Ana SayfaYazarlarTrump’ın dış politikası (1) en genel yeryüzü, insanlık ve ideoloji sorunları

Trump’ın dış politikası (1) en genel yeryüzü, insanlık ve ideoloji sorunları

 

[21-23 Kasım 2016] Bu yazı dizisinin uzadığı bir bakıma iyi oldu. Trump’ın ekibi her geçen gün biraz daha şekilleniyor. Dünya ve Türkiye için geçmişteki Obama, gelecekteki mutasavver Hillary Clinton yönetiminden çok daha iyi olacağına ilişkin hayaller adım adım çöküyor. Tersine, griliklerin koyulaşacağı, insanlığın daha karanlık bir dönemden geçeceği netlik kazanıyor.

 

* İnsanlık dedik; gezegenimizin tamamını ilgilendiren konuların başında iklim değişikliği ve küresel ısınma geliyor. Bilim âleminin hemen tamamı, bunun bizim, Homo sapiens’lerin yarattığımız bir süreç olduğunda hemfikir. Bugünü yaşıyor ve geleceği düşünmüyor; üretirken çevreyi kirletip doğal dengeleri bozmaya devam ediyoruz. Atmosfere saldığımız gazlar hem “sera etkisi”ni arttırıyor, hem ozon tabakasını deliyor ve yerküreyi uzaydan gelen ışınımlara karşı giderek daha savunmasız kılıyor.

 

Oysa Cumhuriyetçi Parti bu tesbitlerin tamamına karşı. Kuzey Kutup Dairesi’nde neredeyse buz kalmazken hâlâ bütün verilere gözlerini kapatıyor; göbekten bağlı oldukları büyük sanayiye ek çevre koruma maliyetleri bindirmemek uğruna, herhangi bir kesinlikten söz edilemiyeceği safsatasını inatla sürdürüyorlar. Trump ise bu çizginin olabilecek en aşırı noktasında. Tam bir anti-ekoloji militanı. ABD’nin iklim değişikliği araştırma ve önlemleri için Birleşmiş Milletler ve yan kuruluşlarına verdiği paranın tamamını kesmekten; aynı zamanda Obama’nın getirdiği bütün fosil yakıtı kısıtlamalarını kaldırmaktan söz ediyor. Myron Ebell’in Enerji Bakanlığına getirilmesi halinde, Teksaslı petrol baronları bu alanı tamamen ele geçireceğe benziyor.

 

* Darkafalı Cumhuriyetçi bencilliği, muhtemelen kendini son yıllarda ulaşılan bütün serbest ticaret anlaşmalarının “gözden geçirilmesi” ile de belli edecek. Bunlar dünya ticaret hacminin büyümesi açısından bütün ülkeler için önemli. ABD’nin kendi dış ödemeler açığını kısmak amacıyla daha fazla korumacılığa ve neo-merkantilizme yönelmesi ise, zar zor inşa edilen bir çerçeveyi kırıp bozacak ve dünya ekonomisi üzerinde mutlaka olumsuz bir etki yapacak.

 

Bu cümleleri yazdım; Trump’ın Beyaz Saray’daki daha ilk günü, dünya ekonomisinin yüzde 40’ını kapsayan 12 ülkenin imzaladığı Trans-Pacific Partnership (TPP; Pasifik-Ötesi Ortaklık) ticaret sözleşmesini derhal iptal edeceği haberi geldi. Doğu Asya hayal kırıklığı ve karamsarlığa gömüldü. Şimdi, deniyor, ABD’nin bırakacağı boşluğu (yükselen hegemonyacılığına gelecek sefer değineceğim) Çin dolduracak.    

           

* 2015 sonunda oybirliğiyle kabul edildiğinde bir nebze umut kaynağı olan Paris iklim anlaşması ve dünya ticaret anlaşmalarının yanısıra, gene 2015’te İran’la varılan nükleer enerji düzenlemesi de şimdi topun ağzında. Bunun ardında ise çok daha büyük bir sorun var: Amerika’nın İsrail’e endeksli dış politika ve Ortadoğu paradigması muhtemelen değişmeyecek, hattâ İslâmiyet düşmanlığının iyice su yüzüne çıkmasıyla daha da katılaşacak.

 

Hatırlanacaktır; İran’ın nükleer silâh üretme projesi ve sürecini durduracak bir yaklaşım geliştirmek kolay olmadı. İsrail ve ABD şahinlerinin “bombalayalım, bitsin” tavrına karşın, (bir ara Türkiye’nin de devreye girdiği ve hattâ bu yüzden cezalandırıldığı) temaslar 12 yıl sürdü ve sonunda, İran İslâm Cumhuriyeti karşısında BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesini (ABD, Birleşik Krallık [İngiltere], Fransa, Çin, Rusya), ilâveten Almanya’yı ve Avrupa Birliği’ni de taraf haline getiren çok kapsamlı bir çerçeveye ulaşıldı. Buna karşılık gerek Trump’ın kendisi, gerekse şu âna kadar atadığı kişilerin birçoğu, hep İran’la anlaşmanın feshinden (ve dolayısıyla, başka bir alternatif de getirmediklerinden, açıkça söylemeseler de İran’ın nükleer tesislerini havadan imha etmekten) yana oldu. Yeni Adalet Bakanı Jeff Sessions, baş stratejist Stephen Bannon, ulusal güvenlik danışmanı Michael Flynn, Dışişleri Bakanlığı için adları geçen John Bolton veya Rudy Giuliani, üç aşağı beş yukarı bu kafada.

 

Körfez savaşı, Irak savaşı… ve şimdi bir de olası bir İran savaşı mı gelecek başımıza? Üstelik bu sefer bambaşka bir boyut da söz konusu. Bütün uluslararası hukuk sorunları bir yana, söz konusu tesislerin dağ yamaçlarına derinlemesine gömülmüş olması, en ileri konvansiyonel teknolojilerle dahi tahrip edilmelerini hemen hemen imkânsız kılıyor ve kim ne derse desin, “önleyici” (pre-emptive) diye lânse edilecek bir nükleer saldırıyı imâ ediyor. Bunun da dünya için anlamı açık olmalı.   

 

* Tablo korkutucu, çünkü madalyonun diğer yüzünde, söz konusu “personel” bu tür vahşi oldubittileri hem düşleyecek, hem üstlenecek bir ruh ve zihin yapısına da sahip. Ürkecekleri, çekinecekleri, ellerinin titreyeceği yok, çünkü gözlerini ırkçılık ve İslamofobi bürümüş. Saydığım isimlerin hepsi, her şeyden önce İslâmın kendisine, bizatihî İslâm dini ve inancına korku ve nefretle bakıyor. (Türkiye’nin Gülen’in iadesi için bel bağladığı) Michael Flynn, İslâmiyete tepkinin “rasyonel” olduğu kanısında. Bir adım ötede, İslâmiyet ile terör arasında kopmaz bir bağ olduğuna yüzde yüz inanıyorlar. Onlara göre İbni Teymiyye, dolayısıyla selefîlik, dolayısıyla cihatçılık, İslâmın esası ve ta kendisi. Dolayısıyla İslâmî terör tamamen haklı ve yerinde bir kavram. Demokratların İslâmiyeti suçlamak istemeyen tavrının öfkelendirdiği beyaz/Hıristiyan seçmene ısrarla bu vurguyu yaparak yaklaştılar ve oyunu almayı başardılar. O seçmen şimdi onlardan, sözlerini tutmalarını bekliyor.

 

İşin ucunun Türkiye’ye dokunmaması imkânsız. Dışişleri Bakanlığı için ön planda adı geçen iki isimden (9/11 saldırıları sırasında New York belediye başkanı olan) Rudy Giuliani’nin, Ağustos ayındaki Cumhuriyetçi Parti Kongresi’nde yaptığı konuşmanın bir noktasında nasıl isterikleştiğini ve “İslâmcı aşırıcı terörizm, sizler kim olduğunuzu biliyorsunuz ve biz sizi almaya geliyoruz!” (Islamic extremist terrorism — you know who you are and we’re coming to get you) diye çığlık çığlığa bağırmaya başladığını, en son Adam McConnel anlattı (19 Kasım, Trumpian foreign relations and Turkey: Is this the beginning of a honeymoon?). Sırf bu vurgu, bizatihî İslâmiyeti sorumlu tutma vurgusu, Türkiye ile Trump yönetimi arasında muhtemel bir uçurum. Hattâ öyle ki, AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edilmediği ölçüde (ki kabul edilmeyecektir), “İslâmî teröre omuz verme” ve bir ara “DAEŞ ile işbirliği dahi yapmış olma” suçlamalarını bile geri getirebilir. Bunun da karşısına aman aman bir Türkiye sevgisinin dikileceğini sanmayalım. Trump’ın şimdi CIA direktörlüğüne atadığı Mike Pompeo, 16 Temmuz sabahı Türkiye’nin darbeyi püskürtmesini kutlayan İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarifi’ye İran da Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hükümeti kadar demokratik… Her ikisi de İslamcı totaliter bir diktatörlük” diye karşılık vermiş. Meğer, Gülen’i iade etmeliyiz dediği için alkışa boğulan Michael Flynn de çok farklı kafada değilmiş. Şimdilerde ortada, Mike Flynn’in 15 Temmuz gecesi yaptığı bir konuşmada, o sırada cereyan etmekte olan darbe girişimini, İslâmcı bir yönetime karşı sekülarizmi savunuyor diye övdüğü, “işte ordu budur” dediği bir video dolaşıyor.

 

* Trump yönetiminin Birleşmiş Milletler konusunda ne yapacağı, nasıl bir tavır izleyeceği oldukça kestirilebilir bir noktada. Muhtemelen çok yukarıdan bakacak, horlayacak, dediğim dedik kibirlerine bürünecek; sadece iklim değişikliği fonlarını değil, daha birçok finansman kalemini kesmekle tehdit edecekler. 1945’ten sonraki dekolonizasyon ve bağımsızlık dalgasını, Üçüncü Dünya’nın yükselişini ve BM’de de varlığının hissedilir olmasını hiç hazmetmediler zaten. Ha ABD’nin içindeki “beyaz olmayan”lar, ha dışındaki bu diğer milletler. Yeter bu bacaksızlardan çektiğimiz; Amerika’nın kudret ve azametinin onlara yeniden hatırlatılması gerek.

 

George “W” Bush döneminin BM Daimî Temsilcisi John Bolton’ın adı şimdilerde Dışişleri Bakanlığı için geçiyor. Bolton tipik bir neo-con. Birleşmiş Milletlere tamamen Amerikan çıkarlarına hizmet edip etmeyeceği açısından yaklaşmasıyla ünlü. Buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan BM’nin bugünkü demokratikleşme ve temsiliyet düzeyini çok yetersiz bulan “dünya beşten büyüktür” vizyonunun taşıyıcılarından. Özetle, bugünkü Erdoğan yönetimi ve çok yakın gelecekteki Trump yönetimi, bu açıdan (da) çok zıt noktalarda duruyor.

 

- Advertisment -