[22 Nisan 2018] En son 25 Mart’ta yazmışım. Yani neredeyse bir ay geçmiş. Bir taslak hazırlamışım o sırada. Gecikmiş ve karamsar yazı (2) Tekel, tek ses, tek aday başlığını koymuşum. Sanırım bitirebilseymişim, (i) Doğan Medya’nın Milliyet’e satılması (sattırılması?); (ii) Cumhur İttifakı’nın yaklaşan başkanlık seçimlerinde aday gösterme koşullarını biraz daha daraltması; (iii) benzer bir doğrultuda, sandık-zarf-mühür-güvenlik vb kurallarının da değişmesi… karşısında ilk tepkilerimi yansıtacakmış.
Olmamış. Kısmen isteksizlikten, büyük ölçüde iş çokluğundan. Bilinç altımda belki bir parça da, seçim tarihinin her an belirlenebileceğini sandığım veya hesaba kattığımdan. Erken seçim olmayacağını düşünen bir tek Abdülkadir Selvi mi kalmışmış, bilemiyorum doğrusu. Naiflik izharlarını okuyunca doğrusu biraz tebessüm ettim (bkz 19 Nisan 2018: Erdoğan erken seçim kararını nasıl aldı?). Kendi payıma, siyaset ve medya çevrelerinde, sathın altında oluşan yaygın kanaate ben de dahildim. “Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”
* * *
Geçelim. Şimdilik, buradan değil, Cengiz Kapmaz’ın 18 Nisan’da bu sitede yayınlanan Edimlerimiz itirazlarımızla çelişiyor mu? yazısından, daha doğrusu yazının içindeki birkaç kritik ifadeden hareketle dönüyorum kamusal hayata.
İzleyenler farkındadır; Kapmaz aylardır, Türkiye’nin bir tarafta Rusya, İran ve Esad rejimi, diğer yanda ise ABD ve Batı koalisyonu arasında “fayda odaklı denge siyaseti” adını verdiği bir çizgi izlediğini söylüyor ve aynı zamanda bu çizgiyi kuvvetle savunuyor. Özel olarak bu noktada, ilk bakışta çok büyük bir fark yok (gibi) aramızda. Zira ben de, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan hemen bütün ittifakların dağıldığı, hiçbir blokun diğerlerine karşı ahlâkî üstünlük iddia edemeyecek duruma geldiği bu yeni dünya düzensizliği koşullarında, Türkiye’nin de Batı’ya bağlılığı ve aidiyetini eskisi gibi sürdüremeyeceği kanısındayım. Ama bunun ötesinde farklarımız başgösteriyor. Bir, Cengiz Kapmaz’ın arada sırada sözünü ettiği bir “devlet aklı” var, AKP-MHP’nin ötesinde, daha kalıcı ve derin (hattâ belki bugün AKP’yi bile MHP üzerinden sarıp sarmalamış?!) bir gücü de içine alan. İşte ben, hele 95 yıllık Cumhuriyet tarihini ya da İttihatçılarla başlayan son 110 yılı bir bütün olarak düşündüğümde, o “devlet aklı”nın her zaman en doğruyu temsil ettiğine inanmayı imkânsız buluyorum.
Nitekim iki, şimdi içinde yaşadığımız şu “bütün Kürtleri karşıya almışlık” hali (ben öyle tarif ediyorum), objektif bir doğru ve bir kaçınılmazlık değil benim için. Hükümet içeride HDP ve dışarda Kuzey Suriye Kürtleriyle bu kadar düşmanlaşmayabilirdi, meseleyi bu derece “terörle mücadele”ye indirgemeyebilirdi — esasen her şeyi “terör”den ibaret görmek AK Parti’nin aklı değil, MHP’nin ve şimdilerde MHP üzerinden konuştuğunu hissettiğim vesayetçi derin devletin aklı diye düşünüyorum.
Dolayısıyla üç, ABD ve Batı ile bu derece zıtlaşmada Türkiye’nin de hatâsı olduğu kanısındayım. Dört, büyük resim gözönünde bulundurulduğunda, (Kapmaz’ın ifadesiyle) “Rusya-İran hattı” benim için olabilecek en uzak tercihi, Türkiye’ye her bakımdan en yabancı alternatifi oluşturuyor. Bu da, galiba beş oldu, Kapmaz’ın Rusya’nın korkunçluğu ve kişi olarak Putin’in özel kötücüllüğünü (Skripal’ler olayında olduğu gibi) hafifseme denemelerini, doğrusu biraz hayretle karşılamama yol açıyor.
* * *
Buraya kadarı arkaplandı. Şimdi gelelim, Cengiz Kapmaz’ın 18 Nisan’da neler dediğine. Bu yazı öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Yıldırım ve Dışişleri Bakanlığı, Douma’da kimyasal silâh kullanılmasına karşı bir uyarı ve misilleme hamlesi olarak ABD, İngiltere ve Fransa’nın üç Suriye üssünü füzelerle vurmasını doğru buldukları, onayladıkları ve desteklediklerini açıklamıştı. Hattâ resmî demeçlerde, uzun süredir kullanılmayan “katil Esad rejimi” ifadesine de yer veriliyordu.
Bana göre bu, tam da denge politikası gereği, Türkiye’nin alması gereken tavrın belki asgarisi. Oysa Kapmaz bu kadarından da hayli tedirgin olmuşa benziyor. “Fayda odaklı denge siyaseti” terk edilmiyor diyorsa da, baştan sona bu konuda derin bir endişeyi dillendiriyor. Bu takdirde, bir yandan Rusya ve İran’ın bize ne büyük kötülükler yapabileceğini sayıp döküyor. Diğer yandan, “teröre destek vermekle suçladığımız aynı Batı ile işbirliğine gidiyor gibi” olmanın kamuoyunda bir çelişki olarak algılanacağını öne sürüyor. Erdoğan’ın, diyor, “şu ana kadar Batıya karşı dik duran bir siyasi fenomen” profili aman zarar görmesin. Özetle, Türkiye’nin tekrar Batı ile yakınlaşmaması telkininde bulunuyor.
Genel argümanı bu şekilde. Ayrıca iki yerde şu çok ilginç cümlelere de yer veriyor: (1) “Ayrıca bu [yani Batı’yla işbirliği görüntüsü], iç kamuoyunu konsolide etmenin bir aracı olarak kullandığımız ‘üst akıl’ kavramlaştırmasının da içini boşaltır.” (2) “Bu [fayda odaklı denge siyaseti izlemekten kaynaklanan] zorlukların yönetilmesi gerekiyor. Bu da kamuoyunu oluşturan analistlerin karmaşayı iyi okuyup güçlü tezler üretmelerini gerektirmekte.” Yazı bu ikinci ifadeyle son buluyor.
Şimdi… Başlıbaşına “iç kamuoyunu konsolide etmenin bir aracı olarak kullandığımız” ifadesi ne söylüyor sizce? “Biz” kim — yani altını tekrar çizdiğim o çoğul birinci şahıs “mız” eki ne anlama geliyor? Kendi payıma, son yıllarda döne döne böyle bir “üst akıl” YOK dedim. Gizliden gizliye bütün dünyayı yöneten (Kautsky tipi?!) bir “ultra-emperyalizm” mevcut değil. Mümkün de değil. Fakat bazı yazarlar bu “üst akıl” deyimine, esrarlı bir hava yaratarak dış dünyayı tamamen bir heyulaya dönüştürüp her an inanılmaz komplolarla yüz yüze olduğumuzu telkin etmek için başvuruyor… Ve şimdi Cengiz Kapmaz da çıkıp, “üst akıl kavramlaştırması”nın mevhum bir “biz” tarafından “iç kamuoyunu konsolide etmenin bir aracı” olarak kullanıldığını dümdüz söylediğinde, benim temel iddiamı âdetâ teyid mi ediyor? Kapmaz’ın bütün yazısı ve bilhassa bu ifade, Batı’ya çok yanaşırsak halkı neyle korkutacak ve dolayısıyla beka propagandasını nasıl sürdüreceğiz korkusunu mu yansıtıyor?
Nitekim devamında, bir de “kamuoyunu oluşturan analistler”e yönelik bir çağrı var: “karmaşayı iyi okuyup güçlü tezler üretmeleri” gerekmekte. İyi anlayamadım; söz konusu “analistler” (her kimse), kendi bilgi ve anlayışları doğrultusunda gerçekleri mi yazacaklar, Cengiz Kapmaz’ın savunduğu “fayda odaklı denge siyaseti”ne faydası (!) olacak “güçlü tez”leri mi? Burada bir görevlendirme mi var, ya da kim kime görev veriyor? Hükümet medyasının nereye bakarak hiza alması isteniyor?
Zaten “gerçek sonrası” (post-truth) diye tarif edilmeye başlayan çağımızda, kamuoyunu manipüle etme dâvetleri, korkarım bu tür soruları sormayı haklı kılıyor.