Ana SayfaYazarlarTürkiye’de düşüncenin edebiyat üzerinden üretilmesi…

Türkiye’de düşüncenin edebiyat üzerinden üretilmesi…

 

Giriş

 

Tam karşılığı olmamakla birlikte durumun izahı için söylemek gerekirse eğer, düşünmek ve fikir üretmekle felsefeyi bir arada telakki etmenin yaygınlığı karşısında insan hayrete düşüyor. Meselenin açıklığa kavuşturulması için gerekli olan kelimeler de çok ötelerde kaldığından durumu bugün izah etmek oldukça zor. Çünkü farklı şekilde ‘sadece’ düşünüyor ve beyanla ifade ediyoruz. Bugünün en bilge edebiyatçısı bile yalnızca “düşünüyor”. Dolayısıyla düşünmek ile fikir üretmek ameliyesi teknik anlamda bile olsa birbirinden ayrılamıyor. Bu yüzden düşünme ile felsefe bir tutulabiliyor. Hatta çoğu defa felsefe ile edebiyata bile birbirinin aynıymış gibi yaklaşılabiliyor. Elbette tüm bu benzerlik ya da ayırımı yapmanın bir sebebi var. Ancak o sebep, ‘faydacılık’ın çok uzun zamandan beri Türkiye’deki düşünce hareketlerini derinden etkilemesi yüzünden görünmez olmuş durumda. Nihayetinde pek çok alanda kendisine yaşam bulmuş olan “faydacılık” yaklaşımı burada da sözü geçen bir mevkie yükseltilmiş durumda. Bir şeyin bir şey olabilmesinden ziyade bir işe yaramasının öncelendiği ve bir beklentinin oluştuğu yaklaşımda katkının niceliği ve bir ölçüde de niteliği temel belirleyen hale gelmiştir. Dolayısıyla düşüncenin bir işe yaramasının ümit edilmesi, temel beklentiyi yahut onun düşünce olup olmadığının tavsifini belirler hale dönüşmüştür. Bu çerçevede zihni faaliyetin niteliğine bakılmaksızın yararcılık beklentisi zaten baştan tefekkür süreçlerini paralize etmiştir. En azından düşünmenin bir gereksinim olmaktan uzakta değerlendirilip öncelik sıralamalarının oluşturması bir handikap meydana getirmiştir. Özellikle acil görülen modernleşme karşısında maruz kalınan şokların giderilmesine matuf düşünce hareketleri kendilerine faydaya yönelik bir yatak oluşturmuştur. Öyle olunca, nitelik ile niceliğe yer değiştirtilerek felsefe ile düşünce üretimi arasında tamiri zor bir kopukluk meydana getirilmiştir. Böylece düşünce halk tabiri ile hızlı ve yavaş olarak iki sınıfa ayrılmıştır.

 

Düşünmek meselesinde duruma, konuma, hasıl olana ve mahrece göre farklar var ve bu farkları ispat için de farklı kelimeler mevcut. Çoğu tefe’ül veznindeki tenazzurtefekkürtedebbürtaakkultahayyülteemmül ve burada sıralanamayan diğer kelimeler hep zihni meşgalenin, merhalenin vasıflandırılmasıyla ilgili. Öyle olunca ‘kalıp düşünce’nin tek bir kelime ile karşılanmasının ne denli kısır ve yetersiz kaldığı gün gibi ortada. Tabii; burada dikkat çekilecek başka bir durum ise tefe’ül babının aslında bir zorlama ve cebir niteliğini içerdiğidir. Bunun neden önemli olduğu yahut üzerinde durulduğu aşağıda izah edilecektir. Ancak bu zorlamanın bir gayreti, mücadeleyi, muharebeyi ve münakaşayı içerdiği son derece mühim addedilmelidir. Diğer bir deyişle bugün sadece düşünce denilen zihni ameliye durağanlığı ifadeden çok uzaktadır. Düşünme bir aletle, uğraş, çaba, gayret ve mesai harcanması neticesinde elde edilen belki bir özdür. Bu bakımdan yukarıdaki çıkarıma izafeten düşünce ile felsefe farklı şeylerdir. Çünkü felsefe nasıl düşünüleceğinin, nasıl düşünülürse gerçeğe erişilebileceğinin metodudur. Türkiye’de edebiyat mahvilleri bu ayırımı zihni anlamda yapamadıklarından felsefe i ile düşünceyi bir görmekte ve buradan doğan bir sebeple de düşünceyi edebiyatla bir tutmaktadırlar. Oysa nicelikleri benzer gibi görünse de nitelikleri bakımından edebiyat ile düşünce farklı, edebiyat ile felsefe ise farkın ötesinde, ayrı dünyaların mensuplarıdırlar.

