Sevil ÖZDEMİR / Serbestiyet
Çocukluğumda hatırladığım yılbaşı gecesini, yılbaşı havasına sokan karlardan uzun zamandır İstanbul'a yağmıyordu ta ki ben arkadaşlarımla yılbaşı ertesi bir kaçamak planı yapana kadar 🙂
Her zamanki gibi bir anda karar verip program yaptığımız rota bu sefer Macaristan'ın başkenti Budapeşte'ydi…
Yeni yılın ilk günü iki şehirde birden bulunma fikri çok heyecan vericiydi. Tabii ki kar yağışı başlayıp bütün seferler teker teker iptal olmaya başlayana kadar 🙂
Oldukça heyecanlı bir bekleyiş içindeyken, iptal olma ihtimali, iptal olmasa bile 3-4 saat rötar olur diye kendi aramızdaki yazışmalar ve aman evden çıkmadan son kez kontrol edip çıkalım ikazlarımızdan sonra İstanbul'un nadir trafiksiz zamanlarından birinin tadını çıkararak gittiğimiz havaalanında, 5 dakika bile rötar yapmadan gittiğimize inanamayarak ayak bastık Budapeşte'ye…
Aynı gün iki yerde olmanın en güzel yanlarından biri, ciddi bir kar yağışından ve soğuk havadan çıkıp, yaklaşık iki saat sonra kar yağmamış bir şehre inmek olsa gerek…
Tabii bu anlattıklarımdan bizim ne kadar şanslı olduğumuzu ve her şeyin güllük gülistanlık olduğunu düşünebilirsiniz ama madalyonun bir de diğer tarafı var ki, o hiç de hafife alınacak gibi değil…
Soğuk! Evet, bildiğimiz soğuk. Yani daha doğrusu bildiğimizi sandığımız soğuk… Konya'da yaşamış ve -17'leri görmüş bir insan olarak şunu söyleyebilirim ki, ben hayatımda böyle bir soğuk görmedim!
Evet, bizi uyarmışlardı, oraların soğuğu buralara benzemez, bıçak gibi keser, yanınıza kalın şeyler alın diye ama açıkçası bu kadar olacağını düşünmemiştim. Havaalanından çıktığımız anda kendini bize tanıtan sevgili soğuk, sağ olsun dönüş uçağına binene kadar bizi hiç yalnız bırakmadı 🙂
Budapeşte çoğunluğunu yürüyerek keşfedebileceğiniz küçük bir şehir, o kadar da küçük değil tabii siz benim abarttığıma bakmayın 🙂 Ama yine de görülebilecek her yerin yürüme mesafesinde oluşu şehri keşfetmek için ideal bir ölçüt…
Metro ve tramvaylarla her yere ulaşım var bunun dışında taksileri de oldukça uygun… Telefonla çağrılan taksilerde, gideceğiniz yeri söylüyorsunuz size ödeyeceğiniz rakamı en baştan söylüyorlar ve kabul ederseniz taksiyi gönderiyorlar. Bence çok güzel bir uygulama keşke burada da olsa…
Bizim, gidene kadar ne yapsak, Euro mu götürsek, onların parasını mı bulmaya çalışsak, yoksa oradaki ATM'lerde mi değişim yapsak? Diye kafa yorduğumuz para sorunu, şehrin içindeki adım başı göreceğiniz ATM'lerde sorunsuz hallediliyor. Forint (HUF) bizim paramızın sıfırları atılmamış halini anımsatıyor. Bol sıfırlı HUF'lara alışmak bizim bir günümüzü aldı diyebilirim 🙂 Euro'da hemen hemen her yerde geçiyor ama bizdeki gibi turiste farklı fiyat muamelesi yapılıyor o nedenle yanınızda HUF bulunması avantaj olabilir. Benim bu konuda en ilgimi çeken şey, kendi içlerinde de tutarsızlar, sanırım serbest piyasa etkisiyle aynı ürünü yan yana mağazalardan ciddi fiyat farkıyla alabiliyorsun 🙂
Daha önce okuduğum bir yazıda Budapeşte için Tuna'yı en güzel kullanan şehir yazıyordu…
Gerçekten de hem yayaların hem araçların geçtiği bir sürü güzel köprüsüyle Budapeşte, Tuna'nın hakkını vermiş gibi duruyor… Köprü ve bina ışıklandırmaları çok başarılı o nedenle gündüz geçtiğiniz yerlerden gece geçtiğinizde farklı bir algıyla bakıyorsunuz etrafa…
Şehrin hareketli ve düzlük tarafı daha çok Peşte'de… Buda tarafı daha kayalık ve sakin görünümde…
Budapeşte’de görülmesi gereken yerlerden biri olan Buda Kalesi'ne meşhur Aslanlı ya da diğer adıyla Zincirli köprüden yürüyerek gidilebiliyor, aynı zamanda tramvay ve otobüsler de gidiyor ama ben bu kadar yakın mesafelerde her zaman yürüyerek keşiften yanayım… Köprüyü geçtikten sonra karşınıza bizim fünikiler benzeri bir araç çıkıyor ama düşündüğünüz gibi bir yol değil, düz bir duvara tırmandığınızı düşünün biraz ürkütücü ama çok da keyifli…
Kalenin yan tarafından patika yolu izleyerek de tepeye çıkılıyor biz çıkarken farketmemiştik ki farketsek de o kadar yolu tırmanmazdık sanırım ama dönüşte o yoldan çok rahat inebilirsiniz… Tepeye ulaştığınızda eşsiz Tuna ve Peşte manzarasıyla karşılaşacak ve her köşede fotoğraf çekilmek isteyeceksiniz 🙂
Tuna'nın kenarında gezerken şehrin tarihi binalarına hayran kalmamak mümkün değil, özellikle Parlamento binası şehrin en güzel yapılarından biri ve gerçekten çok ihtişamlı…
Beni en çok etkileyen görüntülerden biri nehir kıyısında Parlamento binasına yakın bir yerde demirden ayakkabı heykelleri oldu… Bu ayakkabılar 2. Dünya Savaşı sırasında Tuna Nehri kenarında sırtından vurulmuş Yahudilerin ayakkabılarını simgeliyor.
Gitmeden yaptığımız araştırmalarda New York Cafe’yi görmeden dönmeyin diyorlardı biz de merakımıza yenilip cafenin yolunu tuttuk. Kocaman gösterişli bir binanın kapısından girdiğimizde öyle kafamıza göre girip oturamayacağımız kırmızı şeritlerle belirlenmiş sıraya girerek yanımıza gelip kaç kişi olduğumuzu soran garsonun yardımıyla masamıza giderken biz çoktan tarihi bir yolculuğa çıkmıştık bile… Daha önce hiç bu kadar büyük, tarihi, modern ve aynı zamanda herkesin gidebileceği bir mekanda bulunmamamın şaşkınlığıyla etrafı incelediğimi hatırlıyorum 🙂
New York Cafe tarihi yapısındaki ihtişamın yanındaki mütevazılığı ile benim gördüğüm en güzel mekanlar listemde 1. numaraya yerleşti bile… Eğer yolunuz Budapeşte'ye düşerse sakın ola New York Cafe'ye uğramadan ve gitmişken meşhur “Gulaş” çorbasını bu mekanda içmeden dönmeyin derim.
Budapeşte'nin benim beklentimin çok üstünde olduğunu itiraf ediyorum. Bizim vakit yetmezliğinden gidemediğimiz hamamlarının keyfini çıkarmak, yılbaşı tatiline denk geldiğimiz için binemediğimiz tekne turlarını deneyimlemek, New York Cafe'nin atmosferini tekrar yaşamak, keyifli caddeleri ve meydanlarında daha sıcak bir havada keyifle dolaşmak, gulaş çorbasını tekrar tatmak, Tuna'nın kenarında yürümek, güzel köprülerinden geçmek ve daha birçok şey için tekrar gitmeyi sabırsızlıkla beklediğim şehir…
Belli mi olur belki birden bir fırsat çıkar, bu yazdıklarım aklınıza gelir Budapeşte'yi görmenize vesile olur kim bilir 🙂
Sevgiyle…