Ankaralılar bir süredir Gar’ın önünden geçerken sarsılıyor; uğursuz yere göz ucuyla bakarken bir yandan da farketmeden hızlanarak oradan uzaklaşıyordu. Patlamanın yaşandığı yerde, o günden beri tek bir insan bile görmek mümkün olmuyordu. Sadece fotoğraflar ve giderek azalan karanfillerle meydan adeta yaşama kabiliyetini kaybetmişti.
Gar’ın önünden her geçişte insanlar ölümün buz gibi soğukluğuyla yüzleşiyor; onca yitip giden hayatın acısının kıyısından “öylesine” geçip gitmenin suçluluğunu duyuyordu. Sonra kızgınlıkla karışık bir anlam verememezlikle sorular soruyor, öfkeli yorumlar yapıyor, her tarafın karmakarışık olduğu bir zamanda yaşamanın ağırlığını hafifletmenin yollarını arıyorlardı. Ve hemen arkasından birçok insan, küçük bir köyde kendi halinde yaşamak varken ne diye bu garipliklerle dolu dünyanın kahrını çekip durduklarını soruyordu.
Ne acı ki şimdi buna bir de Merasim Sokak eklendi. Her geçişte içimizi karartacak bir “kara nokta” daha…
Elbette ateş en çok düştüğü yeri yakıyor. Ölüp gidenlerin acıları, aileleri için ne büyük bir felaket. Gencecik kadınlar, küçüçük çocuklar bitmeyen bir yasla hayatın geri kalanını tamamlamaya çalışacak. Toplum ise çoğu kez geçmişte kaybedilenlerden çok gelecekte olacaklara dönük olduğundan, yası o kadar uzun sürmüyor. Çareler, çözümler, yeni tedbirler bulmak daha acil bir ihtiyaca dönüşüyor. Psikolojik bir travmanın üstesinden gelmeye çalışılıyor.
Toplum açısından, bu tür terör olaylarının asıl etkisi çoğu kez fiziksel olmaktan çok psikolojiktir. Somut acılardan çok soyut bir tehlike içinde olmakla başetmek daha belirgindir. İnsanlar, böylesi bir hadisenin kendi başlarına da gelebileceği ihtimalini düşünseler de — ne iyi ki — buna tam olarak inanmazlar. Hayatın çağrısı ve yaşama arzusu böylesi bir ihtimalin gerçekleşme ihtimalinden her zaman daha güçlüdür. Cesaretimiz ve hiçbir şey olmamış gibi yaşayabilmemiz, bu tam olarak kaynağını bilemediğimiz içsel gücümüzden gelir.
Terörün bilinmezliği, içimizdeki tam olarak kaynağını bilemediğimiz bu güç karşısında her zaman daha zayıftır. Bunun tersi olduğunda, yani bir yerlerden tesadüfen gelip geçerken bir terör eylemine maruz kalma ihtimali yaşama arzusuna baskınsa, ülke topyekün bir savaşın içinde demektir. Devlet inandırıcılığını ve sıradan insanların gözündeki “yıkılmazlık” gücünü yitirir. Böyle yerlerde insan psikolojisi yaşama arzusunu ve hayatta kalma gücünü kaybeder. Tek çıkar yol savaşmak ve bu başedilemez duygudan kurtulmak için öldürmek olur.
Ölen öldü, yaralananlar hastanelerde, ama toplumun hafızası yaşanan hadisede terörize oldu bir kere. Bunu yok farzedip Merasim Sokaktan her geçişinde hiç bir şey olmamış gibi davranması artık mümkün değil. Hafızanın terörize olması, büyük bir korkuyu “sürekli” kılacak şekilde içinde tutmasıdır ve bu, gerçekte yaşanan dehşetin yarattığı korkudan daha büyüktür. “Burada hiç suçu günahı olmayan 30 insan öldü [genellikle zamanla ayrıntılar yok olur, sayılar yuvarlanarak hatırlanır], eve gitmek üzereyken, eşleri ve çocukları sıradan bir günün akşamında yemek hazırlama telaşındayken” diyen bir ses; hafızadan silinemeyen, her sıradan olanın içine bir ürküntü ve tedirginlik katacak olan acı bir ses, içimizde fısıldayıp duracak uzun süre. Birşey yapmalı, böyle olmaz diyeceğiz belki, ama bu soruyu cevaplamak kolay olmayacak. İnsanlar birbirine şüpheli gözlerle bakacak. Merasim Sokak bizi tedirgin edip güvensizleştiren bir yer olarak aklımızda kalacak.
