artığı bloklarına kıyasla, modernizmin imbiğinden geçerken o hayallerin belli-belirsiz izlerini bile sırtlayıp basbayağı da mimarlık kültürünün beri yanındaymış gibi görünebiliyorlar.Zamanımız çoğu şeye yaptığını peyzajdan da esirgemedi ve onu da mecaza dönüştürdü, düşünmeden kullanıp geçtiğimiz “bitkiörtüsü” deyimindeki vurguyu bitkiden örtüye kaydırarak. Evet tıpkı bitkilerin belirli bir yeryüzü parçasını kaplama şekilleri gibi, ama bu kez sadece doğal unsurların değil, doğal ile yapayın birlikte kaplayışlarının şekli-şemali anlamını yükleniyor artık “peyzaj” sözcüğü. Orada bir koru, burada göl, şurada boy-boy sanayi zinciri, ötede kumsal, beride taş ocağı, hepsini birarada hesaba katmanın disiplini olduğunu iddia ediyor alanın öncüleri ve “landscape urbanism” koyuyorlar adını. Çevirmesi çok zor ama bana mecazi tarafına da vurgusu nedeniyle “peyzajımsı kentleşme” diye karşılanması yanlış gözükmüyor. Problemli tarafı bu disiplinin kastettiğinin esasen kentleşmenin türünden ziyade yeryüzüne yayılmış doğal ve yapay (kırsal ve kentsel) unsurları birarada okunma ve değerlendirilme yöntemi yani yaklaşım biçimi olması. Kentleşme yerine “şehircilik” (“kentçilik”) yerleşmediğinden çözüyor bu sorunu da. Küçücük müze adası bile böyle okunabiliyor; farklı binalardan oluşan müzeler zinciri, katedral, keyif bahçesi, ıhlamurlarla kurulmuş mini bir koru, üç yanını saran nehir, hatta nokta bloklar, bir de zamanında kentte bulunmasının yersizliği imasıyla verilmiş takma adıyla “şato”nun temel izleri. Yeniden ayağa dikilme çabasının Gezi (kışla) kadar değilse de Berlinlileri hatta Almanları ayağa kaldırdığı hayalet; ıhlamurlara dönersek, blokları perdelemekle de kalmayıp müzeyi kenarından da kuşatıp adeta ziyaretçiye eşlik ediyor bu ağaçlar. Ama kentsel tasarım doğal unsurların bilinçli ve amaçlı kullanımından ibaret de değil, eğer dediğimiz gibi farklı ögelerin birbirini gözetecek şekilde uyumlu kılınarak biraraya getirilmesiyse, tıpkı AKM’nin önündeki taşlık gibi yeryüzünü örten refüj, yaya ve şerit çizgileri, kaldırım, trafik ışığı, enformasyon tabelası vs. vs. Her şeye ihtimamın gösterilmesi ve bütünün parçası kılınması gerekir. Yol kaplamasının da tasarımı mı olur denmemeli. Bugün çizmeden kaçak antika misali çıkarılıp kıtanın orta yerine konmuş gibi duran Prag kentini ne tepesindeki hemen Kafka’yı düşündüren şato benzeri (adeta çağdaş akropol) yönetim kompleksi ne ünlü oyuncaklı çan kulesi, ne de ünlü Karl köprüsünün sembolize etmeye yetmezken, onların yapamadığını yapan yollara irisini, kaldırımlara küçüğünü, aralarına da bordür niyetine yekparesini döşedikleri, granit parke taşıdır.Koyduğum Prag afişine serpişmiş birkaç ortaçağ eviyle hatta ne Kafka’nın kendisiyle yetinildiğinin kanıtı. Kafka’nın kendisi kadar yarattığı karakterlerden biri de olabilecek esrarengiz adam ortaçağ evlerinin arasındaki yolun usta bir soyutlamayla ifade edilmiş parke taşlarının da üzerinde meçhule doğru bizden uzaklaşmaktadır. Temsiliyle yetinmemek üzere, bir de Karl köprüsü yer döşemesi fotoğrafı koydum. Ama tanıdık bir malzemenin doku oluşturarak ve yayılarak kazandığı