Vahap Coşkun, Sebastian Haffner’in “Bir Alman’ın Hikâyesi” adlı kitabını tanıttığı peşpeşe iki yazısının birincisinde, “yakın zamanlarda bana en çok tesir eden kitaplardan biri oldu” diye yazdı. Kitabı ben de okuyacağım, fakat şimdilik mecburen Vahap Coşkun’un bana bu yazıyı yazma ilhamını veren yazılarıyla yetiniyorum.
Kitabın başlığındaki “bir Alman” Hitler…. Haffner, onun 1914’te başlayıp 1933’te iktidara gelişi arasında geçen 20 yılını anlatıyor; paralelinde de kendisinin 7-27 yaş aralığındaki 20 yılını…
Doğrusu benim için Haffner’in Hitler’i anlattığı bölümlerden çok, “hep haklı” olduğuna inandıkları ülkeleri Almanya’yı ‘taparcasına’ (körü körüne?) seven Almanları anlattığı bölümler daha cazipti. Bunun nedeni, insanların ülkelerini bu tarzda sevmelerindeki ahlaki probleme dair yazma arzumdu.
İnsanların ülkelerini bu tarzda sevmelerinin yol açacağı siyasal sonuçlar ayrı bahis; ben bu yazıda meselenin bu tarafı üzerinde durmayacağım. Yine de, Vahap Coşkun’un ikinci yazısının sonunda, Haffner’in Almanyasından yola çıkarak günümüz dünyası için yaptığı uyarıları bir daha hatırlayarak, meselenin bu yanını da özetlemiş olalım. Şöyle yazmıştı Vahap Coşkun:
“Sıradan, el attığı işlerde dikiş tutturamamış, başarısız biriydi Hitler. Ancak o, Almanya gibi Aydınlanma düşüncesine beşiklik etmiş, büyük filozoflar, besteciler, tarihçiler, edebiyatçılar ve devlet adamları yetiştirmiş ve dünya düşüncesine yön vermiş bir ülkede milyonlarca Almanı arkasına aldı. Milliyetçilik histerisine kapılmış bir halk onu takip etti ve nihayetinde o da kendi elleriyle kendi ülkesini mahvetti. (…) Bilhassa dünya çapında liberal değerlerin altının oyulduğu ve buna karşılık faşizan-otoriter yaklaşımların parlatıldığı bu dönemde, özgürlüğü savunmada gösterilecek tereddüdün telafisi imkânsız hasarlara yol açabileceğini ve bu işin şakasının olmadığını daima akılda tutmak gerekiyor.”
“Türkiye’nin herhangi bir savaşta haksız olma ihtimali var mı?”
Bu soru, iki yıl önce Serbestiyet’te kaleme aldığım bir yazının başlığıydı ve anlaşılabileceği gibi, yine insanların ülkelerini Nazi Almanyasındaki Almanlar gibi sevmelerindeki ahlaki probleme dairdi.
Yazıda, kendi milletinin ve devletinin her durumda “haklı” olduğuna inanmak demek olan milliyetçiliğin aşırı varyantlarının, insanlığın geliştirdiği en temel değerlerin zorunlu inkârı anlamına geleceğini öne sürüyor, milliyetçiliğin, o değerlerin en başında gelen adalet duygusunu nasıl öldürdüğünü gündelik hayattan bir örnekle anlatıyordum:
“Bazı bağlanma ve sevme biçimleri, adalet duygusunu önemsizleştirir, arka plana iter… Çocuğu mahalledeki arkadaşıyla kavgaya tutuşan babanın kendi çocuğunun haksız olma ihtimalini aklından bile geçirmeyip öbür çocuğa tokatı basmasında olduğu gibi… Yakınlarımızı koruma ve kollama duygusuna kanunların verdiği prim de açıklayıcıdır; Türk Ceza Kanunu’na göre, suç işlemiş çocuklarını saklayıp kayıran anne-baba suçluya yataklık etmekle suçlanamaz!
“Kör milliyetçiliğin bakış açısıyla, ne olup bittiğine bakmaksızın mahalle arkadaşıyla kavgaya tutuşan çocuğunun yanında yer alıp arkadaşına tokatı basan babaya hak veren bakış açısı arasında hiçbir fark yoktur. Tıpkı, hangi suçu işlemiş olursa olsun, çocuğunun ceza almaması için elinden geleni yapan babanın yasalar karşısında ‘masum’ olduğunu onaylayan bakış açısı arasında fark olmaması gibi…
“Milliyetçilik de, bu örneklerde olduğu gibi adaleti bir değer olmaktan çıkartan bir rol oynar. Belki de yanlış, hatalı davranılıyor olabileceğine dair bütün kuşkular bu mutlak haklılık duygusu üzerinden silinir, geriye ‘bizim’ adımıza ne yapılırsa yapılsın ‘bizim’ haklı olduğumuz bir tablo kalır.”
İnsan ülkesini başka nasıl sevebilir?
Peki, insan ülkesini başka nasıl sevebilir? Başta adalet duygusu olmak üzere, en temel insani değerlerle çelişmeyen ülke sevgisi nasıl inşa edilir? Böyle bir sevginin temelinde ne vardır?
En temelde “sevgili ülkem”in de hatalı ve haksız olabileceğini kabullenmek vardır. Elbette böyle bir kabulleniş, ‘mutlak doğru’, ‘mutlak güzel’ bir özneye serâzâd, ‘aşkın’ bir bağlanmanın sağlayacağı maneviyat ve coşkuyu sağlayamaz. Öznesini koşulsuz seven ve o sevginin coşkusuyla kabaran bir kalple, kırık bir kalp hiç aynı olur mu?
Milliyetçilik duygusu, aşka benzeyen bütün yoğun duygular gibi aklı tatile gönderir. Bir insanın aklını tatile göndermesi sadece o insanla ilgili sonuçlar üretir, fakat bir ulusun aklını tatile gönderip sarhoş olması sadece o ulus için değil bütün dünya için felaketli sonuçlar üretebilir, Almanya’da olduğu gibi.
Madalyonun öbür tarafında ise kendi ülkesinin hatalarını, yanlışlarını, haksızlıklarını da görebilenler; bu nedenle onu artık körü körüne değil, bilinçle ve fakat kırık bir kalple sevebilenler vardır.
Vahap Coşkun’un da işaret ettiği gibi dünya, 1930’lara çok benzemeye başladı, ülkelerimizi kırık bir kalple sevmeyi öğrenemezsek durum karanlık görünüyor. 1920’lerde ve 30’larda bir ulus delirince öyle oldu, birçok ulus hep birlikte, aynı anda delirirse ne olur?
Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier: “Bu ülkeyi ancak kırık bir kalple sevebilirsin’’
Ülkesini kırık bir kalple sevmek… Bu güçlü ifadeyi, ‘her zaman, her koşulda haklı’ ülkelerini şuursuz bir aşkla seven Almanların dünyaya yaşattıkları felaketin sona ermesinin (8 Mayıs 1945) 75. yıl kutlamalarında (2020) Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in yaptığı konuşmadan aldım:
“Almanya, tarihi sakatlıkla malûl bir ülke. Milyonlarca insanın öldürülmesi, milyonlarca insanın acı çekmesinin sorumlusu olmanın yükünü taşıyor. Geçmişten bugüne kadar kalbimizi kıran bir gerçek bu. Ben bundan dolayı hep şunu diyorum; bu ülkeyi ancak kırık bir kalple sevebilirsin.’’