Bu tür durumlarda sübjektif güvenlik ihtiyacı objektif güvenliğe her zaman baskın gelir. Objektif güvenlik, genellikle fiziki, çevresel, elle tutulur bir güvenlik içerisinde olma halini ifade eder. Oysa sübjektif güvenlik, psikolojik bir güven ve emniyet içinde olma hissidir. Objektif anlamda güvenlik içerisinde olduğunu bilmek, sübjektif olarak kişinin kendini güvende hissetmesi için yeterli değildir. Sübjektif güvenlik, güçlü insani ilişkilerle oluşur. Çevresel koşullar güvensiz olsa dahi, insan eğer güçlü dayanışma ilişkileri içerisindeyse, sübjektif anlamda güvenli hissedebilir. Bunun tersi de mümkün; her türlü çevresel tedbirler alınsa ve kamu kurumları üzerine düşeni harfiyen yerine getirse bile, insan işin bireysel sübjektif yanını göremediğinde, istenen amaç oluşmayabilir.
Türkiye’de güvenlik bürokrasisinin geleneksel çalışma tarzı, “objektif güvenlik” odaklıdır. Güvenlik çoğul olarak; fiziki güç ve kamu gücüyle “dışarıdan” sağlanan bir şey olarak algılanır. Halkla güçlü bir “dayanışma” ilişkisi kurulmaya çalışmak yerine, bir “ilişkisizlik” ya da “asgari bir ilişki” eğilimi gözlenir. Güvenlik alanı toplum için bir tür “girilmez bölge” gibidir. Kerhen ve baştan savmacı, karşı tarafı önemsizleştiren ve kimi zaman hiçe sayan bu bakıştan hareketle, bir yerde toplumun çoğunluğu güvenlik içerisindeyse, bireysel olarak kendisini güvensiz hisseden insanlar dikkate alınmaz.
Oysa çoğul güvenlik, her zaman tekil eylemlerin görülememesi riskini barındırır. Burada toplum, bireylerden oluşan bir topluluk olarak değil, devletin muhayyilesinde kurguladığı “çoğul bir kimlik” gibi düşünülür. Bunun tersini yapabilmek için, devlet açısından ne zaman, ne yeterince eleman, ne de imkan vardır. Fakat asıl mesele, bunu sağlayacak bir bilincin ve buna dönük daha demokratik bir güvenlik yönetiminin olamayışıdır. Güvenliği çevresel olmaktan çıkarıp bireysel alana çevirmek, devletin güvenliğe ilişkin bakış açısında yapısal ve kökten bir değişikliği gerektirir.
Devletin geleneksel çalışma tarzında, yasaların uygulanarak adaletin hayat bulmasından çok, suçla ve suçluyla mücadele esas alınır. Suçla bir biçimde ilişkili kesim toplumun diyelim yüzde 5’ini oluşturuyorsa, geriye kalan “masum” yüzde 95’e bu küçük yüzde üzerinden bakılır. Şüpheli, kirli ve güvensizleştirici bir mercektir bu. İnsanları “olağan şüpheli” kılan ve bireysel güvensizlikleri önemsizleştiren bir tutumdur.
Yasalardan, adalet düşüncesinden ve toplumun hukukla kurduğu ilişkiden bağımsız bir suç mücadelesi, bu işi yapanları hem işine hem topluma yabancılaştırıcıdır. Bu yabancılaşma, sıradan insanların bireysel olarak kendilerini güvende hissedebilmeleri için gerekli olan güven ve dayanışma ilişkisininin tersine bir durum doğurur. Kurumları ilk bakışta etkin ve başarılı gibi gösteren bir çalışma tarzı olsa da, uzun vadede kurumsal bir körlük ve toplumda kendisine karşı bir güvensizlik oluşturucudur.
Terör hadiselerinin ardından ortaya çıkan büyük psikolojik güvensizlik, her yeri güvensizleştirir. Terör her yere yayılan soyut bir korku ve tedirginlik halidir. İçimizden etrafa yayılan bir tedirginlik ve güvensizlik, insanların biribirinden kaçtığı, gözlerin birbirine şüpheyle baktığı bir yere dönüşür. Bir terör eyleminin toplumda yarattığı etki, varolan sübjektif güvenlik düzeyine bağlıdır ve geleneksel güvenlik bakış açımız tam da objektif olana yoğunlaşan, sübjektif alanda yeterli güveni sağlayamayan bir gayri-şahsilik taşır.
Devletimizin genel işleyişinde — neredeyse her gelene göre her şeyin değişebildiği — büyük bir kişisellik söz konusuyken, halkla kurulan ilişkinin bu denli gayri-kişisel oluşu ironiktir. Gayri-kişisellik ile “hiçe sayma” arasında çok ince bir çizgi vardır ve olaylardan sonra çekilen güvenlik şeridi genellikle bu çizgiyi örter bir nitelik taşır. Sahada çalışanların yere ve duruma göre halkla güçlü bir dayanışma ilişkisi kurmak yerine, önünde olan bitene bakmaktansa kurumdan gelecek beklenti ve taleplere kulak kesilmesi, bir tür gözünün önündekini görememe halidir.
Kurumların halkı daha güvende ve emniyet içerisinde hissettirmesi için, öncelikle kendi içinde çalışanlarıyla bir güven ilişkisi kurması, kendi içinde liyakat ve hakkaniyet gibi ilkeleri işletecek bir gayri-şahsilik tesis etmesi; dışarıya karşı ise olabildiğince insani bir ilişkisellik geliştirmesi gerekir. Terörü önlemek büyük ölçüde “objektif güvenlik” işiyken, terörün ardından yitirilen güvenin geri getirilmesi, kayıpların duygusal ve psikolojik telafisi, bütünüyle sübjektif güvenlikle ilgili bir iştir. Süreç genellikle tersine işler ve terörün ardından nasıl olduğunuz, bundan sonraki olasılıklar öncesinde neler yapabileceğinizi size söyler.
Kurumlarımızın sıradan insanlara suçlular üzerinden bakan anlayışı ile sübjektif alana çevresel alan üzerinden bakması arasında yakın bir ilişki vardır. Bu ilişki, bize önlenemeyen terör hadiselerinden sonra devletin sorumluluklarını ve nasıl hareket etmesi gerektiğini gösterir. İkisi arasındaki mesafe, kurumlara duyulan toplumsal güveni ve terör gibi büyük güvenlik olayları sonrasında neler yaşanabileceğini ele verir. Güvenlik kurumlarının bir an önce bireysel olanı dikkate alan bir bakışa ulaşması gerekir. Bu olduğunda, sadece olay yaşandıktan sonra kaybedilenlerin yerine getirilmesi değil, aynı zamanda çoğul bakışın gözden kaçırması ihtimali yüksek olan “tekil güvensizlik” nedenleri de bertaraf edilebilir.
Bugünlerde Merasim Sokak yakınından her geçişte Ankaralıların içine dolan acıyla karışık kasvetli güvensizlik hissini giderecek denli güçlü bir devlet-halk ilişkisi kurulamadığı takdirde, gelecekte yaşanacak bu tür hadiselerin önlenmesi de daha zor olacaktır. Bilmek gerekir ki terör bütünüyle psikolojik bir savaştır ve devletin geleneksel çalışma tarzı en çok psikolojik alanda korunaksızdır.