[28-29 Mayıs 2016] Geçenlerde aHaber’den aradılar. 27 Mayıs’ın yıldönümü için yeni bir belgesel çekeceklermiş. Benimle de bir çekim yapıp tabii sonra yerine göre fragmanlar halinde kullanacaklarmış.
Gittim, anlattım düşündüklerimi. (1) Uzunca bir arkaplan vermeye çalıştım. 19. yüzyıl Tanzimat reformlarının yarattığı modern ordu (profesyonel subay kadroları), yargı ve bürokrasi, pekâlâ “devlet [eğitim] yoluyla oluşmuş” bir sosyal sınıftı (buna sağlıklı bir teşhis koymamızı, klasik Marksizm doğrultusunda sosyal sınıfları “sadece ekonomi yoluyla oluşur” sanmamız engelliyor). Geri ve ilkel bir topluma yukarıdan aşağı radikal reformlarla çağ atlatma projesinin asıl sahibi, hep bu sosyal sınıf oldu. Zaman içinde hem kendi kurumsal sürekliliğini korudu, hem de siyaset sahnesinde (sırasıyla) İttihatçılar, Kemalistler, Milli Mücadele sırasında Meclisteki Birinci Grup, sonra Halk Fırkası, sonra Cumhuriyet Halk Fırkası, sonra CHP ve CHP ve gene CHP diye tarif edebileceğimiz oluşumlar aracılığıyla temsil edildi. 1908’de (Abdülhamid rejimine karşı, içe dönük bir kavram olarak) Hürriyet diye yola çıktıysa da, zaman içinde (dışa dönük) İstiklâl parolasına kaydı. 1919-22’de zorunlu ve kaçınılmazdı elbet. Ama daha sonra da, imâ ettiği bütün “yekpare millî birlik ve beraberlik” olanaklarıyla birlikte, bu İstiklâl çizgisinden vazgeçmedi. Tek Parti’yi, Ebedî Şefi, Millî Şefi hep açık-örtük bu temel anlayışa, İstiklâl uğruna Hürriyet’ten şu veya bu ölçüde feragat edilebileceği fikrine dayandırdı.
Bu otoriter-modernist merkez-solun karşısında ise daha liberal-popülist bir merkez-sağ gelenek şekillendi. İttihat ve Terakki’nin başlattığı Hürriyet odaklılık, zaman içinde daha çok bu diğer kesime doğru yer değiştirdi. Cemiyetin ikinci kongresinde Ahmet Rıza’nın temsil ettiği katı merkeziyetçiliğe karşı çıkan Prens Sabahattin ve taraftarlarını, 1908-18 arasındaki İTC karşıtları, sonra Milli Mücadele sırasında Meclisteki İkinci Grup, sonra 1925’te (kısa zamanda kapatılan) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF), sonra 1930’te (gene kısa zamanda kapatılan) Serbest Cumhuriyetçi Fırka (SF veya SCF) izledi. Zaman içinde “bürokrasi”ye alternatif olarak enikonu bir “burjuvazi” de gelişip güçlendi. 1945-46’dan itibaren Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP ve AKP’ye hayat verdi. Böylece kültürel anlamda muhafazakâr, dolayısıyla muhafazakâr-modernist veya ılımlı modernist diye tarif edebileceğimiz merkez-sağ, politikada büyük ve üstün bir devamlılık kazandı. Bir ara bu merkez-sağ gövdeden ayrılan Nizam – Selamet – Refah – Fazilet – Saadet (MNP, MSP, RP, FP, SP) İslamcılığı ise, döndü dolaştı; küreselleşme çağının icaplarına çok daha uygun bir AKP ile tekrar ana mecraya katıldı.
Ordu – yargı – bürokrasi sınıfı ve CHP ile oluşturduğu tarihsel blok ise, söz konusu sınıflaşma, toplumsal yapıda kök salma, büyüme ve olgunlaşmayı hazmedemedi. Yitirdiği iktidarı geri alma girişimleri, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerine; 1980’den 21. yüzyıla uzanan vesayet rejimine; bu çerçevede 28 Şubat 1997 yarı-darbesine ve 2002-2007 arasının yarım yamalak darbe heveslerine yansıdı.
(2) Röportajda, bu zeminde özel olarak 1950-60 arasına eğildim. Ordu ve bürokrasi içinde bu yeniyetme Demokrat Parti’ye karşı darbe özlemlerinin hep varolduğunu ve giderek CHP’ye daha fazla yansıdığını hatırlattım. Öte yandan, DP’nin kendi yükselişi ve sonra inişi üzerinde durdum. 1950-54 arasında (bütün icraatlarına kefil olmaksızın) en temel mesele olan demokrasi açısından görece iyi gittiklerine; ama ekonomide sıkıntıların baş göstermesiyle birlikte sertleşen kutuplaşma ortamında onların da çok fazla hatâ yapmaya başladığına dikkat çektim. Osman Bölükbaşı yüzünden Kırşehir’in cezalandırılmasını (ilçe yapılmasını); keza İsmet İnönü yüzünden Malatya’nın cezalandırılmasını (Malatya ve Adıyaman diye ikiye bölünmesini) bu hafiflik ve ciddiyetsizlikler arasında saydım.
Dörtlü Takrir’i imzalayan kuruculardan, Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün istifası, Hürriyet Partisi’nin de DP’den kopması ve 1957 seçimlerine eğreti gidiş sürecinde, partiler-arası seçim ittifaklarının yasaklanması ve ayrıca, bir partiden istifa eden milletvekilinin altı ay içinde başka bir partiden aday olamıyacağına ilişkin bir “Köprülü maddesi”nin yasalaştırılmasını ayrıca eleştirdim. En çok da, CHP’nin olası darbeci gruplarla ilişkisini araştırmak üzere kurulan (15 kişilik) Meclis Tahkikat Encümeni’ne sadece soruşturma değil, aynı zamanda (olağanüstü bir mahkeme olarak) yargılama yetkisinin verilmesi; üstelik, kararlarına itiraz hakkının tanınmaması üzerinde durdum. Bunu, (a) Fransız Devriminin 1792-94 aşamasında Jakobenlerin kurduğu (12 kişilik) Kamu Selameti Komitesi ve (b) Kemalist Devrimin 1925-27 arasındaki en Jakoben aşamasında kurulan İstiklâl Mahkemeleri ile karşılaştırdım. Bu geleneğe karşı çıkmak Demokrat Parti’nin varlık sebebiyken, aşırı kutuplaşmanın seyri içinde tarihe ve siyasete karşı körleşerek benzer uygulamalara tevessül etmesindeki talihsizliği dile getirmeye çalıştım.
(3) Bütün bunlarla birlikte, dedim, 27 Mayıs 1960 darbesi yakın tarihimiz açısından tam bir felâket oldu. Siyasî yanlışların karşılığı gene siyasetle verilmeli; ceza kesilecekse seçimlerle kesilmeli; özel olarak 1961 seçimleri mutlaka yapılmalıydı. Varsın, gene DP kazansındı; kamuoyu öğrenir, alacak-verecek hesapları er ya da geç denkleştirilirdi — yeter ki çok-partili demokrasiye anormal, demokrasi dışı zor ve şiddet karışmasın. Ama 27 Mayıs, bir bakıma Tek Parti döneminden de beter bir şekilde, orduyu tekrar sahneye çıkardı. Demokrasiye karşı askerî müdahaleyi her an gözetilmesi, kollanması gereken bir olasılığa dönüştürdü ve 1971-1980-1997’nin kapısını araladı. En büyük kötülüklerinden biri de, Demokrat Parti’nin yaptığı çeşitli hatâların soğukkanlılıkla incelenmesi ve tartışılmasını (aman, darbeye gerekçe oluşturmasın diye) imkânsız kılmasıdır. 27 Mayıs, DP’nin yanlışlarını silip yok etti bir bakıma. Oysa demokrasinin gelişip güçlenmesi açısından, o yanlışları da bilip konuşmaya çok ihtiyacımız var.
* * *
Yanlış anlaşılmasın: benim derdim, kendi söylediklerimin kırpılıp çarpıtılması değil. Eksiksiz kullanılması, hiç değil. Son yıllarda kimbilir kaç tane böyle röportaj verdim; bir buçuk saat konuşursam, olsa olsa beş dakikasının kullanılacağını çok iyi biliyorum. Zaten öyle birşey de olmamış; benden aldıkları parçacıklar gayet sağlıklı, bütünlüklü; doğru yerlerde kullanılmış.
Dolayısıyla öfkem ve tepkim kesinlikle kişisel nedenlerden kaynaklanmıyor. Yukarıda, kendi söylediklerimi, sağlıklı bir Tek Parti tahlili ve sonra Demokrat Parti tahlili nedir, onu hatırlatmak için uzun uzadıya aktardım. Ben sanıyordum ki, söz konusu belgeseli yapanlar da bu tarihi az buçuk biliyordur ve röportaj yaptıkları başka kişiler gibi benim anlattıklarım dan da üç aşağı beş yukarı bu çerçeve içinde yararlanacaklardır.
Ne gezer. 27 Mayıs Cuma gecesi 22’de hiç üşenmeden izlemeye koyuldum. Bir süre sonra dehşete kapıldım. Karşıma (i) Atatürk’ün Tek Parti otoritarizmi ve demokrasisizliğinden tümüyle tenzih edildiği; (ii) hattâ bu rejimin neredeyse ancak 1938’de, Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü tarafından kurulmuş gibi gösterildiği; (iii) Atatürk ile İnönü arasındaki bütün anlaşmazlıkların, bambaşka bir dönemin cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile başbakanı Ahmet Davutoğlu arasındaki anlaşmazlıkları çağrıştıracak şekilde anlatıldığı ve hepsinde, “cumhurbaşkanının sözünden çıktığı” gerekçesiyle İnönü’nün haksız bulunduğu; (iv) 1950-60 arasında ise Demokrat Parti’nin bütün yanlışlarının elçabukluğu marifet silinip yokedildiği; (v) dolayısıyla Adnan Menderes’in (bir demokrasi şehidi olmanın da ötesinde) hiç hatâsız, her işi mükemmel, dört dörtlük bir azize dönüştürüldüğü; (vi) bu arada, (TCF’yi yok saymak, DP döneminin dış borçlarını Marshall Planına bağlamak, 5 Eylül 1961’de mahkemenin sadece üç kişi hakkında idam kararı verdiğini ya da Hasan Polatkan’ın İçişleri Bakanı olduğunu sanmak gibi) inanılmaz bilgi hatâlarının sergilendiği… bir ucube çıktı.
Herhalde, dönemi aslında hemen hiç bilmiyen bir cahili alıp oturtmuşlar masanın başına. Röportaj malzemelerini koymuşlar önüne. “Hadi bakalım; tek kötü adam İnönü, iyi adam tabii Menderes; bu ana motif etrafında basit bir senaryo yaz, elini çabuk tut, reisçiliğin güncel icapları açısından da Atatürk-İnönü ilişkisini herkesin anlayabileceği alegorik bir biçimde işle” talimatını vermişler. O da yazmış. Önümüze sınav kağıdı olarak gelse derhal çaktıracağımız, garip bir tarih yaratmış.
Detaylarını yarın anlatacağım.