Birinci fanteziRay Kurzweil Amerikalı bir bilgisayar mühendisi mucit ve de kendi seveceği bir deyimle gelecekbilimci (futurologist). Kendi tasarımladığı, görme engelliler için yazılı dokümandan sesli konuşma üreten aygıt ile piyasada ilk kez varlığını duyurdu ve daha sonra bu teknolojinin etrafında, müzik enstrümanlarının seslerini sentezleyen, ya da ticari boyutlu ve geniş vokabülerli konuşmayı yazıya dönüştüren çeşitli aygıtlar ile hem zengin oldu, hem de ABD başkanı Clinton’un elinden 1999 yılının Teknoloji ve İnnovasyon Ulusal Madalyası (National Medal of Technology and Innovation) ödülünü aldı. Bunun yanısıra, burada saymakla kolay tükenmeyecek çok sayıda ödül ve methiyenin sahibi olan Kurzweil hakkında ek bilgiler için Wikipedia iyi bir kaynak.Girişimcilik ve mühendislik yönleriyle ticari yönden yeterince ödüllendirilmiş olan Kurzweil’ın, yine Wikipedia’ya göre, beşi “ulusal çok satan” (national bestseller) kategorisine giren yedi kitabı var. Bu kitapların çoğu, satış durumlarından da anlaşıldığı gibi, teknik kitaplar olmaktan çok, gelecek üzerine öngörüler içeren yapıtlar. Birazdan ele alacağım, 2005 tarihli ve belki de en ünlü kitabının adı Tikellik Yakında (Singularity is Near).Tikellik genellikle matematikte, fizikte ve felsefede kullanılan bir kavram. Bir grafik belli bir noktada sonsuza uzanıyorsa, o grafiğin simgelediği sistem söz konusu noktada “bir tikelliğe sahip” denir. Daha basite indirgenmiş gündelik dilde yorumlarsak, tikellik ânı tarihsel bir olayın belli bir gelişme noktasında patladığı, ya da Marksistlerin seveceği bir ifade ile nicelikten niteliğe dönüştüğü andır. Mesela Fransız Devrimi böyle bir tikellik anı olarak yorumlanabilir.Kurzweil ise kendi kitabında yaklaşan tikellik ânını insanlığın tümünü derinden etkileyecek bir teknolojik patlama noktası olarak görüyor. Bizi bu tikellik ânına doğru yaklaştıran olayı, Kurzweil’ın abartılmış kavramlarından bir miktar arındırarak açıklamaya çalışayım.Bugün yaşamakta olduğumuz internet, cep telefonu, medya teknolojileri ve bunların üzerine bindirilmiş her çeşit facebook , twitter gibi bütün güzellik ve tuhaflıklar, tek bir teknolojik altyapının: mikroelektroniğin üst-ürünleri.1960’lı yıllardan itibaren elektronik teknolojileri bir küçülme sürecine girdi. Bilgisayarlarınızın içinde yatan işlemci çiplerin imalatçısı Intel şirketinin kurucularından Gordon Moore bir öngörü ortaya attı. Bu öngörüye göre, elektronik devrelerin verimi (verimden kasıt, hızda artış, fiyatta düşüş ama en önemlisi birim alan üzerine sığdırılabilen devre elemanı sayısı) her 18 ayda iki kat artıyor. Bu teknolojinin gelişmesine ilişkin bu öngörü o kadar isabet verdi ki — yani gerçeklerle o denli bağdaştı ki — bundan böyle aynen bir doğa yasası muamelesi gördü ve bu yüzden Moore Yasası adını aldı. Basit bir örnek: ABD’nin Kaliforniya Üniversitesi’nin Berkeley kampüsünde 1970 yılında, zamanının en gelişkini olan CDC 6600 markalı bilgisayar, 30.000 öğrencili tüm üniversiteye hizmet veren devâsâ bir merkezde kuruluydu. Aradan kırk beş yıl, yani otuz adet 18 ay geçti. Moore Yasası’na göre mikroelektronikte verim o zamandan bu zamana 230 kat, yani kabaca 1 milyar kattan fazla arttı! Yani zamanında 30.000 kişiye hizmet veren bu dev bilgisayar kompleksi, bugün 1 milyar kere daha küçülmüş olarak, tırnağımızdan da küçük bir alana sığıyor. Bilim kurgu gibi!Moore Yasası’nın daha ne kadar süre geçerli olacağı, çok tartışılan bir konu. Ama mikroelektroniğin öngörülebilir gelişmesinin günümüzde de sürmesi ile, çağdaş teknolojinin ana maddesi olan mikroelektronik-optik altyapılar moleküler boyutlara doğru evriliyor. Bu gelişmenin sonucunda oluşacak teknolojinin adı da — bir sonraki teknolojik fantezide ayrıntılandıracağımız gibi — şimdiden belli oldu: nanoteknoloji.Nanoteknoloji, nanometre boyutlarında (uzunluk ölçütü olarak bir nanometer, milimetrenin milyonda biri) olan cisimler ile oluşturulacak teknolojilere işaret ediyor. Bu boyutlarda bildiğimiz bir teknoloji var. O da canlı doğanın ta kendisi ve