 

Düşünme meselesinde faydacılık ve modernleşmenin yıkıcı etkisine tekrar ve son kez dönmek gerekirse eğer, bu tercih Türkiye’deki düşünceyi yeniden inşa etmiştir. Bu yeniden inşa ise klasik ve geleneksel hale gelmiş vasatı ortadan kaldırmamış, ancak, belki de, unutulacak derecede gerilere itmiştir. Diğer toplum ve kültürlerde de gözlenen klasik ve geleneksel düşünme biçimlerinden olan hukuk ve ilahiyat gibi mecralar sona erdirilerek daha etkili ve kullanılabilir alanlar tercih edilmiştir. Düşünceyi köklü bir şekilde ele almaktan kaçınmak için konuyu iki kısma ayırmak muhtemelen kolaylık sağlayacaktır. Bunun için bugünü ve dolayısıyla bugünün oluşmasına vesile olan dünü, daha eski dönemlerden ayırmak gerekir. Türkiye’de düşünce söz konusu olduğunda çizilecek en belirgin hat bu yüzden Tanzimat’ın ilanı üzerinden geçer. Tanzimat son tahlilde özgürlük ve serbestiyet fikirlerinden ziyade Batı’nın fikri anlamda Osmanlı’ya sirayetidir. Bugün tartışma konusu edilen hemen pek çok konu için milat Tanzimat'tır.  

 

Bürokratik gelenek ve askeri sınıf

 

Düşüncenin Türkiye’de edebiyat üzerinden ilerlemesi ya da üretilmesinin sebepleri hep birbirleri ile ilgili şeylerdir. Bu durumun da kendi iç ve dış sebepleri bulunmaktadır. Hangi sebep ele alınmaya kalkışılsa diğeriyle iç içe geçmişliği hemen fark edilir; dolayısıyla tekrardan çekinilir. Aslında genel görüntü hiç de öyle değildir. Evet; unsurların birbirleriyle olan yakından ilgileri iç içe geçmişlik görüntüsü verse de her biri halen kendi tarihi ve kültürel arka planları yüzünden özgünlüklerini korumaktadır. Bu yüzden de ayrı ayrı ele alınmaları gerekmektedir.

 

Edebiyatın, 19. yüzyıl elitinde, tıpkı öncesinde olduğu gibi bir profesyonel bir form olarak değil de hobi halinde sürdürüldüğü görülmektedir. Devleti idare eden askeri sınıfı oluşturanların bir şekilde edebiyattan nasiplendikleri ve ürün verdikleri bilinmektedir. Gerek ilmiye gerek seyfiye gerekse kalemiyede olsun Osmanlı seçkinlerinin sahip oldukları dünya ikiliydi ve bu ikili dünya mükemmel bir biçimde birbirini tamamlamaktaydı. Çünkü padişahın bir biçimde tebası olan askeri taifesinin asli işlerinin dışında edebiyatla meşgul olmaları hem örflerinin hem de makamlarının adeta bir gereğiydi. İleride de değinileceği üzere layiha yazmak gibi bir görevle birlikte divan inşa etmek de askeri sınıfın vazgeçilmez kimlik bulma yollarından biriydi. Bu bakımdan Osmanlı eliti edebiyata ve onun formlarına uzakta bir konumda değildi. Nesir yani düz yazı yanında şiirle de hemhal olmaklıkları, bir edebi gelenek olarak sembolik bir dil ile yaşamı izaha kalkışmaları, hayat metnine nüfuz ile yakından alakalıydı. Bugün uzmanlığın övülmesi nedeniyle pek anlaşılmaz gelse de bir elit hem savaş yapar hem meydan açar hem de beyitleri bünyad ederdi. Edebiyat alanındaki bu türlü beceriler, Osmanlı bürokrasisinin yetişmesi ve olgunlaşmasında önemli enstrümanlardı. Onun için ne klasik dönemde ne sonrasında ne de Avrupa ile sıkı ilişkilere rağmen modern öncesi devirde bu gelenekten uzaklaşılmadı.

 

Aşağıda anılacak iki temel alan dışında devlet geleneğinde nasihatname ve devlete ait işlerin görülmesine matuf düşünce üretimi temel biçimler olarak varlıklarını sürdürdü. Bununla birlikte layiha ve tarih kitaplarının ise her iki formun dışında özel bir alana karşılık geldiği belirtilebilir. Bilhassa devletin işleyişinde aksaklıkların görülme sıklığıyla eş zamanlı bir şekilde çoğalan bu eserler düşünce faaliyetinin toplandığı alanlar olmuştur. Bu yüzden klasik dönemin başat düşünce üretim alanlarıyla modern dönemin edebiyatı arasında uzun süreli bir geçiş evresi olarak anlaşılmayı da fazlasıyla hak etmektedirler. Düşüncenin ağırlığı ve etkinliği bu ürünlerde de kendini bir şekilde ele verir. Molla Lütfi'ye kadar gitmeden Katip Çelebi, Gelibolulu Mustafa Âlî, Mustafa NaimaKınalızade Ali, Hasan Kafi, Koçi Bey, daha sonraki dönemlerde Keçecizade İzzet Molla, Said Halim Paşa bu kapsamda anılabilirler. Abdullah Cevdet ve Giritli Sırrı Paşa gibi örnekler ise ayrıca tartışılması gereken figürler olarak dikkat çekmektedir; ama bu örneklerin bile klasik düşünce üretim biçiminin basitçe nasıl bir güzergâh izlediğinin ana başlıkları olarak önem arz ettiğine işaret edilebilir.

 

Yukarıda zikredilen geleneğin müteselsilen Cumhuriyet döneminde de bir şekilde devam ettirildiği anlaşılmaktadır. Zaten hem Osmanlı hem de Cumhuriyet'in bürokrasisini sürdüren, iyi işleyen ve oturmuş bir kitabet anlayışı mevcuttu ve dil kullanımı yanında resmi yazışma dili olarak diplomatika becerileri en üst seviyedeydi. Öyle olunca edebiyata matuf yazı formlarına tahmin edilecek denli mesafeli durmak mecburen mümkün olamamıştır. Çünkü yazı Osmanlı ve Cumhuriyet elitleri için hiçbir zaman yabana atılacak bir saha şeklinde telakki edilmemiştir. Ancak bunca derinlikli çabalarla bir seviyeye getirilmişken Tanzimat ile vuku bulan kültür değiştirme üst kararı, düşünce üretme biçimini de yavaş ancak azimli bir biçimde edebiyata ya da edebiyattan doğan veya onunla ilişki içinde bulunan modern sahalara doğru yönlendirmiştir.

 

Hukuk, ilahiyat ve edebiyat

 

Cumhuriyet'in Osmanlılardan tevarüs ettiği bürokratik geleneğin şiir ve edebiyat tarzına yabancı olmadığı aşikârdır. Zira bu dil belli bir sembolizmi içermektedir. Kuşkusuz önemli etkilerinin olduğu söylenebilir. Fakat düşünce ile edebiyatın bağı belli ölçülerde kalmıştır. Muhtemelen klasik gelenek ile 19 ve 20. yüzyılın düşünce mecrasıyla bağlantısı layiha formuyla kurulmuştur. Evet; hem düz yazı hem de şiirde bir düşünceden bahsedilebilir. Ancak klasik dönemin metin anlamında düşünce üretim alanı hukuk ve ilahiyat üzerinden oluşmuştur. Oysa sonrasında, düşünce bugün bile, edebiyat formu üzerinden üretilmeye başlanmıştır. Bu bakımdan Osmanlı zihninin son derece açık biçimde görüldüğü, hatta izlendiği sahaların fıkhi ve teolojik metinler olduğu ifade edilebilir. Osmanlı zihninin sıkıntılarına ve gündelik dertlerine çözüm bulma ve bunu da felsefi bir temelle genelleştirerek uygulama alanına sokması bu iki araçla mümkün olabilmiştir. Çünkü en karmaşık düşünce ürünleri yine karmaşık tefekkür metotları aracılığıyla işlenip ilahiyat ve fıkıh metinlerinde görünür kılınıyorlardı. Kelam ise genel çerçevenin kendisini, yani düşüncenin nasıl üretileceğini meydana getiriyordu. Böylece kelam nasıl düşünüleceğinin en emin yolları ve araçlarını hem üretiyor hem de test edebiliyordu. İlgili yerlerde de modern düşünme metodoloji için söylenen düşünmenin nasıl yapılacağının kendisi Osmanlı örneğinde kelamla vücut buluyordu. Daha bariz bir şekilde ifade edilecek olursa Osmanlı münevverleri kelamdan neşet eden usul çerçevesinde kendilerine sağlanmış tefekkür imkânlarıyla düşünüyor bunu da fıkıh denen hukuk-ilahiyat ikilisiyle teoloji konularında yapıyorlardı. Mukayeseli bir incelemeye girişilecek olursa başka kültürlerin de benzer mecraları oluşturduğu ve geliştirdiği görülebilecektir. Modern Batı toplumu da hukuk, ilahiyat alanlarına sanatı, edebiyatı ve deneysel bilim araştırmalarını ekleyerek düşünme üretimine yeni katkılar sunmuşlardır. Çeşitliliğin kendisi düşünmenin üretiminde bir avantaj sağladığı gibi esneklik ve yaygınlık imkânlarını da artırmıştır. Buna karşın Osmanlı deneyiminde bugüne değin geçen süreçte düşünme üretim biçimi hukuk ve teolojik alanların aleyhine bir şekilde daralarak edebiyat alanında sıkışıp kalmıştır. Elbette felsefe, uygulamalı bilim gibi başka formların kullanımından da bahsedilebilir. Ancak Batı ile olan ilk temastan bugüne dek edebiyatın etkiliği karşısında görülen yaygınlığı neredeyse hep bu alanda merkezileşmiştir. Sonuç olarak kaçınılmaz bir biçimde son dönem Osmanlı elitlerinden bugüne dek düşünce üretimi  edebiyat alanına sıkışmış, üretim de mecburen bu alanın müntesipleri eliyle yürütülmüştür.

 

Osmanlının 19. yüzyılda  Batı dünyasıyla en çok haşır neşir olan grubu, meslekleri yüzünden [klasik dönemdeki duruma rağmen] ulema sınıfı ile kurumsal bağı olmayan şair ve yazarlardı. Elbette bunun ironik bir duruma karşılık geldiği söylenebilir. Zira şair ve yazarların yine askeri sınıfa mensup kimseler olmaları bu iddiayı zedeler gözükse de düşünüldüğü şekliyle ele alınamaz. Çünkü bu iddiaya kaynaklık edecek grupların bilhassa son dönem yazarları düşünülerek söylenmesi buna delalet eder. Bu çerçevede Batı etkisinin önemli olarak addedilmesi gerekir. Oysa ulemanın nazım durumu buna müsait değildir ve dışarısı ile temas yoğun olmadığından en azından muhalefet anlamındaki fikir üretimi de buradan çıkmıştır. Zaten kurumsal eğitimin kanonu meydana getirmesi, kimi farklı düşüncelerin dönemi bakımından sınırlandırılması eğitimin kanonik bir müessese şeklinde gelişmesine yol açmış olabilir. 19. yüzyıldan sonra ilk önemli eserleri tercüme edenlerin kimler olduğu ayrıca düşünülmeye değer içeriktedir. Ahmet Cevdet Paşa, Ahmet Vefik Paşa ve adları aşağıda anılacak olan paşalar ve diğer önde gelen devlet adamları klasik düşünme mecraları ile edebiyat arasındaki geçişin nasıl yapıldığına ilişkin müşahhas örnekler olarak son derece önemli figürlerdir. Nasihatname, layiha ve benzeri nesir örneklerinin uzunca bir geçiş dönemi telakki edildiğinde 19. yüzyılından sonraki edebiyat, yeni bir form olması yüzünden deneysel bir uygulama ve serbestlik sağlamıştır. Kuşkusuz ilgi çekici olması edebiyat biçimi olarak şiirin ve nesrin düşünceleri daha kolay, doğrudan aktarmaya müsait bir form haline dönüşmesinde gizlidir. Kaldı ki toplumun büyük bir çoğunluğu toplumsal yaşamı nedeniyle yakın bir çerçeve de çizmektedir. 

 

Batı’da üniversitenin dışında akademi asıl önemli adımların atılmasına ve fikir hareketlerine yol açmışken Osmanlı’da ve erken dönem Türkiye’sinde akademi hiç olmamıştır. Bilimsel olmasa da fikri anlamda edebiyat temelli tartışmalar edebiyat ortamlarının bir enstitü niteliğinde olması önemli görülmelidir. Bir düşünce üretim alanı olarak uygulamalı bilimlerin kendilerine bir destek oluşturması bakımından ele alınmalıdırlar. Çünkü ne düşünce üretimi ve metot evriminde ne uygulamalı ve deneysel tekniklerin gelişiminde ne de bunların düşünceye dönüşümünde Türkiye'de gözle görülür bir neticeden bahsedilebilir. Oysa hem teknoloji hem de psikoloji ve sosyal bilim alanları da dahil olmak üzere yeni bulgular düşünce biçimlerini değiştirip yeni düşünce biçimlerine neden olmuşlardır. Bahsi edilen bu alanlarda eklektik ve tetkike ait bilgilerin elde edilebilmesi masraflı, mesaili ve alt yapı zorunluluklarına muhtaç olduğundan uzun soluklu girişimlerdir. Son tahlilde Batı'da edebiyat da artık bunlardan beslenmektedir. Ne var ki Türkiye'de hem yöntem eksikliği hem de uzun soluklu çabalara girişmek övülen çabalardan olmadığı için düşüncelerin üretimi yukarıda anılan alanlar üzerinden gerçekleştirilememiştir. Teknoloji, deneyci, hukuk ve benzeri alanların yerine söze daha çabuk adapte olabilecek ve mesai ile para gerektirmeyecek klasik form olan edebiyat düşünce üretiminin temel bileşeni haline gelmiştir. Böylece düşünce olarak telakki edilen, genel anlamda sentezci değil de kelimenin sözlük anlamıyla halitacı, bir düşünce üretim süreci ortaya çıkmıştır. Keza fen bilimleri ile temas kurmaları mümkün olmadığından edebiyatın sosyal bilimler işlevi görmesi yüzünden, kısıtlı da olsa, sonuç bu şekilde kendisine yer bulmuştur. Sırf bunun için entelektüel kaynağın edebiyat alanında temerküz etmesi mühim görülmelidir. Çünkü edebiyat geleneksel, kolay ve semerenin kolaylıkla derlenebileceği bir vasata dönüşmüştür.  

 

Batı ile karşılaşma

 

Kısaca ve kabaca, düşünmenin edebiyat üzerinden kendine yol bulmasının en önemli sebepleri arasında kültürün yazılı olandan sözlü olana bir geçiş yapmasıdır. Makul görünmese de Batı ile karşı karşıya gelinmeye başladığından itibaren kültürel ve dolayısıyla da entelektüel kodların adaptasyonunda zorluk çektiklerine şahit olunmuştur. Zamanla adaptasyon zorluğu belli ölçülerde aşılmış olsa da teknolojinin baskınlığı yeni kodların kabulüyle sonuçlanmıştır. Kültür değişmelerindeki benimseme, bir kültür tasavvuru bakımından olsa da sonuçları tasavvurun dışında gelişebilmiştir. Çünkü cari ve önceden benimsenmiş kodların güçlü olan karşısında yazılı bir biçimde korunabilmesi yeni tür bilgi üretimine bağlı olduğundan çok kolay bir girişim olarak telakki edilememiştir. Böylesi tehlikeli bir süreçte ilk yapılan hareket öze dönüş olmuştur. Zira yazının bilincin yapısını değiştirmesi gibi bir vakıa söz konusudur ve bilincin değişime uğratılmasına verilecek fikri bir girişim söz konusu değildir. Bu yüzden doğal ve güdüsel bir şekilde ilk yapılan ataların sığındığı güvenli bölgeye sığınmak olmuştur. Hafızanın sıkı kuralları olan koruyuculuğu, neredeyse insanlık kadar eski oluşu kolayca kabullenmeyi mümkün kılmıştır. Bahsi edilen bu sığınak, sözlü kültürdür; öteden beri sürdürülen, atalardan tevarüs edilen sözlü kültürdür. Sözlü kültürün yazı bilincini oluşturduğu alan ise düz yazı ve şiirdir. Bu çevre kuşkusuz iki kaynaktan beslenmesi nedeniyle hem örfi hem de geleneksel bir yapı arz etmekteydi. Bilinenlerin, Batı’nın sebep oldu örselemelere maruz kalmadan aktarılabileceği yegane mecra olarak düz yazı denebilecek nesir ve şiir denebilecek nazımdı. Her iki formda da yüzyılların bir sonucu olarak biriktirilmiş beceri, ilmek ilmek örülmüş bir sembolizm ve halk ile elitler arasında inşa edilmiş bir vasat mevcuttu. Elde bulunan bu kıymetli vasat bir şekliyle de sözü temsil etmekteydi. Söz ise toplum için hem ilmi hem de kültürel içeriği bakımından uzakta olmayan bir müstahkem mevki niteliğindeydi. Diğer yandan sözlü kültürün toplum nezdinde psikodinamik etkisi yüzünden bir itibarı ve etkinliği de mevcuttu. Dolayısıyla Batı’nın gözleme dayalı geliştirdiği yeni paradigma bilgiyi yeni bir bağlama oturtuverdi. Yazı ise sanıldığı üzere öyle basit bir hareket olarak kalmadı.

 

Epistemolojik bir hareketlilik atmosferinde aşağıda ayrıca tartışılacağı üzere yeni tür yazılı kültür bir eleştiri evrenine sebep oldu. Bu değişimin niceliği farklı olsa da yazının düşünceyi, dolayısıyla insanı nasıl değiştirdiği sayısız örnekle artık bir kanun hükmündedir. Batı’nın ağır, baskıcı ve nüfuz edici düşüncelerini yazı ile yaygınlaştırması doğal olarak 19. yüzyılın aydınları tarafından yukarıda anılan sebepler yüzünden algılanmakta zorlanıldı. Böyle olunca ilk sadmede yapılan şey sonrasında da devam ettirildi. Evet; yazı terk edilmedi. Ama bir tür sözlü kültür olan geleneksel yazılı kültüre sığınıldı. Şiir ve nesir olarak adlandırılan bu tür yazılı kültür belleği güçlendirmeyi mümkün kılan sanatlar ve kalıplarla doluydu. Dolayısıyla fikriyatın üretilmesi ile birlikte yayılmasına hazır bir ortam sağlamakta üzerine yoktu. Klasik yazılı kültürü temsil eden hukuk ve ilahiyat üzerinden ilerleyen düşüncenin ilk kez sözlü olana geri çekilişi Tanzimat’tan vuku buldu. Takvim-i Vekayi gazetesinde kendini bulan hal, düşüncenin edebiyat üzerinden ileride alacağı yolun tohumlarının atılmasıyla sonuçlandı. Radikal olmayan ilk örnekler Sadık Rıfat Paşa ve Mustafa Sami Efendi gibi bürokratik gelenek içinde yetişmiş devlet adamlarının edebiyat içerikli düşüncelerinde görülmeye başlandı. Vatan ve millet sembollerinde kendisini bulan fikirler hem Batı’ya karşı geliştirilen münasip entelektüel müdafaalar hem de politik mücadeleler için bir zeminin güçlendirilmesiyle kendini buldu. Sonrasındaysa hürriyet fikirleri içinde gözlenen yeni nesil düşünce akımları ilkin Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile açıkça görünür oldu. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, Şinasi, Ebuzziya Tevfik ve bu kuşağın diğer mensupları dili ve düşünceyi mecburen bu mecraya doğru sevk ettiler. Aslında bu safhada bahsi edilenlerin Batı’daki eğitimleri ve yaşayışları üzerinden temasa geçtikleri Batılı roman formunu da dikkate almak icap etmektedir. Ancak bu durumun tali bir konum içerdiğinden başka bir yazının konusu olarak kendisine ayrılacak satırları bekleyecektir. Bununla birlikte bu döneme ilişkin en azından hukuk ve ilahiyat içerikli nispeten nitelikli girişimlere ismen değinmekle yetinilmelidir. Bu dönemde Mecelle çalışması, Gelenbevi’nin Abdünnafi Efendi tarafından yapılan çevirilerin, Cürcani’nin ve Mübarekşah’ın eserlerinin yeninden yayımlaması ve daha pek çok örnek olmuşsa da Batı ile yapılacak mücadelede hem cılız, hem yetersiz, hem niteliksiz ve dolayısıyla da hem de akim kalmıştır. Daha sonrasındaysa Meşrutiyet ve sonrasında mücadele mecrası olarak edebi biçimler, zihni meleke ve emek gerektiren yazı kültürünün bir formu haline dönüşmüş oldular. Herhalde bu ilk karşılaşma, bunun neticesinde fikri karşı gelme, siyasi ve iktisadi alanlardaki geri çekiliş kendisini yazıda da gösterdi ve edebiyat düşüncelerin üretildiği bir mecra,  yayıldığı bir mahreç haline dönüştü. Sonrasında bu mecburiyet zamanla bir gelenek haline dönüştü. Böylece 19. yüzyıl sonrasındaki neredeyse tüm düşünceler kendilerini edebiyatla var olur bir niteliğe büründürdüler. Batı ile bu karşılaşma etkilerini hala sürdürmekte, hukuk, ilahiyat gibi köklü ve tarihi tefekkür mecraları geliştirilememektedir.

 

Mukayese ve eleştiri

 

Edebiyatın genel ölçüsü içerisinde yeni formaların Batı dünyasında görünmeye başlanmasıyla yeni kural ve müesseseler de ortaya çıkmıştır. Bu kurumların başında rekabeti özendirici önlemler gelir. Ayrıca rekabeti sağlıklı bir şekilde yönlendirmeye yarayan başka imkanlardan da söz etmek gerekir. Mukayese ve eleştiri bu bakımdan hem zihni hem de fikri anlamda kuvvetli birer destek mahiyetinde kendisine sağlam bir yer edinmiştir. Batı edebiyat dünyası içinde zamanla kök salmış bir review, diğer bir deyişle değerlendirme geleneğinin varlığına dikkat çekmek gerekir. Değerlendirme yapılırken başka örneklerle mukayesesi edebiyat eserini hem mantık örgüsü içerisinde hem dilim imkanları istikametinde hem de gelenek çerçevesinde denetlenmesini mümkün kılar. Modern anlamda Batı aklının bu keşfi, niteliği ve niceliği ne olursa olsun düşünceyi tahkim ile sonuçlanmıştır. Zira değerlendireme ve eleştiri son tahlilde bir meşvereti oluşturmuş bu da düşüncenin gelişimine olumlu katkılar sağlamıştır. Batı aklında, düşüncenin tüm formlarına ilişkin onlarca eleştiri okulu ortaya çıkmışken Türkiye’de edebiyatın eleştiriden yoksun kalması bu mecranın entelektüel müdahalenin uzağında konum almasına neden olmuştur. Mesela Nouvelles de la République des Lettres, The Sewanee ReviewThe Edinburgh Review ve The New York Review of BooksThe Southwest ReviewThe Yale Review ve The New Yorker gibi değerlendirme dergileri 19. yüzyılda yayın hayatına başlamışlardır. Dolayısıyla bu tercihin kamusal onayla kendine yer bulması edebiyatta bir eleştiri ve değerlendirme anlayışının oluşmamasına yol açmıştır. Sürecin bu devinimi ise Türkiye’de üretilen düşüncenin eleştiriden uzakta bir konfor imkanı sağlaması yüzünden edebiyat alanının tercih edilmesine sebebiyet vermiştir. Sonuç olarak eleştiri en azından nefis için arzu edilir bir düşünsel faaliyet değildir ve fikri anlamda eleştiriden uzakta kalmak onu üreten bakımından hem tek hem özgün hem de ulaşılamaz kılmaktadır. Böylesi karmaşık ve simgesel bir duruş ise düşünceyi ulaşılamaz, dahası eleştirilemez bir konuma dönüştürmektedir. Türkiye’deki edebiyatın eleştiri ve değerlendirme imkanları ile dış etkilere açık olmaması onu güçlendirmemekte, sanılanın aksine kırılganlaştırmaktadır. Öyle olunca Türkiye’deki edebiyatta fikir üretenlerin nispeten bir konfor içinde hareket ettiklerini söylemek mümkün görünmektedir. Çünkü eleştiriyle düşünceler başka düşüncelerle karşı karşıya getirilip öncekiler eksik, gedik, doğru ya da yanlış gibi göreceli kavramlarla bir sınava tabi tutulamıyor, mukayese maruz bırakılamıyor.

 

Sonuç olarak Türkiye’de edebiyatın eleştiriden uzak olması, düşüncenin bu alan üzerinden ilerlemesine de bir şekilde yol açıyor. Bununla ilgili başka bir husus yahut kanıt ise değerlendirme dergilerinin olmaması, olanlarının da kendi epistemik birlikleri çerçevesinde övgüden ileriye gitmemesidir. Türkiye’deki edebiyat alanında bir eleştirinin olmadığını açıkça söylemek icap ediyor. Çünkü az önce de zikredildiği üzere bir eleştiri imkanı olarak tasavvur edilebilecek dergilerin bu görevi yerine getirmemeleri büyük bir eksikliktir. Keza eklektik bir anlayıştan uzakta, eleştiri altında derin övgü süreçlerinin hakim olduğu editoryal yakınlıklar da eleştiriyi mümkün kılamamaktadır. Böylesi bir devinim ise bilerek ya da bilmeyerek epistemik kooperatiflerin oluşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla düşüncelerin de bu birliktelikler üzerinden ilerlemesi öncelikle eleştiri imkanını ortadan kaldırmakta ya da epistemik birlikteliğin kanonuna uygun olup olmama eleştirisinden geçmesi kafi görülmektedir. Elbette bu durumun oldukça makul kimi sebepleri bulunmaktadır. Edebiyatın dış etkilere açık olmaması, dıştan gelecek müdahalelere en kapalı olan alan bulunması bu sebeplerden bazıları sayılabilir. Çünkü misal olarak düşünce hukuk üzerinden ilerliyor olsa doğal bir şekilde dış etkilere daha açık olacaktır. Zira kuşkusuz hukukun edebiyata görece daha evrensel bir niteliği vardır; yahut coğrafyanın veya teolojinin geniş insan toplulukları ve kültürleri kapsaması nedeniyle eleştiri ve dış müdahaleye daha açık bir niteliği mevcuttur. Zira evrensellik niteliği geliştikçe bir düşünce tabii olarak daha çok kişinin ve fikrin etkisine açık kalacaktır. Bu da eleştiri alanının genişlemesine yol açacak ve test edilebilirliğiyle birlikte niteliği yükselecektir. Ancak Türkiye’deki edebiyat kimliği ve tabiatı gereği bunların tümünden uzakta korunaklı bir alanda ilerlemeye çalışmaktadır. Dolayısıyla bahsi edilen bu durum edebiyatın konforlu bir ortam üretmesine neden olmaktadır.

 

Türkiye’de edebiyatın bu konforlu kimliğinin nitelik boyutunun dışında bir de nicelikli konforundan bahsedilebilir. Yukarıda da bir vesile ile zikredildiği üzere yeni bir fikir üretmek için donanım, laboratuar ve benzer maddi ve manevi araçlara duyulan ihtiyaç Türkiye’de ya en az ya da hiç yok mesabesindedir. Dolayısıyla böylesine az imkan ve mesainin neticesinde üretimde bulunmak son derece kolay, arzu edilir bir şeydir.  

 

Edebiyatçı ve eleştirmen kim?

 

Türkiye’de düşüncenin edebiyat üzerinden ilerlemesinin yukarıdaki maddelerle alakalı olan diğer bir nedeni ise edebiyatı oluşturanların profesyonel kimlikleridir. Bu kim

- Advertisment -