Tiryaki

Elindeki çay bardağı, altındaki tabağın üzerinde dans ediyordu. Bir sol dibini vuruyordu, küçük, sık darbelerle tabağa; bir sağ basenini kaydırarak yaslıyordu kendisini özenle taşıyan fâninin eline. Sol tarafın altındaki kalın cam, yürüdüğü koridoru çevreleyen pencerelere vuran yağmuru gözlüyordu tempoyu kaçırmamak için; sağ tarafın nârin bedeni, koridor zeminine çatlak olarak yansıyan, ama pencerelerde gözle görülemeyen, yeni ıslanmış kum taneciklerinin arasından kıvrılarak kayan damlaları tâkip ediyordu. Sol taraf zamanın tik taklarından kurtulmuş, sağ taraf kendini insanın eline teslim etmişti.

 

İnsanın gözü kaç kere kapanıp açıldı, sayamadı çay bardağı. Bu arada koridor geçilmiş; bardakla göz göze gelen odanın kapısı rüzgârın merhabasıyla açılmış; kapı ve rüzgârın selâmlaşmasıyla masadaki kâğıtların üzerinden bir yük kalkmıştı. Boşalan masanın üzerinde bir yer beğendi kendine bardak. Yağmur kesilmiş; damlalar pencere altında toprağa kavuşmak için sıraya dizilmiş; birer birer kendilerini boşluğa bırakıyorlardı. Zamanın havaya sürtünürken çıkardığı sesler daha fazla duyulur olmuştu. Ilık bir ıslık sesi ile içi çekilir gibi oldu. Ağzının yarısı insanın dudaklarıyla kapandı; diğer yarısından da çıt çıkmıyordu. Hafifledi. Rüzgâr ile bakıştılar. İçi ürperdi. Ne içindeki çayın, ne insan elinin, ne de dudağının sıcaklığı kalmıştı.

 

Bir duman peydah oldu. Zaman havaya çok sürtünüyor diye düşündü. Artık aynı alıcı gözle kendisine bakmayan insanın ağzından geliyordu duman. Önce püskürür gibi çıkıyor, sonra penceredeki damlalar gibi, ama sanki dünyanın en önemli kuvvetine karşı koyarak, raks ederek yükseliyordu. Toplu halde başladıkları yolculukta, bu dayanılmaz güce karşı çıkarken teker teker, ama âhenkle birbirlerinin etrafında dönerek yükseliyorlardı. Yamandı insanoğlu; zamanı tüketmek için, havayı içine çekmeyi, vücudunda bir tur attırmayı, sonra onu tekrar iade etmeyi öğrenmişti. Bu seansı izlemeye koyuldu. Gittikçe daha fazla üşüyordu. İçinde hep dolaştırdığı yeni demlenmiş çayı, basenini saran elleri, ağzını saran dudakları düşünürken uykuya daha fazla direnemedi.

 

*          *          *

 

Bu sabah aynaya bakmak gelmedi içinden. Akşam yatarken de gelmemişti. Okuduklarını aklında evirip çevirirken başı dönmüş; gecenin ilerlemiş vakitlerinde neyi yatıştırmaya çalıştığı pek belli olmadan yediği artıklardandır diyerek, kanapede bacaklarını karnına çekip, yolculuklarını düşünmeye başlamıştı. Orası ne kadar soğuktu; bir ay sonra gideceği yer de sıcak sayılmazdı. “Artık” mı, daha neler, kızının doğum günü geçeli ne kadar olmuştu? İnsan kendi pişirdiklerine “artık” der miydi?

 

“Tamam” dedi. Çantasına bir kitap koymak için, asansörü bekletmeden ve içeride saçını düzelten komşusundan özür dileyerek, ikna etti kendisini geri dönmeye. Kapı ataletini yenememişti daha; ayakkabısının yüzünü buruşturmasına takılmadan, sıkıştırıverdi onu boşluğa. Daldı içeri. Acelesinin yarattığı rüzgâr, evde hapsolmuş kokuyu süpüremeden kitaplığa yöneldi. Hepsinin “e-book”u var; ama, servis otobanda o her zamanki köşede trafiğe teslim olduğunda, güneş tam kendisini güzelim sabaha “merhaba!” demeye davet ederken, elinde kitap olmalıydı. Hangisi? Arkadaşından önceki gün ödünç aldığı “Ayiti”yi raftaki komşularından ayırdı. Telaşının rüzgârı dinmiş; nemi vücudunda kalmıştı. Tamam, göz ucuyla da olsa aynaya bakacaktı. Baktı.

 

Yatak odasının kapısından girdiğinde, pencerenin tam karşısındaki duvarda boylu poslu bir ayna vardı. Aynada yüzünün sağ tarafının duvara doğru uzandığını gördü. Aynayı çaprazlama kesiyordu. Pırıl pırıl parlayan bir göz muzipçe kepenklerini açıp kapattı. Göz kırpmıştı kendisine davetkârca. Aynada. Kendisine. İnanamadı. Attı anahtarları camın önündeki kanapenin üzerine. Tümden aynayı seyretmeye girişti.

 

Aynanın tepesindeki küçük çatlak, boylu boyunca aynayı ikiye ayırdı. Sol tarafına baktı. Kısılmış, şüpheci bir göz; kulaklarının ardından mekânı terketmeye hazır, fa anahtarıyla saçlarını gördü. Sağ tarafında arada bir “hadi hadi” diyerek, neye, nereye davet ettiği belli olmayan kaşlarını; hemen altında, yeni başlayan günü ilk defa gördüğünü düşünen tirşe mavisi bir camı; “Goldberg Varyasyonları”nı bir öpücüğüyle tadan ve Glenn Gould yavaşlığıyla onları karşılayacak dudaklarını gördü.

 

Bir kendisine, bir yansımalarına bakıyordu. Daha doğrusu hangisine bakacağını şaşırmış bir şekilde üçüyle de konuşmaya çalışıyordu. Çatlak büyüdü. Davetkâr sağını bıraktı; çekingen sol tarafıyla konuşmaya başladı. “Sağımı aldım yanıma bugün; seni evde bırakıyorum” dedi. Kendisine döndü; aşağıdan yukarı süzdü. “Acele et; gecikiyorsun.” “Peki” dedi sağına. “Ne tatlısın sen bugün!” Apar topar ve yarım yamalak dışarı attı kendisini. Asansör boşluğuna baktı. Merdivenlere koştu. Sol bacağını trabzana dayayarak kaymaya başladı. Kıvrılarak uzayan boşluğu gördü. Kısık bir çığlık attı.

 

*          *          *

 

Cam hâlâ açıktı. Yağmur tekrar başlamıştı. Hafifçe kaykıldığı koltuğundan doğruldu. Ofisinin önündeki sesler artmıştı. Güldü. Arka solundaki pencerenin buğusu, sağ tarafına çiğ düşürememişti. Cebinde demlenmiş eliyle bardağa uzandı. Sarıldılar. Birbirlerine fısıldadılar: “Zamanı farklı yudumluyoruz birlikte. Saat kaç; sahi, bugün günlerden ne?”

 

 

- Advertisment -