mühendisi de evrim süreçleri. İşte bu nedenlerle de, başta çok daha masum gözüken Moore Yasalı mikroelektronik süreci, bizi yavaş yavaş moleküler boyutlarda mühendislik yapma yeteneğine, yani nanoteknolojinin ufuklarına doğru ilerletiyor. Nanoteknolojinin ya da moleküler mühendisliğin neden olabileceği yeni dünyalar, sevelim sevmeyelim, bugünün teknolojik olanaklarıyla karşılaştırılamayacak ölçüde ve zaman zaman dehşet verici özelliklere sahip. İşte Kurzweil iyimser bir tonda, hayal gücünü de en üst düzeyde tutarak bizi bu olası dünyaya alıştırıyor.Kurzweil gelecek öngörülerini birbirleriyle ilişkili üç teknoloji üzerinden kuruyor. Kısaca GNR olarak adlandırdığı bu üçlü, Genetik, Nanoteknoloji ve Robotik teknolojilerini kapsıyor.Kurzweil’ın bize sunduğu gelecek şöyle. Önce genetik adım. Mikroelektronik ve optik teknolojileri ile insan beyninin haritası yüksek bir çözünürlük (resolution) ile çıkarılacak; bu harita üzerinde yapılacak araştırmalarla insan beyninin tüm çalışma ayrıntıları, yani evrimsel mühendislik tasarımı, “tersten mühendislik” (reverse engineering) yöntemleri ile çözülecek. Tersten mühendislik, üretilmiş bir ürünü inceleyerek onun analitik bir modelini çıkarabilmek ve böylece tasarım (design) ve üretim sırlarını çözmek demek. Tipik bir örnek: Ruslar düşen bir Amerikan uçağına tersten mühendislik yöntemleri uygulayarak uçağın tasarım ve üretime ilişkin teknolojik püf noktalarını öğreniyor.Kurzweil’a göre bu 10-15 yıllık bir iş (bu bağlamda, gerek ABD gerek AB içinde insan beyni üzerine yapılan araştırmaları yoğunlaştıran yeni parasal destekleri unutmayalım). Bu süreç içinde bilgisayarlar moleküler boyutlara kadar küçülüyor ve bu bağlamda üretilen nano-robotlar (nanobotlar) gıdayı vücuda dağıtmak, dışkı yönetimi ve zararlı bakteri veya virüslerle mücadele gibi insan metabolizmasını yöneten temel işlevleri akıllı bir biçimde yerine getiriyor. Hastalıklara son!Beynin analitik çalışma modeli ortaya çıkarıldıktan sonra, nanoteknoloji iş başında. Söz konusu beyin modelinin mühendislik tasarımı, silikon tabanlı mikroelektronik-optik teknolojilerle donanımlı makinalara (robotlara?) işleniyor. Böylece çok yavaş ve sulu kimyasal ortamlarda çalışan insan beyninin silikon yapılı katı mikroelektronik versiyonu ile çok daha verimli ve hızlı bir teknolojiye sahip yeni makinalar (robotlar), insanlardan kat kat üstün bir zekâ peydahlıyor.Kurzweil’a göre, bu süreç içinde insanlığın en revaçta etkinliklerinden biri de sanal yaşamın getirdiği yeni olanaklara dayalı olacak. Beyin üzerinde kurulan seçici kontrol ile, rüya ile gerçek arasında fark kalmıyor ve insanlar her çeşit programlanmış fanteziyi sanal olarak yaşama olanağına kavuşuyor. Sanal yaşam en büyük ticari sektörlerden biri oluyor. Beynin analitik modeli çıkarıldıktan sonra felsefecilerin en çetin problemi olan “sübjektivite” sorunu da çözülüyor. Yani iki farklı bireyin yaşadıkları aynen birbirlerine aktarılabiliyor.Kurzweil’a göre, silikon teknolojili zekaya sahip yeni makinalarla aşık atabilmek için insan türü — en azından bir [zengin? güçlü?] bölümü — yeni bir fiziksel varlığa (vücuda) sahip olacak. Kurzweil makinaların güçlü beynine sahip bu yeni insan türüne “kiborg” (cyborg) adını veriyor. Bu yeni kiborg türü esnek ve birçok biçime girebilen özelliklere sahip.Nihayet asıl tikel ân geliyor. Kurzweil’a göre 2045 yılı geldiğinde insanlığın temel sorunu çözülüyor: ölümsüzlük gerçekleşiyor ve ömür sonsuzluk kazanıyor.Bu fanteziyi Kurzweil’ı izleyerek biraz daha sürdürürsem — ki 2045 sonrası öngörüleri kanınızı dondurabilir — eminim Kurzweil’ı görülmemiş bir şarlatan, beni de bu şarlatanın yamağı olarak görebilirsiniz. Ama dikkatli olun: Kurzweil, Google gözlüğünü, şoförsüz Google arabasını, Google sitelerinde yer alan çok sayıda otomatik tercüme olanaklarını, yeryüzündeki tüm kitapların elektronik ve internet ortamına sunulma projesini ve daha birçok dudak uçuklatacak türden uygulamaları yaratan; belki de dünyanın bir numaralı teknolojik inovasyon şirketi olan Google’ın mühendislik direktörü ! Zaten yukarda adını andığım kitabını okuyacak sabrınız varsa, Kurzweil’ın birikimi ve zekâsı hakkında kendiniz bir fikir sahibi olabilirsiniz.Yine de Kurzweil fantezilerinin birçoğunun önerdiği zaman aralıkları içinde gerçekleşemeyeceği, bazılarının ise hiç gerçekleşemeyecek fanteziler olduğu görüşündeyim. Bu görüşlerimin arkasında yatan nedenler fazla teknik olduğu için, belki tartışma yeri burası değil.Ama şu kadarını söylemem gerek: öngörünün katılmadığım odak noktası, insan beyninin “tersten mühendislik”le modellenmesi. Çünkü bilim ve teknoloji dünyasında yer alan her analitik modelleme, mantık ve matematiğe dayalıdır. Biyolojide yer alan birçok sorunun, özellikle de insan beyninin modellenmesindeki karmaşıklık sorununun, mantıksal veya matematiksel hesaplanabilirlik sınırlarını aştığı kanısındayım. Eğer böyle olmasaydı, söz konusu insan davranışlarının nedenselliği — allah göstermesin! — çözülebilirdi ve insanların davranışları doğa yasalarına bağlı olaylar gibi, aynı kesinlikle öngörülebilirdi.Burada hemfikir olduğum kişi, 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden olan dilbilimci Noam Chomsky. Şöyle bir düşünce deneyi öneriyor Chomsky: nasıl ki, diyelim fareler, yiyecekleri bir labirent içinde asal sayılarla (kendileri ve 1 dışında hiçbir sayıya bölünemeyen tam sayılarla) numaralanmış hücreler içine konduğu vakit, beyinlerinin genetik yapıları yetersiz olduğu için, yiyeceklerin yerlerini şartlanarak öğrenemiyeceklerse (Chomsky bu öğrenilememe durumunu fare türünün bir “gizemi” (mystery) olarak adlandırıyor), insan türünün de genetik yapılarından dolayı idrak bile edemeyeceği gizemler olabilir. Belki de insan türünün gizemlerden biri, insanın, ister kendinin ister başka bir bireyin davranışındaki nedenselliği hiçbir zaman — bir matematiksel model ile hesaplanabilen kesinlikte — çözemediği ve çözemeyeceğini; dolayısıyla bu davranışların, etkileyici yan faktörler bir yana, özgür bir irade sonucu olduğunu kabullenmesidir.Doğru veya yanlış, yukarıdaki Kurzweil eleştirim yanlış anlaşılmamalı. Kurzweil’ın birçok öngörüsü daha şimdiden gerçekleştiği gibi, gerek genetik, gerek nanoteknoloji, gerekse robotik konularındaki öngörülerinin küçük bir bölümü bile gerçekleşse — ki kanımca önemli bir bölümünün gerçekleşme olasılığı yüksek — yaşamı radikal bir dönüşüme uğratacağı hiç kuşku götürmez. Aşağıda ele alacağım diğer iki fantezi bu görüşlerimi daha da pekiştirecek.İkinci fanteziEric Drexler doktorasını ABD’nin MIT üniversitesinde tamamladı. Doktora tezini içeren ve 1986 tarihli Yaratıcılığın Motorları (Engines of Creation) adlı kitabıyla ün yaptı. Drexler kitabında ilk kez kullandığı nanoteknoloji sözcüğünün yaratıcısı olarak biliniyor. 2014 yılında basılan Radikal Bolluk (Radical Abundance) adlı kitabı ise ikinci fantezimizin ana konusu.Drexel’e göre, zaman içinde nanoteknoloji sözcüğü eksik anlaşıldı ve araştırma fonları doğru yönlendirilmedi. Nanoteknoloji, malzeme bilimcileri ve kimyacılar tarafından, özünde kimya tekniklerini kullanan ve moleküler tekniklerle yeni malzemeler yaratan bir alan olarak algılandı. Halbuki baştan beri Drexler’in amacı çok daha radikaldi: nano boyutlarda makinalardan oluşan moleküler imalat sistemleri kurmak.Yukarda sözünü ettiğim yeni kitabında kullandığı ana kavram, Atom-Kesinlikli İmalat (Atomically Precise Manufacturing = APM). Kavram basit: üretilen aygıtların parçaları moleküllerin ve atomların yerli yerine oturtulması ile sağlanacak. Kendi sözlerinden izleyelim:Öyle bir dünya düşünün ki, toplumumuzda kullanılan aygıtlar ve mallar uzaklardan erişen bir tedarik zinciri sonucu değil, (hacmi küçük) yoğun ve hattâ masa-üstü boyutlardaki makinalar tarafından üretilsin. Devâsâ bir otomobil fabrikası ve onun milyonlarca dolarlık makinaları yerine, otomobillerin garaj boyutunda bir mek3anda ucuz, mikroskopik parçalarla monte edildiğini ve bu üretimin dakikalar içinde gerçekleştiğini düşünün. Burada Drexler’in masaüstü üretim sisteminden anladığı şu:1) Hammaddeyi saf moleküler kompozisyonuna indirgemek.2) Bu hammaddeyi ve kendi kendini düzenleyen kimyasal reaksiyonları kullanarak, hem moleküler üretim makinalarını hem aynı “lego” parçaları gibi standart mikro-blokları üretmek.3) Kendi kendini düzenleyen kimyasal reaksiyonlar ile, bu kez moleküler yapıları istenen yerlere yerleştirecek kontrol mekanizmalarını da kullanarak, daha büyük blokları ve bu blokları üretecek makinaları beraberce üretmek.4) Nihayet, kendi kendini düzenleyen kimyasal reaksiyonlar ile yerleştirme kontrol mekanizmalarını peşpeşe kullanarak, son ürünü üretmek.Sayısal enformasyon teknolojilerinin belkemiğini standartlaşmış sayısal veriler oluşturuyor: meselâ bir müzik parçasının bellekte saklandığı biçim, müziğin üretilmesi için meydana getirilen sayısal bir veri dizisinden oluşuyor. Bu diziyi bellekte tutabildiğimiz gibi, parça parça ve istediğimiz sırada farklı mekânlara da yollayabiliyoruz. Sayılar ve sıra numaraları belli olduğu sürece, bu sayı dizisinden üretilen müzik standard; her mekânda tıpatıp aynı tınıyı oluşturuyor. Gürültü veya belirsizlik yok. Ortamlar arası değişmeyen bu standard durumu, sayısal verilerden oluşmuş görüntülerde de izleyeebiliriz. Ses, zaman içinde yayılan sayısal verilerin; görüntü ise iki boyutlu mekânsal verilerin sentezi sonucu oluşuyor.Drexler önerdiği APM sisteminin, enformasyon dünyasında varolan, sayısallaşmaya dayalı, gürültüsüz ve hatâsız ses veya görüntü üretiminin, uzay boyutlarına, yani nesnel maddeler dünyasına aktarılmış ve orada istenen herhangi bir cismin üretilmesini sağlayan bir genellemesi olduğunu ifade ediyor. Burada sayısal enformasyondan hareketle ses veya görüntü sentezlemenin karşılığı, moleküllerin atom-kesinlikli (atomically precise) biçimde birleştirilerek cisimlerin sentezlenmesi. Nasıl ki ses veya görüntülerden elde edilen sayısal verilerden, belli bir yazılım ve sistem ile, aynı ses veya görüntüyü elde ediyorsak, bu kez de belli bir tasarım ile temsil edilen bir cismi, gerekli üretim yazılımı ve sistemiyle, atom ve moleküllerden başlayarak, aynı bir kazak örer gibi, moleküllerin yerleri tam olarak belirlenmiş bir biçimde masa-üstü bir sistemde üretebiliyoruz.Drexler’in önerdiği “moleküler fabrika”nın çok kaba bir versiyonu, prezisyonda (hassaslıkta) moleküler düzeye inemeyen, ancak tümüyle otomatik bir biçimde çalışan 3-boyutlu basıcılar (3D printers). Bunlar bugün ticari olarak satılıyor. Bu aygıtların daha sofistike olanları, uçaklar için kritik parçaları ürettikleri gibi insan uzvu üretecek düzeylere doğru da evriliyor. Tabii Drexler’in önerdiği sistem bunun çok ötesinde ve hayal gücümüzü zorlayacak boyutta: fabrika, lojistik, tedarik zinciri gibi kavramları tarihe gömdüğü gibi, kitabın başlığından da anlaşılacağı üzere ve burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz nedenlerden dolayı, görülmemiş bir bolluk yaratacak potansiyele sahip.Peki, Drexler bu hayali gerçekleştirmek için biyolojiden mülhem, bizleri ve canlıları üreten ve büyüten DNA kaynaklı biyokimya dışında başka bir teknolohi örneğinden esinleniyor mu?Drexler’e göre biyokimya ve biyoloji bir ilham kaynağı olmakla beraber, önerdiği APM sistemine bir model oluşturamıyor. Çünkü biyoloji sulu ortamlarda et ve kemik ile çalışan bir sistem. Sulu ortamlar moleküler boyutlarda izlendiğinde katı ortamlardan farklı olarak çok yüksek bir kinetik enerjide çalışıyor — yani moleküller öyle hareket halinde ki, bir görüntü uğultusu gibi ve gözle izlemek olanaksız — ve bu nedenle, normal bir imalat sistemi gibi standart işlemler yapabilecek bir kararlılığa sahip değil. Sonuçlar aynı biyolojide olduğu gibi istatistiksel, yani önemli ölçüde belirsizlikleri içeriyor. Bu da disiplinli çalışması ve standard mal üretmesi gereken bir imalat sistemine uymuyor.Bir an için olayın zorluğunu kavrayalım. İlmik ilmik yün ören ve örülmüş parçaları birleştiren bir sistem düşünün. Ancak ilmikler teker teker değil peşpeşe bloklar halinde örülüyor ve ören bir insane — yani dıştan bir müdahale — olmadığı için, bu işi gerçekleştirecek standard makinaları da bu süreç içinde üreten bir tasarımın, otomatik olarak çalışması gerekiyor.Drexler’in bel bağladığı, standard moleküler parçaları ve bu parçaları üreten makinaları peşpeşe üretecek ve bu süreci gitgide büyüyen parçalar üzerinde otomatik olarak gerçekleştirecek olay, kimya alanındaki birikimin zenginliği. Bu birikimin boyutlarını Drexler’den izleyelim :Amerikan Kimya Odasının (American Chemical Society) Kimyasal Özetler Servisinde (Chemical Abstracts Service, CAS) yer alan kayıtlarda (şu anda) 67,883,986 (çoğu sentezlerde kullanılan) “ticari sunuma hazır kimyasal” ve 56,703,135 sentetik süreç tanımlanmış durumda. CAS raporlarına göre söz konusu kayıtların şu anki büyüme hızı dakikada 10’u aşıyor.Drexler, yukarda özetlediği kimyasal birikimin, bir kontrol sisteminin denetiminde seçilmiş kimyasal reaksiyonları ateşleyecek ve böylece moleküler yapıları ve bunları üreten moleküler makinaları yerli yerine yerleştirecek bir sistemin tasarımına olanak vermesinden söz ediyor.Drexler’in APM sistemine eleştiri, Nobel ödüllü bir kimyacı olan Richard Smalley’den geldi. Smalley’e göre, molekülleri birleştirme işi ancak biyolojide olduğu gibi sulu ortamlarda gerçekleşebilir ve Drexler’in hayal ettiği katı ortamlara kimya kolay kolay izin vermez. Buna Drexler somut örneklerle yanıt ve karşılık verdi. Smalley’in 2005 yılında vefatından sonra bu tartışma — Drexler kampında yer alan Kurzweil’ın da içinde olduğu — iki kamp arasında sürmeye devam ediyor. Kimin haklı olduğundan öte, sorun bu yaklaşımın gelecekte nasıl ürünler vereceği. Şu kadarı kesin: Drexler’in isim babalığını yaptığı nanoteknoloji, başta ABD, AB, Japonya, Çin ve hattâ ülkemiz olmak üzere tüm dünyada en stratejik alanlardan biri hali,ne geldi. Bu nedenle yakın gelecekte hepimizi derinden etkileyen enformasyon teknolojilerini sollayıp, yaşam (biyoloji, tıp) ve imalat alanlarında mucizeler yaratmaya aday olacak.Üçüncü fanteziGeorge Church, Harvard Tıp Fakültesinde professor; aynı zamanda Harvard Üniversitesi’ndeki Wyss Biyolojiden Mülhem Mühendislik Enstitüsü’nün (Wyss Institute for Biologically Inspired Engineering) kurucu ve çekirdek üyesi. Burada kullanacağımız, bir bilim gazetecisi olan Ed Regis ile beraber yazmış olduğu Regenesis kitabı.Church iki alanda isim yapmış bir bilim adamı ve mühendis. Bunlardan biri, insanlar için kişisel genom dizisinin saptanmasını ekonomik kılarak, bu konuda çok sayıda insanın — yani bunu özel yaşama bir tasallut olarak görmeyenlerin — gönüllü katkısıyla kişisel genomları biriktirmesi. Church’ün bu alandaki katkısı biyolojiden çok bilgisayar alanına giriyor. Çünkü genom dizininin saptanmasını hızlandırmak için kullandığı teknik, paralel hesaplama; yani hesaplamayı sırayla yapmak yerine, genomun birçok bölgesini aynı anda hesaplayabilen bir sistem kuruyor.Church’ü meşhur eden ikinci alan “sentetik biyoloji”. Sentetik biyoloji, adı üstünde, yapay yaşam yaratma teknikleri. İlgi çeken girişimlerinden biri, “nesli tükenmiş” kavramının sonunu getirmek ve böylece biyolojik yaşam çeşitliliğindeki zenginliğe katkıda bulunmak.Bu konuda bilinen bir örnek, nesli 2000 yılında tükenmiş bir Pirene Ibex keçi türünün, DNA’sı kullanılarak farklı türden bir anne tarafından doğurtulmasıydı. Ancak iki yıl önceki bu tarihsel girişim, çok kısa süren bir “tükenmiş nesli geri getirmek” deneyi oldu: yeni doğan bebek birkaç dakika sonra öldü.Bu olgu bir imkânsızlığa işaret etmekten çok, doğru yolda bir umudu kamçıladı. Bu yolda Church, sentetik biyoloji birikiminden de yararlanarak, Steven Spielberg’in Jurassic Park (1993) filmini yaşama geçirmeyi planlıyor. Spielberg ünlü bilim kurgu yazarı Michael Crichton’un bir kitabından yola çıkıyor; nesli tükenmiş dinozorların genetik tekniklerle bir park içinde tekrar yaşama kazandırılmasını bir heyecan ve korku filmi olarak ele alıyordu.Church’ün bir projesi, nesli tükenmiş Tüylü Mamut (Woolly Mammoth) türünü yeniden yaşatmak. Ancak burada işin içine gerçek sentetik biyoloji giriyor, çünkü söz konusu mamutun komple DNA’sı yok; ancak fosillerden elde edilmiş bölük pörçük DNA bilgileri var. Bu durumda Church’ün yaklaşımı, bu bilgilerden hareket ederek mamut DNA’sını yeniden inşa etmek. Bunu yapmak için, diyelim benzer bir mahlûk olan bir filin DNA’sı üzerinde gerekli değişikliklerle, ondan mamut DNA’sına benzer bir DNA elde etmek. Bu DNA’yı dişi bir filin yumurtasına yerleştirip hamile bırakınca, doğacak bebeğin nurtopu gibi bir mamut — ya da bir benzeri – olacağını ummak.Yaklaşık yirmi yıl önceki bir bilim kurgu konusunu bugün ciddî bilim dünyasının tartışıyor olması kimseyi şaşırtmamalı. Çok popüler olan Harry Potter filmlerinin ilk seyrettiklerimden birinde, okunan bir gazetedeki resmin canlanıp harekete geçmesi bende bir hayret ve hayranlık uyandırmıştı. Bugün kitap ve dergilerin çoğunu iPad ile okuduğumdan resimlerin video olma özelliğine öylesine alıştım ki, normal bir gazete veya kitap okuduğumda resmin üstüne basıp hareket etmesini veya kelimenin üstüne basıp lügatın fırlamasını bekliyorum. Geçen süre on yıldan az!Yine televizyonda seyrettiğimiz, bundan 20-30.000 yıl önce yaşamış vahşi Kaplan türü yırtıcı mahlûkların kavga ve avlanmalarını gerçek bir dokümenter lezzetinde izlemek bize normal geliyor. Belki bu hayvan türlerinin biyolojik gerçeklerini şimdilik üretemiyoruz ama 3-boyutlu görüntülerini inanılmaz bir gerçeklik ile ekrana yansıtabiliyoruz.Church’ün mamut projesinin yanı sıra, DNA’sı sınırlı bilgilerden hareketle yeniden üretilecek bir diğer projesi de, yaklaşık 50.000 yıl önce yaşamış olan Neandertal insan. Çok-uluslu çabalarla, orijinaline yakın tamir edilmiş bir Neandertal insan DNA’sı üretilerek, maceraperest bir annenin döllenmesi yoluyla gene nurtopu gibi bir Neandertal insan bebeğimiz olabilir mi? Acaba?Sentetik biyoloji herkesin tüylerini diken diken eden şu konuyla da uğraşıyor: suni yöntemlerle doğada hiç olmayan DNA’lar üretmek ve bununla yeni canlı mahlûklar yaratmak. Ya da, insanları daha akıllı, daha güzel, daha atletik, daha cesur yapabilmek — yani doğal görüntü ve yeteneklerini aşmalarını sağlamak. Bunun için gerekli genetik transhumanism (insan-ötesi) manipülasyonları da Church’ün ilgi alanı içinde. Meselâ Church biraz da şaka yollu şöyle diyor: daha fazla konfor için evleri büyütmek yerine insanları küçültmeye ne dersiniz ?Bu projelerin tümüne isyan edebilir ve etik-dışı bulabilirsiniz. Tarihin Sonu (The End of History) kitabının yazarı Francis Fukuyama, Foreign Affairs dergisindeki bir makalesinde, eşitlik ilkesini berhava etme potansiyeli nedeniyle transhumanism projesini zamanın en tehlikeli projesi olarak nitelendirdi. Church’ün kitabında buna olan tepkisi, burada ayrıntısına girilmeyecek ölçüde bir omuz silkmeden ibaret.Fantezilerin düşündürdükleriYeni teknolojiler yeni olanaklar oluşturur. Bu olanaklar ilk başta macera konusu olur; daha sonra ekonomik ufuklar açar. Teknolojik olanağın açtığı kapağı daha sonra kapamak çok zordur. Üzerinde hangi etik baskı olursa olsun, en kötüsü fiili veya stratejik bir askeri tehdit silahı olarak kullanılabilir — nükleer bomba örneğinde olduğu gibi. Ya da en iyi ihtimalle, bugün içinde yüzdüğümüz internet ve bilgisayar dünyası ile onun sevimli veya sevimsiz sosyo-kültürel türevleri, yaşam biçimimizi derinden etkiler.Geleceği öngörebilmek zorluklarla dolu bir iş. 19. yüzyılda zamanın çevrecileri, herhalde Paris’in en önemli trafik sorununun, trafik yoğunlaşmasıyla oluşabilecek at dışkısı yığınlarından kaynaklanacağını söylüyordu. Bu tahminlerin yapıldığı dönemde, içten yanmalı motorlarla çalışan otomobilleri ve bunun trafikte oynayacağı rolü görebilmek, olağanın üstünde teknolojik bir vizyon gerektiriyordu. Belki yukarda fantezi olarak nitelediğim öngörüler de size hayalci gelebilir; ayrıca, bunların ne ölçüde gerçekleşeceği hakikaten tartışmalı bir konudur.Ancak bu üç fantezinin; asıl önemlisi, bu fantezilerin dayanağı olan teknolojinin gelişme yönü o kadar belirsiz değil. İnsanlık tarihinde ilk kez mikroelektronik ile ateşlenen küçülme