temsil gücünden de ibaret değil mesele.New York’un ünlü Manhattan gridini ayakta tutan ve birbirini dik açıyla kesip duran onlarca bulvar ve cadde ağı cehenneme dönüşmek yerine binlerce yayayı ve aracı akışkanlıkları içinde dengede tutabiliyorsa, bunu büyük oranda zemin kotu disiplinini ısrarla tekrarlayan iradeye borçlu olmalı. Şaşmaz kavşak tasarımına bir örnek koyuyorum. Ama Manhattan’la kıyaslanamaz okunaksızlığı ve karmaşıklığıyla esasen bir gridler kolajından başka şey olmayan Los Angeles’te arabayı kullanan oralı arkadaşım, benim devamlı beklemekten sıkıldığımı anlayıp “şu kavşaklarda sağdan gelenin önceliği mutabakatı bir zedelense koskoca kent darmadağın olur kıpırdanamaz şekilde donup kalınır, doğal felaketten beter olur, bir daha da kimse toplayamaz” demişti… Deyince trafik polislerini, vazifelerini trafiğin akışkanlığını sağlamak değil araçların eksiğini yakalamak zanettiği bir dünyadan bakınca tuhaf bir hareketlilik şuuru bu. Daha Valikonağı –Teşvikiye caddeleri arakesiti düğümünü çözemeyip Taksim’e kadar tıkayan bir düğümle başa çıkılamayıp kusuru Taksim’de sanıp kırıp-döken yönetimden beklenemeyecek bir kavrayışın zemini bu… Mesele kıymetli ve prestijli malzemeden ibaret olmadığı gibi trafikle de başlayıp bitmiyor. Örneğin Roma; muhtemelen görenler bile farkına varmamışlardır, ama bugün Roma denince gidip gördüğümüz Barok katmanın tüm yolları, hatta kaldırımları asfaltla kaplıdır. Ama sertçe topuklu ayakkabıyla basınca ezilerek sıvılaşıp çöken, eksik malzemeli yumuşak asfalt değil tabii, taş gibi sertleşmiş mozaik kıvamında, homojen sımsıkı, simsiyah bir kaplama olarak asphalt. T. Williams’ın opera yıldızı Mrs.Stone’un aklını başından almaya meyyal bıçkın oğlanlarla Vespa motosikletlerinin üzerinde zik-zak yapan sereserpe kızlarin cirit attiği bu homojen asfalt yollarla kaldırımlar İtalya’yı İtalya yapan o toprak sıvanın envai-çeşit toprak tonuna o kadar yerli-yerinde bir zemin ve arka-plan oluşturuyor ki insan başka türlüsünü hayal bile edilemiyor… Yoksa kimin aklına gelirdi Roma ile asfaltı eşleştirmek? Demek, kaplamanın statüsü de değil mesele. Doğa deyince ağacı anlayanlar, yola-kaldırıma özen deyince de graniti akıllarına getirirler genellikle.Taksim’in son günlerinden fotoğraf yok elimde. Ama olsaydı göreceğimiz manzara telaşlı yayalarla arabaların birbirini keserek koşuşturmalarının yarattığı keşmekeşin resmi olacaktı. Yaya çizgisinin olduğu yerlerde araçlar, olmadığı yerlerde de yayalar olacak sürekli birinin diğerini kestiği için öncekinde de o ötekini kesecekti, ama zaten ne şerit ne de çizgisi bulunduğundan önünü boş bulanın kendi yolunu açmaktan başka çaresi de olmayacaktı.Oysa Nazmi Ziya’nın 40-50’ler civarı tablosuna bakınca ilk dikkati çeken hanımlanın şıklığından da önce ortalığın sükûneti olmuyor mu? Kılıklarına da uygun şekilde, aceleyle koşuşturmuyor bugün olsa podyuma bile çıkabilecek bu hanımlar… Üstelik otomobilin de acelesi yok, hedefine birkaç metre kalmış bir makam arabası edasında. Zaten ressamın ustalığı da korna sesi vs. olmayışının sessizliğini duyurmasından belli, çıt yok. Ama bu bir ressamın fantezisi gibi görülmemeli, aynı yıllardan iki de fotoğraf koydum; elele karşıya geçen anne, çocuğu ve polisin kendilerinden emin sükûnetleri hayret verici…Polisin şevkati ve yardımseverliği kadar esas görevinin trafiğin akışkanlığı olduğunu kavramış bir şuurun ifadesi olan yüzü hayret verici olan. Yoksa çocukla annesine şevkatin devri, zamanı olmuyor, insanlık halleri işte. Asıl fark, arkasındaki araba onları geçince mekanize takviyeli sesiyle “57 bekleme yapma! Sağa çek!” diye bağırmayacağının da belli olmasında. Sessizliğin sesi bu fotoğrafta da duyuluyor. Üçüncü resim farklı, bu sefer yayalar yola dökülmüş, ama yine telaş yok, dönen tramvay ve otomobiller de tehdit değil hâlâ sükûnet içi kalmış peyzajın parçası. Peki, kozmopolitliği değil miydi Taksim’in sahip çıktığımız başlıca özelliklerinden biri? Bu sükunet, x-milyonluk bir metropolün merkezinde olabilir mi? Artık geçip gitmiş bir sessizlik ve sükûneti özleyerek ne yapabiliriz? Evet doğru, ama bu tablo ve fotoğrafların sükûnet tasvirinden öte bakılacak yanları da var. Yoksa dünyanın en gürültülü cadde ve bulvarlarının bulunduğu New York’dan örnek resim koymak abes olurdu. Bilenler, aradan flatiron’un da göründüğü fotoğrafdaki 5. Cadde – Broadway kavşağının cehennemi gürültüsünü de işitmişlerdir. Ama o tabloyla iki fotoğrafın tasvir ettiği bir şey daha vardı, benim, sıfır kotu tasarımı dediğim, şerit, yaya çizgisi, refüj kaldırım vs’nin disiplinli biraradalığı, o son fotoğrafdaki üzerinde İş Bankası kumbaralı saatin olduğu refüj sırf tramvay ve otomobilleri değil, yola taşmış bile olsalar yayaları da dökülüp-saçılarak savrulmaktan kurtarıp birarada tutuyor sanki. Dönemin tanıkları kumbarayı hatırlıyor, buluşmak için bir taş duvarın gölgesine ya da taşın güvenli zeminine ihtiyaçları yokmuş. Bu kırılgan refüjün üstü ve saatli kumbaranın altı yetiyormuş randevu vermeye. Eğer sorun yayaları, şoförleri ve polisiyle insanların bilinci ve terbiyesi olsaydı, “eğitim şart!” deyip geçecektik ama ötesi de var, sorunu insanların disiplinsizliği ve meydanın kozmopolitliği zannedenler yok yere yıkıp geçtiler hafızasıyla birlikte metropolün enerjik kalbini ya da jeneratörünü. Oysa “çiçek-böcek” diye adlandırılamayacak itinalı bir tasarım, hatta belki sırf düzgün çizilmiş şerit ve yaya çizgileri bile yetecekti o devasa boşluktan tatminkâr bir kentsel mekân elde etmek için. Tersine, koca yorgan birkaç pire için yakılıp kül oldu bile. Geriye uzak araları bomboş bir taş duvarla taşlık, arada bir de kahve kalırsa ne âlâ, ama proje diye basına (sızdırılmış değil) sunulmuş perspektifler bir projeye ait olmaktan ziyade, ne olsa benzerlerini çizen perspektifçilere ait gibi duruyor. Sözcüğün ne eski ne de yeni anlamıyla orada özenle sarlanmış bir peyzajdan sözetmeyeyse daha çok var herhalde. Taş duvarla döşemeye bile razı olacağız bu gidişle oradaki kollektif yaşantımızın son anlamlı hatıraları olarak. Yeter ki Taksim’in başına gelenlerden o perspektifçiler sorumlu tutulmaya kalkışılmasın.İlginç bir manzara bu; su Taksim deposu üzerinden çekildiği anlaşılan fotoğrafın tasvir ettiği. Besbelli kışlanın diğer kanatları ve yerini boşluğa bırakacak ahırlar yeni yıkılmış, uzakta Mete caddesinin başlayacağı yerde Ayas-Paşa mezarlığının son izi ağaçlar, bir hüzün var, yitip gidenlerin arkalarında bıraktıkları hüzün. Ama bu hüzünle zıt birşey de var karenin içine yerleşmiş; resmi erkân intizam içinde saf tutmuşama hüznün hemen çağrıştıracağı gibi cenaze töreni de değil bu, bir şeyi kutlamaya hazırlanıyorlar; en azından gururla yapacaklar yapacaklarını. Artık biliyoruz ki tam o etrafına dizildikleri boşluğa heykel gelecek, evet, sonla başlangıç aynı karede; kışlanın diğer kanatlarıyla ahırları gitmiş, yerlerini Cumhuriyet İstanbulu’nun sembolü olacağı varsayılmış meydan alacak ve o sembol projesinin en aşikâr işareti yerleşmek üzere, varsın o projede hiç öngörülmemiş emekçi sınıfların kitlesel ve tekil mekânı olsun ileride. Kent de hayat gibidir kaç[y]ıverir elden sabun misali…Orhan Koçak “Kopuk Zincir” (1) kitabına da aldığı ‘Issız Koylar Anday’da Bir Motifin Oluşumu’ denemesinde şairin kullandığı bu imgenin çözümlemesini yaparken bu ıssızlığın “henüz” mü, yoksa “artık” mı olduğunu, yani koyun dolmamış mı, yoksa boşalmış mı olduğunu aynı imgenin Cevat Şakir’deki kullanımıyla kıyaslayarak saptamaya çalışır. ‘Issız doğa, insan eylemlerinin hazırlanmakta olan sahnesidir Balıkçı’da’ ıssızlığın “henüz” ve daha dolmamışlığa meyleden [C.Ş.K] vurgusunun birazdan oluşacak (daha yaşanmamışlık durumu) ortamın coşkusundan da hız almakla hamasi doğa tasviri ve övgüsüne yatkınlığına karşı diğerinin (yani “artık” ve boşalmışlığa meyleden [M.C] vurgunun da oradaki (yaşanıp bitmişlik durumu) hüznü ortaya çıkarıp dile getirmeye yatkın olduğuna işaret etmiş olur. Peki, şiir değil fotoğraf olan buradaki tasvire bu perspektifle ne diyebiliriz? Galiba “hem o hem bu” yani ikisi de “artık boşalmış” ama henüz dolmamıştır da bir değişim vardır. Sabah erken kalkıp denize girip coşkuyu tadanlar koydan ayrılıp ıssız bırakmışlardır ve sonra yeni bir parti denizsever gelip bu ıssızlığı yeniden coşkuya boğacaktır. Her iki tasvirde de bulunmayan bir aralıktır bu fotoğrafta tasvir edilen devir teslim töreni eskinin anısına sahip çıkan olmadığından böyle tek taraflı ve rakipsiz olabilmiştir bu tören. Oysa yenisi daha şimdiden çok kanlı oldu, çünkü değişimi örgütleyenler bu kez rakipsiz değillerdi ve kale de boş değildi, koya ilk gelenler kendiliklerinden çekip gitmeyip sonra gelen projeci ikinci partinin orantısız şiddetine ve orantısız gücüne maruz kaldılar sanırım yaşamakta olduğumuz değişimin buna benzer bir fotoğrafı olmayacak, çünkü her şey olup-bitti bile. Buradaki molozun yerinde tomaların ekskavatörlerin enkaz fotoğrafları, törenin yerinde de orantısız şiddet mağduru genç cansız bedenlerin cenaze törenleri aldı. Üstelik yine buradaki gibi o son kanadı kalmış kışlanın yerini ileride canlar pahasına korunacak bir parkın almayacağını da biliyoruz. Sayısı üçe çıkmakta olan havaalanlarından getirilimiş ıssız bir pist boşluğu kalacak geride. Sonra çekilecek fotoğraftaki muhayyel pistin artık boşaldığını mı, yoksa henüz dolmadığını mı tartışma
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik