[17-18 Mart 2017] Herkesin bildiği gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan önce Almanya’yı, arkasından Hollanda’yı doğrudan Nazizmle suçladı. “Ey Almanya, sen…” ve “Ey Hollanda, sen…” diye seslenmek suretiyle, her iki ülkeyi, devletinin ve hükümetinin şahsında homojen bir ünite olarak aldı. Farklı siyasî akım ve duruşlar arasında hiçbir ayırım yapmadı. Aynı zamanda, ister Faşizm ve Nazizmden başlayıp aşağıya inmek, ister genel bir “aşırı sağ” kavramından başlayıp yukarı çıkmak suretiyle gözetilebilecek nüansların hiçbirini de gözetmedi. Nazizmi andıran… sürdürüldüğü ve aşırıya götürüldüğü takdirde Nazizme varabilecek olan… Nazizm kalıntısı diye tarif edilebilecek… faşizan… faşizanca… ve benzeri basamakların (kendi başlarına ne kadar ağır nitelemeler içerirlerse içersinler) hiçbirinde durmadı. Kestirmeden merdivenin en tepesine sıçradı. (Ve sonra ilginç bir şey oldu. Saydığım o diğer betimlemelere, Erdoğan dışındaki AK Parti liderleri başvurdu. En üst düzey yönetim kademesinden hemen hiç kimse, cumhurbaşkanının iddiasını aynı sertlikte tekrarlamadı. Herkes o noktadan biraz geri çekilmek; Erdoğan’dan tümüyle kopmamakla birlikte suçlamasını da yumuşatmak ihtiyacını duydu.)
24TV’deki, Zeynep Türkoğlu’yla karşılıklı konuşup tartıştığımız Serbestiyet programında, 5 ve 12 Mart Pazar akşamları buna ilk itirazlarımı belirttim gerçi. Ama aynı zamanda, (hükümet yanlısı medyanın ve köşe yazarlarının bir kısmının, hemen aynı havaya girmesi ve aynı söözcükleri tekrarlamaya koyulması dahil) o günlerde yazılıp çizilenleri izlerken, düşünmek ihtiyacını da duydum: Ne kadarı kolaycılıktan; ne kadarı sarfedilebilecek en ağır, en kahredici sözleri sarfetmek arzusu ve öfkesinden; ama ne kadarı da düpedüz bilmemekten kaynaklanıyordu?
Buradan, her zaman olduğu gibi, tekrar kültürel bieikime, dolayısıyla eğitim ve öğretime gidiyor kafam. Demokrasi, Vatandaşlık, İnsan Hakları gibi dersler zaman zaman gelip geçiyor ilk-orta müfredatımızdan. Şimdi gene var sanırım (Hidayet Tuksal’ın, “değer”lerin “hak ve özgürlük”lerin önüne çıkarılmasına ve dolayısıyla evrenselliğin yitirilmesine hayli eleştirel bakan bir Serbestiyet yazısından, öyle anlıyorum). Benim bu derslerle ilgili yıllardır altını çizdiğim temel eleştirim ise, insanlığın yaşanmış 19. ve özellikle 20. yüzyıl tecrübelerinden yola çıkmak yerine, demokrasiyi ve insan haklarını soyut fikir ve kurallar bazında öğretmeye kalkmaları oldu. Deyim yerindeyse, “tarih yok, siyaset bilimi (güya) var.” Oysa somut tarih bilgisi ve zenginliği olmaksızın, yurttaşlık bilgisinin veya siyaset biliminin (ne derseniz deyin) genel önermeleri, hele ergenlerin kafasında, kolay kolay hayat bulamaz.
Bulamıyor nitekim. Faraza (1) 1848 devrimlerinin yenilgisinden sonra Muhafazakârların nerelerde mevzilendiğini ve Liberallerin ne gibi değişiklikler talep ettiğini; ya da (2) “yayın öncesi sansür”ün nasıl işlediğini; ya da (3) Louis Bonaparte’ın cumhurbaşkanlığından adım adım ömür boyu cumhurbaşkanlığına ve sonra imparatorluğa nasıl kaydığı ve III. Napolyon’a dönüştüğünü; ya da (4) Bismarck döneminde basına ve siyasî örgütlenmeye getirilen kısıtlamaları; ya da (5) Stalin’i, Stalinizmi ve yarattığı sosyalizm/komünizm modelini; ya da (6) keza “iki savaş arasındaki” 1918-1939 yıllarının askerî ve monarşik diktatörlüklerini (Horthy, Metaxas, Antonescu ve II. Karol vb); ya da (7) Türkiye’nin aynı sıralardaki ve benzer dinamiklere tâbi Tek Parti rejimini; ya da (8) 20. yüzyılın ortaları ve ikinci yarısı boyunca Latin Amerika’da, İspanya (Franco) ve Portekiz’de (Salazar), Yunanistan’da (Albaylar Cuntası) ve Arap ülkelerinde (12 Mart yazımda yeni sıraladığım için, onları tekrarlamayayım artık) zuhur veya devam eden diğer askerî rejimleri; ya da (9) oralardan tekrar Türkiye’deki muadillerine dönersek, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerini; ya da (10) hepsinden türetilebilecek daha genel bir modelle, ordu iktidara el koyduğunda toplumun ve insanların başına neler geldiğini (sıkıyönetimi, sansürü, keyfîliği, gece baskınlarını, işten atma ve tutuklamaları, yaygın işkenceyi, idamları, kayıplara karışanları, askerî mahkemelerin işleyişini)… somut olarak anlatıp betimleyeceksiniz; buna uygun okumalarınız olacak; gene buna uygun görsel malzemeyi yığıp kullanacaksınız; sinemaya ve edebiyata da başvurabileceksiniz; en önemlisi, öğretmenlerinizin entellektüel kapasitesi buna elverecek ki, gencecik öğrencilerimiz demokrasinin, demokratik vatandaşlığın, hak ve özgürlüklerin kıymetini bu çerçevede kavrayabilsin.
Nihayet (11) insanlığın tanıdığı en karanlık ideolojiler, en amansız siyasî hareketler ve en zalim rejimler olarak Faşizm ve Nazizm de gene (hem Tarih, hem Demokrasi, Vatandaşlık ve İnsan Hakları derslerinde) bu kadar somut ve çarpıcı bir şekilde işlensin, öğretilsin ki, gerçek anlamıyla Faşizmi ve Nazizmi yaşamamış, tanımamış olan şu memleketin kızlı erkekli gençleri, gene de söz konusu olgu ve süreçlerin hem benzersizliğini, hem öncülleri, türevleri ve parçacıklarıyla ilişkisini doğru kavrayabilsin. Bir yandan, Faşizme ve Nazizme götürebilecek düşünce ve davranış biçimlerini teşhis edebilsin; bunlar karşısında susmasın, eleştirmekten geri durmasın. Özgürlüğü, demokrasiyi, hoşgörüyü, çok-kültürlülüğü savunabilsin. Ama aynı zamanda, parçayı da bütünün yerine geçirmesin. Doğrudan Faşizm ve Nazizm suçlamasını rastgele kullanmasın. Basitleştirmesin, ucuzlatmasın, sıradan bir hakarete dönüştürmesin. En özel, en bütüncül (total), en aşırı durumlarla sınırlayabilsin.
Fakat maalesef böyle nüanslı bir anlayış ve duyarlılık görmek mümkün değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’da da, genel olarak Türkiye toplumunun bilgi ve siyasal kültür düzeyinde de. Bir kere insanlar (tarihsel) Faşizm ile (tarihsel) Nazizm arasındaki ilişkiyi doğru kavramıyor; esas kategorinin Faşizm olduğunu, Nazizmin ise gerekli ve yeterli koşulların ötesinde kalan bazı özel kararkteristiklerle çıkageldiğini, dolayısıyla “ekstra” bir Faşizm demek olduğunu göremiyor. Tersine, tam da bu özel karakteristiklerinin çarpıcılığından ötürü, Faşizm ve Nazizm deyince akıllarına İtalyan Faşizminin değil Alman Nazizminin spesifik çehresi geliyor; “bilimsel” ırkçılık, toplama kampları, Auschwitz ve “nihaî çözüm” geliyor; Mussolini değil daha çok Hitler geliyor. Şu da bir gerçek ki sinema ve edebiyat da Holokost’la dolu. Dolayısıyla Faşizm ve Nazizm, zaman içinde Nazizme özgü (veya en fazla Nazizmle temayüz edip göze batan) karakteristiklere indirgeniyor: (şu veya bu ölçüde) yabancı düşmanlığı, aşırı milliyetçilik, ırkçılık, farklı fikir tanımazlık, “öteki”lere tahammülsüzlük… Bir adım ötede, herhangi bir sağcılık veya aşırı sağcılık belirtisini; demokrasi ve insan haklarına ilişkin her türlü eksiklik, güdüklük, çifte standartlılık veya ikiyüzlülüğü; bütün otoritarizm veya diktatörlük eğilim veya belirtilerini kestirmeden Faşizm ve Nazizm sayma eğilimi başgösteriyor. Günlük hayatta, arkadaş kavgalarında insanlar “sende de tam bir faşo kafası var… Hitker zihniyeti… SS çizmeleri… Gestapo muhbirciliği…” gibi sataşmaları bu yüzden harcıâlemleştirip ayağa düşürüyor.
Oysa bunlar, Faşizmin ve daha çok da Alman Nazizminin ya bahaneleri, ya da semptomları, dış göstergeleri. İşin özü bu değil. İşin özü, basit bir demokrasi eksikliği veya hasarı da değil. Çok daha topyekûn bir şey. Hukuk devletinin esastan yokluğu, tümüyle yıkılmışlığı, yerle bir edilmişliği. Ve o sayede, herhangi bir diktatörlük de değil, zulmü ve yıkıcılığında son derece radikal, en ufak kural tanımayan, yüzde yüz terörcü bir diktatörlük rejimi. Arkasında öyle birkaç haksız gözaltı veya sınırdışı eylemi değil, (sadece 6 milyonu Yahudi) belki 35-40 milyon sivil ölümünün doğrudan sorumluluğu yatıyor.
Bunu anlamamak, bütün eksik ve hatâlarıyla birlikte adamakıllı sağlam birer hukuk devletine sahip ve asla katliamcılık izafe edemiyeceğiniz (bugünkü Almanya ve Hollanda gibi) ülkeleri ansızın Nazizmle suçlamak gibi, son derece gerçek dışı ve dolayısıyla kendilerinin de sadece hakaret diye algıladığı, başka türlü algılamalarının mümkün olmadığı yanlışlara götürebiliyor.
Devam edeceğim.