Ekonomik gelişmişlik ile zenginlik aynı şey değil. Her zengin ülkenin gelişmiş ülke sayılmayacağını görebilmek için Rusya veya Suudi Arabistan gibi petrol ve tabii kaynak ihracatçısı ülkelere bakmak yeterli; bu ve benzeri ülkelerin ihracatının büyük oranda muayyen bir mal grubundan oluştuğu görülecektir; çoğunlukla petrol ve tabii kaynak ihraç edip ihtiyaçları olan herşeyi ithal ederler. Buna karşılık gerçekten gelişmiş olan ülkelerde ekonomilerin çok “çeşitlenmiş” olduğunu görmekteyiz, bu tür ülkelerde yumurtalar tabiri caizse tek bir sepete doldurulmaz. Ayrıca bazı ekonomiler dışarıya daha açık, bazıları da dışarıya kapalı olabilir. Meselâ Çin, Güney Kore ve Vietnam gibi son dönemlerin en hızlı büyüyen ekonomilerinin ihracata yönelik üretimle büyüdüğünü görüyoruz. Kezâ Avrupa ekonomisinin tabiri caizse motoru olan Almanya da ihracata dönük sanayi ile büyüyen ekonomilerden.
Türk ekonomisi 1980 senesine kadar ithal ikameci ve dışa kapalı bir ekonomiydi. Bu ekonomik modelde temel amaç, ithalat yoluyla temin edilen ürünlerin yerli olarak üretilmesini sağlayarak döviz tasarrufu sağlamak ve ülkeyi kendi kendine yeterli hale getirmektir. 24 Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye ithal ikameci büyüme stratejisinden vazgeçti ve dışa açık ekonomik modeli tercih etti. Dışa açık ekonomik büyüme modelinde temel hedef ekonominin total rekabet gücünü yükseltmektir; gümrük korumalarına son verilmekte, ekonominin genel çerçevesi muayyen sektörlerde yüksek rekabet gücüne sahip olacak şekilde yeniden kurgulanmaktadır. Bu modelde kendine yeterlilik değil, dünya pazarlarında söz sahibi olmak ve ihracat yoluyla dünyadan ülkeye aktarılacak kaynakla büyümek/zenginleşmek esastır.
İster ithal ikameci dönem, isterse dışa açık ekonomik büyüme dönemi olsun; Türkiye’nin tarihi boyunca girmiş olduğu ekonomik krizlerin hemen hemen tamamında belirleyici faktör, ülkenin içine girdiği döviz darboğazıdır ve bu krizler devalüasyonlarla (yani TL’nin yabancı dövizlere karşı ucuzlamasıyla) aşılabildi. Hatta bu durumu Osmanlı’ya, imparatorluk dönemine kadar uzatabiliriz. Sorunun daha da derinine inecek olursak; kapital fakiri bir ülke olarak Türkiye’nin ekonomik büyümesinin –en azından şimdiye kadar– yabancı kapitalle mümkün olabildiğini söyleyebiliriz. Gerek teknoloji transferi, gerek finansal kaynak ihtiyaçları, gerekse devamlı artan nüfusun gerektirdiği konut, eğitim, sağlık vs. yatırımlarının ancak yabancı kaynaklarla yapıldığını söylemek pek yanlış olmaz.
Türkiye’nin döviz rezervleri nasıl eridi?
Kuvvetli denetim ve kontrol mekanizmaları olmadığı için Türkiye’de iktidarların tasarrufları hızla keyfileşmektedir ve bu eğilimin maalesef istisnası da yoktur. Kaynaklar rasyonel ve verimli şekilde kullanılmak yerine maksimum siyasi fayda getirecek şekilde kullanılmakta; sonuç olarak bir yandan verimsizlik yaygınlaşmakta, öte yandan uzun vadede beklenilen siyasi fayda da hasıl olmamaktadır. Türkiye’de yaklaşık 2012’den beri döviz kuru üzerinde tedrici şekilde artan bir basınç vardır. Bu dönemde ekonomik büyüme önemli ölçüde yurtdışından alınan döviz bazlı kredilerle finanse edilmiş, buna karşılık Türkiye’nin döviz gelirlerinde dikkate değer bir artış sözkonusu olmamıştır. Bu dönem, aynı zamanda, devâsâ ölçekli altyapı ve inşaat yatırımlarının gerçekleştiği bir dönem olmuş; mevcut finansal kaynaklar önemli ölçüde altyapı/inşaat projelerinin finansmanına tahsis edildiği için sanayi üretimi, özellikle ihracata yönelik sanayi üretimi büyümek için gerekli finansal kaynaklardan mahrum kalmıştır. Türkiye’nin ihracat performansı 2012 ilâ 2017 arasında dikkate değer bir artış kaydetmemiştir; döviz borcu/yükümlülükleri artar iken döviz gelirlerinin artmaması, döviz kuru üzerindeki baskının gerçek/ekonomik sebebidir; ancak siyasi iktidar özellikle 2016 sonrasında döviz rezervlerini satarak bu baskıyla mücadele etmeye çalışabilmiştir. İktidarın döviz rezervlerini eriterek döviz kurunu zapt-ü rapt altına alma stratejisi, gerçekte, döviz kuru üzerindeki baskıyı arttırarak maksadının tam tersi bir sonuç üretmektedir. Döviz satarak döviz kurunu kontrol etme çabaları Türkiye’nin döviz rezervlerini hızla eritmiş durumdadır; hâlihazırda Merkez Bankası’nın net döviz rezervinin eksi 35 milyar dolar civarında olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, kamu bankalarının döviz açık pozisyonu da 10 milyar dolar dolayındadır. En az rezervlerin erimesi kadar olumsuz bir başka husus, Merkez Bankası’nın bunu şeffaflıktan uzak ve tutarsız bir şekilde yaparak piyasalarda ciddi kuşkular uyandırması ve böylelikle ekonomideki kırılganlıkları daha da arttırmasıdır. Meselâ uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s Türkiye’nin kredi notunu geçen sene Ba3’ten B1’e indirip görünümünü de negatif olarak belirlerken, “Türkiye’nin döviz rezervlerindeki düşüş TCMB’nin uzun süredir devam ettiği kurda serbest dalgalanmaya izin verme politikasına ters görünüyor ve bankanın şeffaflığıyla bağımsızlığına gölge düşürüyor” ifadelerine yer vermişti.
Siyasi iktidarın halihazırdaki ekonomik politika tercihlerinin döviz rezervlerini eritmeye devam edecek türden politikalar olduğunu bilhassa vurgulamak gerekir. Hükümet krediler yoluyla piyasaya para pompalayarak ekonomiyi toparlayabileceğini düşünüyor ve krediler toplam hacmi yılbaşından beri çok hızlı şekilde büyüyor. Piyasaya para enjekte etmenin iç talebi arttırdığında şüphe yok, ancak “siyasi ve ekonomik öngörülebilirlik” düşük olduğu için büyüyen iç talep yerli üretimden ziyade ithalatı (ve dolayısıyla cari açığı) arttırıyor. Türkiye’nin döviz gelirlerinin aynı dönemde ciddi şekilde azaldığını da görüyoruz; Türkiye’nin ihracat pazarlarında ekonomiler pandemiden ciddi zarar gördüğü için ihracat performansı ciddi şekilde düştü, turizm gelirleri ise fiilen sıfırlanmış durumda. Durum bu minval üzere iken piyasaya krediler yoluyla para pompalanması ithalatı arttırıcı etki yapıyor ve döviz talebini arttırıyor; döviz üzerinde oluşan basınç Merkez Bankası’nın ve kamu bankalarının döviz satışlarıyla baskılanıyor. Esasında, Türkiye’den sermaye çıkışının sürdüğü ve döviz girişinin olmadığı dönemlerde döviz talebinin döviz kurunu yükseltmesi beklenirdi, fakat döviz rezervlerinin siyasi amaçlı olarak kullanılması ve ekonomi yönetimi tarafından gizli bir “sabit kur” politikası yürütülmesi sonucunda kur uzunca süre baskılanarak sabit tutulabildi. Karar gazetesinden İbrahim Kahveci de 2020 başında kaleme almış olduğu bir yazıda bu hususun altını kalın çizgilerle çizmişti. Eski bankacı ve Gelecek Partisi genel başkan yardımcısı Kerim Rota da, kaleme aldığı değişik yazılarda “Con Ahmet’in Devr-i Daim Makinası” veya “Dövizde Rıfkı” gibi benzetmelere müracaatla kamuoyunu aydınlatmaya çalışmış, popüler ve başarılı üslubuyla da çok ilgi çekmişti.
Yönetimin şahsîleşmesi ve şeffaflıktan uzaklaşma
Merkez Bankası’nın duruma göre döviz alarak veya döviz satarak döviz piyasasındaki oynaklıkları engellemesi normaldir, piyasalara istikrar sağlama açısından görevidir de. Ancak, bu müdahaleler yalnızca geçici/anormal yükselme ve düşmelerde geçerlidir. Dövize yüksek talep oluşmasına sebebiyet verecek şartlar mevcut iken rezervleri eriterek kuru sabit tutmaya çalışmakla, hem de bunu şeffaflıkla bağdaşmayacak standart-dışı yollarla yapmakla istikrar sağlanamaz. Olan döviz rezervlerine oldu; ayrıca “arka-kapı” müdahaleleri olarak tanımlanan standart-dışı yollar ve teknikler piyasalarda “kurlar manipüle ediliyor” kanaatinin doğmasına/yaygınlaşmasına yol açtı. Kurların baskılandığı kanaati yaygınlaşınca, “Bir noktadan sonra kontrol edilemeyebilir” varsayımı ile spekülatif bir döviz talebi oluştu ve dövizde kalma direncine destek verdi. Kurumsal kapasitenin zayıflaması ve ekonomi yönetiminin çok keyfî/şahsî bir mahiyete bürünmesi yabancı portföy yöneticilerinin Türkiye ile ilgili iştahlarını kesti. Bu arada, kuru baskılamak için mütemadiyen döviz satılmasının döviz rezervlerini zayıflatması, yakın-orta gelecekte yeni bir “döviz darboğazı”na girme kuşkusunu besleyerek spekülatif döviz talebini arttırdı. Türkiye’nin döviz gelirleri azalırken Merkez Bankası’nın döviz rezervleri de hızla eridi; epey zamandır net rezervler eksiye inmiş iken brüt rezervler de azalmaya başladı. Piyasaya krediler yoluyla para pompalanmasının bir sonucu olarak enflasyonda ve ithalatta (dolaylı olarak cari açıkta) ortaya çıkan yükselme eğilimi de işin içine girince ekonomideki kırılganlık daha da arttı. Sonuç olarak, geçen hafta özellikle yükselen döviz talebi, Financial Times’ın haberine göre günlük 1 milyar dolara varan döviz satışlarıyla durdurulmaya çalışıldı. Bu satışlar da yeterli gelmedi ve aylardır 6.85’te çakılmış olan dolar kuru 7.00 seviyelerine kadar çıktı.
Genel olarak siyasette, özelde ekonomi yönetiminde şahit olduğumuz şahsîleşme ve keyfîleşme hem piyasalardaki tereddüt ve kuşkuları beslemekte, hem de siyasi ve ekonomik öngörülebilirliği azaltarak ekonomik kırılganlığı iyice arttırmaktadır. Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini kamu bankaları üzerinden ve şeffaflıkla bağdaşmayacak “arka kapı” uygulamalarıyla satmasına ayrıca bu açıdan da bakmak gerekir. ‘Ekonomik öngörülebilirlik’ genel olarak siyasi otoritelerin ve özelde ekonomi yönetiminin politika tercihlerinin net, belirgin, şeffaf ve tutarlı olması; güven vermesi ve bu durumun süreklilik arzetmesiyle mümkün olur. Yazılı politika dokümanları tutarlı ve güvenilir bir gelecek perspektifi sunmuyorsa, bağımsız kurumların özerkliği zedelenmişse ve siyasi etkiye açık hale gelmişse, siyasi otorite keyfi şekilde tutarsızlıklar sergiliyor ve bu keyfi davranışların sonucu olarak hiç hesaba katılmayan durumlar ortaya çıkıyorsa ‘ekonomik öngörülebilirlik’ten bahsetmek mümkün olmaz. Siyasi iktidarın özellikle 2012 sonrasında kademeli şekilde otoriterleşmesinin, kurumsal kapasitenin zayıflamasının ve önemli kararların dar bir kadro tarafından alınmaya başlamasının Türkiye’deki öngörülebilirliği zayıflatan başlıca faktörler olduğunu söyleyebiliriz.
Yanlış kararlar büyük zararlara yol açabilir, ancak dönemsel olarak zarar etmek hiç kimseyi iflasa sürüklemez. Bununla birlikte, bilanço değerleri ne olursa olsun likidite yetersizliği (firmaları da ülkeleri de) direkt temerrüde sürükler. Siyasi iktidarın rezervleri eriterek döviz kurunu zapt-ü rapt altına alma stratejisi ve sürdürülen örtük “sabit kur” politikası fiyaskoyla sonuçlandı; Türkiye’nin döviz rezervleri eridi. Daha önceleri daha düşük maliyetleri göze alarak çözülebilecek problemler, sorunların hasıraltı edilerek ertelenmesi ile daha da büyüdü. Pandemi sürecinde küresel likidite ciddi şekilde arttı, ancak Türkiye –temelde siyasi sebeplerle– artan küresel likiditeden hemen hemen hiçbir pay alamadı. Ekonomiyi ani/hızlı kredi artışıyla düzlüğe çıkarma stratejisi cari açığı ve enflasyon beklentisini yükseltirken TL daha bir kırılganlaştı. Pandemi süreci çok belirleyici olmakla birlikte, Türkiye’nin kronik cari denge açığına ve yüksek enflasyona ilaveten faiz oranlarını ısrarla baskılamaya çalışan bir figür olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaklaşımları sorunların temel sebeplerini oluşturmaktadır. Türkiye, epey süredir sermaye çıkışlarına karşı savunmasız olan EM ülkelerini (gelişmekte olan piyasalar) ifade eden “kırılgan beşli” grubu arasında yer almaktadır. Ancak Financial Times’ın da altını çizdiği üzere ekonomi yönetiminin döviz kurunu baskılamaya çalışması cari açığı arttıracak bir basınç oluşturmakta, bu durum da Türkiye’yi hem finansal kriz, hem de ödemeler dengesi kriziyle karşı karşıya getirmektedir.
Hal böyle iken, Türkiye’nin 2020’de otomotiv satışlarının arttığı tek ülke olmasının övünülecek değil ürkülecek bir gelişme olduğunu bilhassa vurgulamak gerekir. Türkiye’de iç piyasanın büyümesine hemen her zaman ithalat ve cari açıktaki artış eşlik eder; kredilerin artmasının yine aynı sonuca yol açacağında kuşku olmayıp öncü bütün veriler de buna işaret etmektedir. Kur seviyesinin ve faizlerin son dönemde olduğu şekliyle aynı anda kontrol edilmeye çalışılması Türkiye’nin borcunun artmasına ve ülke kaynaklarının yurtdışına akmasına sebebiyet vermektedir. Siyasi iktidarın ekonomik politika tercihleri, önemli ölçüde, finansmanı ekseriya borç para ile yapılan inşaata ve iç piyasa tüketimine dayanmaktadır. Türkiye’nin ucuz finansmana erişebildiği ölçüde bu politikalar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve partisini iktidarda tutmaya yardımcı olsa da, geçmişte ciddi şekilde arttırdığı toplumsal refah, ekonominin ani daralma-büyüme döngüleriyle hızla erime sürecindedir.
Sonuç yerine
Döviz kurundaki artma eğilimi, “dış güçler”in veya “üst akıl operasyonları”nın değil, büyük ölçüde ekonomik ve siyasi süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin zaten var olan ve son zamanlarda kalıcı bir mahiyet kazanan yapısal sorunları global konjonktürdeki olumsuz gelişmelerle bir araya gelince finansal kriz ve kur atağı olarak kendini göstermektedir. Türkiye’nin zaten zayıf olan “döviz üretme” kapasitesi, var olan döviz rezervlerinin hatalı politika tercihleriyle siyasi iktidar tarafından eritilmesi, pandemi süreci sonrasında Türkiye’nin döviz gelirlerinin daha da düşmesi, uluslararası yatırımcılar açısından Türkiye’nin cazibesinin azalması ve global yatırımcıların Türkiye’den çekilmesi, gerek kamunun gerekse özel sektörün döviz riskleri gibi faktörlere ilaveten siyasi kutuplaşma ve ülkeyi geren sert siyasi söylemler bugünlerde döviz kuru üzerindeki baskının temel sebepleri olarak sayılabilir. Ortaya çıkan tablo hamaset söylemleriyle veya otoriter baskılarla bir süreliğine gizlense de TL’nin değeri, CDS primi ve Türkiye’ye yapılan yabancı sermaye yatırımlarının azalması gibi barometre görevi gören göstergeler durumun ciddiyetine net bir ışık tutmaktadır. Yanlışlığı defalarca görülmüş olan ekonomik politika tercihlerinin sürdürülmesi ve bu arada Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu döviz likiditesine ulaşmayı başaramaması durumunda ülke olarak ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalabiliriz. Bu riskin yakın gelecekte bertaraf edilebileceğini gösterecek bir işarete de henüz rastlayabilmiş değiliz. Temenni ve niyazım, Türkiye’nin bu durumları aşmak için çok ağır bir bedel ödemek zorunda kalmamasıdır.