teknolojileri, insanlığa moleküler boyutlarda mühendislik yapma; bu yolla ve olumlu-olumsuz tüm yönleriyle üretim süreçlerine olduğu kadar yaşam süreçlerine de radikal bir biçimde müdahale etme olanakları tanıdı, tanıyor.Muhazafakârlık ile tutuculuk arasında hassas bir çizgi vardır. Muhazafakârlık, adı üstünde — ve olumlu bir özellik olarak — toplumda varolan değerleri, gelenekleri, inançları ve bunlara dayalı insan ilişkilerini “muhafaza” etmeye yönelik bir siyaset ve yönetim anlayışıdır. Ancak değişen bir dünya içinde bazı değer ve inançları muhafaza etmek zorlaşabilir ve bu durumlarda muhafaza etme eylemi zorlayıcı, yani “tutucu” bir niteliğe bürünebilir.Muhazafakârlığın en belirgin olduğu ideolojik alanlardan biri, asırlar boyu varlıklarını sürdürmüş olan büyük dinlerdir. Tarih boyunca dinlerin taşıyıp getirdiği inançlar ve onlara dayalı olarak oluşturulmuş yönetim biçimleri, özellikle yeni bilgi ve teknolojilerin açtığı olanaklara ters düşüp tutuculuğa dönüştüğü vakit, tıkanıklıkları açmak için iki strateji görüyoruz.Bu stratejilerden biri, dine dayalı tüm eylemleri bir yasaklama kapsamı içine alıp, yerine akla dayalı olduğu ifade edilen ve Aydınlanma çağının çocuğu olan bilimi geçirme politikasıdır. Bu politikanın ilk örneği Fransız Devrimi ile gerçekleşmiş; zaman içinde terör sözcüğünün tanımı olarak kullanılan kısa ve dramatik bir döneme yol açmış; nihayet 19. yüzyıldan itibaren pozitivizm tartışmaları içinde etkenliği kısılarak azalmıştır. Aynı doğrultuda ikinci bir örnek, 1917 Rus Devrimi ile gerçekleşen Sovyetler Birliği’nde gözlenir. Burada da din gerek Ortodoks gerek Müslüman çevrelerde yasaklama kapsamına girmiş; doğan ideolojik boşluk yine pozitivist bir bilimcilik ideolojisiyle — Marksizmin bilimin doğal bir sonucu olduğu iddiası da kullanılarak — ikame edilmiştir. 1989 sonrasında Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle bu yaklaşım da iflas etmiş ve Ortodoks kiliseler, tüm görkemli ritüelleri ve şarkılarıyla dolup taşmaya başlamıştır. Sovyetlerden kopan Müslüman cumhuriyetlerde de camiler ve bütün din kurumları normal işlev ve ritüellerini sürdürme olanaklarına kavuşmuştur. Son bir örnek Türkiye Cumhuriyeti’dir. Geçen doksan yılın yasaklayıcı laiklik politikalarıyla vardığımız yer üzerinde fazla söz etmeyi gerekli bulmuyorum.İkinci stratejiyi anlamak için ise, tekrar din ideolojilerinin oynadığı ikili role dönelim. Dinin bir boyutu, kültürün içinde derinlemesine yer alan ve insan ilişkileri ile yaşam ritüellerinin bir bölümünü yaratan inanç ve geleneklerden oluşmasıdır. Dinin, felsefe gibi nedensellik zincirinin dışına taşan spekülatif düşünce biçimlerinden farkı, inançları bir akıl süzgeci ile tartışmaya açık olmaması, ya da en azından bu tartışmaların genellikle somut bir sonuç yaratamamasıdır. Yani, dini inançlar mutlak olma gibi bir özelliğe sahiptir. Peki, yaşamın getirdiği zorunlu değişim koşullarında — mesela bilim ve teknolojide yer alan gelişmelerin zorladığı durumlarda — bir yandan mutlak inançların ve bu inançların yücelttiği değerlerin muhafaza edilebilmesi, diğer yandan tutuculuk ve yasaklama ile zamanın ruhuna kapıları kapamamak, nasıl sağlanacaktır ?Bu sorunun yanıtı gene bir kısım tarihsel örneklerde yatıyor. Bazı durumlarda inançların soyutlamalar ile yumuşatıldığı görülüyor. Büyük tektanrıcı dinlerin oluştuğu dönem ve toplumlarda dünyanın düz olduğu sanılıyor; elitlerin hepsi değilse bile hiç olmazsa bir bölümü buna inanıyordu. Oysa bununla yan yana ve iç içe, İlkçağ Yunan ve Roma coğrafyacıları da bilinmekteydi. Batlamyus’un (Ptolemaios) Almagest’i Araplar tarafından Yunancadan tercüme edilmişti. Evrenin çok-küreli bir yapısı olduğu, bu saydam kürelerin semaları oluşturduğu, merkezde ise kendisi de bir küre olarak dünyanın yer aldığı görüşü, Aristo’ya da dayandırılıyordu. Bu gibi kabuller, önce Müslümanlar, sonra Hırıstiyanlar olmak üzere çeşitli yorum ve soyutlamaların filtresinden geçerek büyük dinlerin resmi anlayışına işlendi; bunları bağdaştırmanın yolları bulundu. Daha sonra Kopernik’le başlayan ve Newton ile noktalanan güneş-merkezli yeni evren modeli, bu dini inançların somut görünümlü kanıtlarına da ciddi bir darbe vurdu. Aristo türevli Hıristiyan evreninde, Tanrının ve Meleklerinin yıldızlar küresinin saydam yüzeyindeki yerleri bile belliydi. Bu küreler Newton evreni ile ortadan kalkınca, dinlerin mutlak inançları, varlığı sona eren somut kanıtlarla değil, soyut kavramlar içinde ve kutsal kitaplar ve geleneklerle uyumlu bir biçimde yeniden tanımlanmak ya da yorumlanmak zorunda kaldı.Büyük tektanrıcı dinlerin toplumsal yaşam içinde kavramlarının ve inançlarının soyutlanması yoluyla yenilenmiş biçimleri 19. yüzyılda oluştu. Bir yandan sanayi toplumunun getirdiği yeniliklere kapıyı açarken, öte yandan kültürün derinliklerine nüfuz etmiş olan dine dayalı inanç ve gelenekler soyut bir düzeyde varlıklarını korudu. Batı Avrupa’da ve Amerika’da kiliselerin ve dinîş kurumların kapıyı yeniliklere tıkayabilecek olası tutucu yönleri, gelişen kapitalist rejimlerin yeni mantığı ile sınırlandı. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise sınırlayıcı önlem, din kurumlarının devlet bürokrasisinin mutlak yönetimi altına alınmasıyla sağlandı.Oldukça basite indirgeyerek resmini çizdiğim bu durum, yani dini inançların toplumsal yaşam içinde değişen tarihsel konumu, bugün yepyeni ve alışılmamış bir gelecek ile karşı karşıya. Yazımın başında verdiğim teknolojik fanteziler, belki biraz da abartılmış biçimde, kapıda bekleyenin dramatik ve farklı özelliğine işaret ediyor.Sadece Müslümanlıkta değil, bütün büyük dinlerde kutsallığın ve ahlâk kavramlarının merkezinde insan yatmakta. Bu kutsallık ister istemez insanı tanımlayan temel kavramların değişmezlerini de belirliyor. Biyolojik yöntemlerle insan türünü değiştirmek bir yana, değiştirilebileceğini düşünmek bile inançlarımızda, özellikle de din kaynaklı inançlarımızda onarılması zor gedikler açıyor.Bir örnek ile devam edeyim. Bir mezarlığımızın kapısında yer alan ve kutsal bir kaynağa dayalı olduğu ifade edilen “Her canlı ölümü tadacaktır” sözü sorunlu bir konumda. Basit bir Google taraması yapıldığında, yaşamı sonsuz olan (yani ölümü tatmayan) canlıların (hydra, jellyfish, planarian flatworms) varlığını görüyoruz. Bu nedenle zamana uymak açısından ilk adım olarak yukarıdaki sözü “Her insan ölümü tadacaktır” şeklinde değiştirmek daha doğru. Ancak burada da ciddi, belki daha ciddi bir sorun yatıyor. Kurzweil’ın ilk fantezimizdeki önerisinin (2045’te sonsuz yaşam) yanlışlığı veya doğruluğu kanıtlanmış değil. Ama asıl sorun şu: insan yaşamını sınırsız kılacak — hücrelerin kendilerini yenilemeleri sürecini teminat altına alacak bir biyolojik teknoloji ile ihtiyarlığı durduracak — bir araştırmaya hangi gözle bakacağız? Yasaklayacak mıyız, ahlâksız mı bulacağız, teşvik mi edeceğiz? Bu sorular kolay sorular değil. Bir an için (Eski Yunan tanrıları gibi, veya çeşitli efsanelerde ve masallarda dile geldiği gibi) böyle bir teknolojinin varolduğunu varsayalım. Bunun doğuracağı toplumsal sorunları düşünebiliyor musunuz ? Herkesin ruhunun derinlerinde yer alan, Goethe’nin de Faust ile dile getirdiği bu özlemin gerçek olabileceğini düşünmek bile, toplumsal sonuçları açısından bir kâbus gibi geliyor.Sonsuz ömür kadar, belki ondan da fazla tüyleri diken diken edecek olanakların başında, üçüncü fantezide Church’ün ilgilendiği transhumanism ve sentetik biyoloji gibi konular geliyor. Transhumanism insan türünde genetik manipülasyonlar ile yapılabilecek değişikliklere eğilirken, sentetik biyoloji isteğe göre suni yaşamlar ve canlılar yaratabilme olanaklarını inceliyor.Aslında bu korkutucu görünen yenilikler, uzun zaman birimlerinde insanlar tarafından gerçekleştirilmiş. Bugün iç içe oyaşadığımız kedi, köpek, at gibi evcil hayvanlar, ya da tükettiğimiz buğday, arpa ve çavdar gibi tahıllar, insanların doğayı kendi yaşamlarına uydurma yönündeki atılımları — hayvanlarda seçici çiftleştirme, bitk
Üç teknolojik fantezi ve düşündürdükleri
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik