Paris’te bir yoksullar hastanesinde doğduğunda anne ve babasının ona verdiği ad Shahnourh Varinag Aznavourian’dı.
Ama adı farklı ve tuhaf bulunan azınlıkların, göçmenlerin ortak kaderini paylaşmış, bütün dünya da onu bu uzun ismi yazmakta ve telaffuz etmekte zorlanan Fransız hemşirenin ona koyduğu adla tanımıştı: Charles Aznavour.
Yoksullar hastanesinde doğmasının sebebi ailesinin geçici bir süre için mülteci olarak Paris’te bulunmasıydı. Çünkü aile Paris’te ABD’ye gidiş için vizelerinin çıkmasını bekliyordu. Vizeleri çıksaydı belki de Amerikalı ünlü bir şarkıcı olarak onu tanıyacaktık. Ama bir ihtimal daha vardı.
Ermenistan valisinin aşçısının oğlu olan babası Ahıskalı bir Ermeni olan Mişa Aznavourian’dı. Hikayesinin ayrıntıları bilinmiyor. Ama büyük bir ihtimalle yoksulluk ya da Kafkasya’daki savaşlar yüzünden başkent İstanbul’a sığınmıştı.
Annesi Knar Baghdassarian da İzmitli varlıklı bir Ermeni tüccarın kızıydı. Şimdiki adı Akmeşe olan Armaş adlı onbin nüfuslu eski bir Ermeni köyündendi. 1915’de ailenin başına tam olarak ne geldiği bilinmiyor. Ama tehcirde ailesinden büyük kayıplar yaşamıştı. Ama o da soluğu tehcirden sonra hala Ermeni nüfusunun yaşadığı İstanbul’da almıştı.
24 yaşındaki Mişa ve 19 yaşındaki Knar İstanbul Moda’da tanışıp evlendiler. Edebiyat okumuş Knar, İstanbul’da çıkan bir Ermeni gazetesinde gösteri dünyasıyla ilgili yazılar yazıyordu. Mişa ise işletmelerde çalışıyordu.
Sonra büyük acıları geride bırakıp diğer Ermeniler gibi ABD’ye göçmeye karar verdiler. İstanbul’dan kaçak olarak bir İtalyan gemisine bindiler. Bir asker gemiye bindiklerini görüp onları son anda engellemeye çalışmıştı ama kaptan ona mani olmuştu.
Ermeni asıllı zengin bir Amerikalı kadın da gemideki bütün kaçak yolcuların bilet paralarını ödemişti.
Gemi önce Selanik’e uğradı. Bir süre orada yaşadılar. Ablası Ayda orda doğdu. Sonra Fransa’ya geldiler. ABD’ye gidebilmek için Paris’teki zorlu göçmen hayatları başladı.
Babası Kafkas adında bir lokanta açtı ve orada müzik yapmaya, şarkı söylemeye başladı. Annesi ise gezici tiyatrolarda oyunculuk yapıyordu.
Ünlülerin ve sanatçıların uğrak yeri olan babasının lokantasında “La Boheme” şarkısında anlattığı hayatları olan insanların içinde büyüdü. Sonra Edith Piaf’la tanışması ve bestesi ve sözleri kendisine ait şarkılarla genç yaşta yakaladığı büyük şöhret. Hikayenin sonrasını bütün dünya biliyor.
Ama Charles Aznavour’un Türkiye hikayesi biraz daha az biliniyor.
İlk defa 1959’da Türkiye’ye gelen ve İstanbul’daki ünlü Kervansaray Gazinosu’nda konserler veren Aznavour, 60’lar İstanbul hayatının en çok sevilen, radyolarda dinlenilen, İstanbul gazinolarındaki konserleri hınç hınç dolan ismiydi. Tatil için Antalya’ya geliyor, şarkılarını Zeki Müren gibi yıldızlar Türkçe’ye çevirip plak yapıyordu. Renkli aşk hayatı dergilerden ve gazetelerden yakından takip edilmekteydi. Bir İstanbul konseri Ermenilerin İsa’nın çarmıha gelişini andıkları kutsal bir güne denk gelince İstanbul’daki Ermeni kilisesini kızdırmıştı.
İstanbul ziyaretleri ile ilgili çıkan haberlerde satır aralarında aslen Ermeni olduğu, Türkçe küfürlerin hepsini bildiği, göbek attığı, rakı içtiği yazılıyordu ama hikayesinin bu kısmının ayrıntısına kimse daha fazla girmemeye özen göstermişti.
Hikayenin ayrıntılarını 1966 yılında ilk kez Charles Aznavour’un yakın arkadaşı, Atatürk’ün silah arkadaşı ve ilk milletvekillerinden Galip Kahraman’ın oğlu işadamı Ferda Kahraman Milliyet’e yazdı.
Charles Aznavour’un Türkiye’ye geldiğinde evinde kaldığı Kahraman, Baba Mişa’nın Paris’te mangalda yaptığı şiş kebaplardan yemiş, uduyla çaldığı Müzeyyen Senar şarkılarını dinlemişti. Çok geniş bir Türkçe plak koleksiyonu olan baba Aznavour’un en büyük hayali bir gün İstanbul’a dönmek, Kadıköy vapurlarından birine binip karşıya geçmek ve oradan Kadıköy ve Moda’yı izlemekti.
Herkesin “Mami” diye seslendiği anne Aznavour ise tam bir Osmanlı hanımefendisiydi. Mükemmel Türkçesi hiç bozulmamıştı. İstanbul ziyaretlerinde muhakkak memleketi İzmit’e de giderdi. Yıkılmış evinin etrafında dolaşır, çocukken kızınca “Dikkafa” diye bağırdığı çapkın oğlunun muhakkak Türkiye’den Ermeni bir kızla evlenmesini isterdi. Bir keresinde Ferdi Kahraman’a şöyle demişti:
“İnsanın doğup büyüdüğü yer gerçek vatanıdır. Bugün hepimiz Fransada’yız. Kocam, evim, barkım, oğlum, kızım, torunlarım. Ama ben Fransa’yı bir türlü vatan edinemedim.”
Charles Aznavour, 1915’i de annesinden öğrenmişti:
“Ben bu meseleyi annemin gözyaşlarıyla keşfettim. Eski fotoğraflara baktıkça ağlardı. Ama hiçbir zaman kinle yetiştirilmedim. Her zaman Türkiye’den ve insanlardan harikulade insanlar olarak bahsederlerdi. Bizim Türklerle çok yakınlıklarımız olduğunu söylerlerdi. Türkler ve Ermenilerin ileride bir gün barışacaklarına inanıyorlardı. Tazminat talep etmeyi hiçbir zaman düşünmediler. Ben de onların yüzünü kara çıkarmadım. Türkiye ve Türkler ile ilgili hep iyi şeyler hissettim ve iyi şeyler söyledim.”
Fakat 1975’den sonra Türkiye’de onunla ilgili iyi şeyler söylenmemeye başlandı.
Çünkü ilk defa 1915’i anlattığı, “Ils sont tombés”, “Devrilip Düştüler” adlı bir şarkı yapmıştı:
“Devrilip düştüler sebep nedir bilmeden / Çölde sürüler gibiydiler, sendeleyip giden / Mahvoldular susuzluk, açlık, demir ve ateşten.”
Şarkının hiçbir yerinde isim, Türkler ya da Türkiye adı geçmiyordu. Daha sonraki röportajlarında bunu özellikle yaptığını, bu olanlardan Türkiye’nin suçlanamayacağını, bunun Osmanlı döneminde olduğu söyledi. Şarkıya gelen tepkileri dindirmek için Türkiye’de gazetelere röportajlar verdi.
Ama artık Türkiye’de tatlı şansonlar söyleyen bir Fransız şarkısı değildi. İstenmeyen adam ilan edilmişti. TRT Genel Müdürü İsmail Cem, şarkılarının radyolarda ve televizyonlarda çalınmasını yasakladı.
Sonra ASALA ve diğer Ermeni terör örgütleri ortaya çıktı. Şiddete karşı olduğunu söyledi, yine röportajlar verip sorunun çözümü için arabuluculuk yapmak istediğini bildirdi. Ama 1984’de Paris’teki Türkiye Büyükelçiliği’ni basan dört ASALA teröristinin yargılandığı davaya bir mektup göndererek “Şiddete karşıyım ama kalben köklerinden kopmuş bu gençleri mahkum edemiyorum. Bir kereliğine affedilmelerini isterim” deyince Türkiye’den okları yeniden üzerine çekti.
Sonra tekrar siyaset unutuldu. Güzel şarkıları yeniden her yerde çalmaya başladı. 1992’de TRT-2’de bir konserinin yayınlanması üzerine, yıllar önce hayatının anlatıldığı Milliyet gazetesinde şöyle bir haber çıktı:
“Türk düşmanlığı kokan şarkıları ve faaliyetleri ile tanınan Ermeni asıllı Fransız şarkıcısı Charles Aznavour dün TRT’de yayınlanan programı kamuoyunun büyük tepkisine yol açtı. Program devam ederken gazetemizi arayan okuyucular, TRT’nin vurdumduymazlığını ser dille eleştirerek şunları söylediler: “TRT ne yapmak istiyor? Sabah televizyonlarımızda Şırnak’tan yapılan röportajlarda vatandaşlar “Bu olayların arkasında Ermeniler var , Uyumayalım” mesajları verip dikkat çekerken aynı gün öğleden sonra Türk düşmanlığıyla tanınan Charles Aznavour, Şırnaklılarla alay edercesine üç kez atakta alkışlanışını göstermek onu ve düşüncelerinin propagandasını yapmak nedir, kime hizmettir, bu ne gaflettir”
Sonra tekrar şarkılar ağır bastı, siyaset unutuldu. Ermenistan’la yakınlaşmalar başladı. Tabular yıkıldı. Charles Aznavour bu yakınlaşmayı teşvik eden açıklamalar yaptı. Ama 94 yıllık ömrünün son zamanlarında kadar konserlerine devam eden Aznavour bir daha Türkiye’de konser vermedi. En büyük dileklerinden biri ölmeden önce Ermenistan-Türkiye sınır kapısının tekrar açılmasıydı.
Charles Aznavour, 94 yaşında Paris’te hayatını kaybetti. Vefatının ardından tekrar siyaset unutuldu, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de internette, televizyonlarda, radyolarda şarkıları çalınarak Fransız müziğinin son büyük yıldızına veda ediliyor.
Bir ihtimal daha vardı. Yıllar sonra bir röportajında o ihtimali şöyle anlatmıştı:
“Halklarımız arasındaki ayrışma olmamış olsaydı, bu ihtilaf ikinci ve üçüncü kuşakların hafızasına bu kadar derin biçimde nakşedilmemiş olsaydı şimdi belki de dünyanın en tanınmış Türk şarkıcısı olacaktım. Kendimi her şeyden önce Türk sayacaktım.”
Türkiye’de birbirimize kızdığımızda “burası senin babanın çiftliği mi” deriz. Aslında bu sorunun cevabı herkes için “evet”tir. Evet burası hepimizin annesinin ve babasının çiftliği. 100 yıl önce buralardan gitseler de Charles Aznavour’un annesinin ve babasının da çiftliğiydi.
Ama bu çiftliği paylaşmayı ve birlikte kullanmayı öğrenmeliyiz. Çünkü Türkiye ancak onu paylaştıkça büyüyecek ve gerçekten hepimizin olacak.