“Güvenli ülkeler”, “hukukun üstünlüğü endeksi” gibi birçok dünya sıralamasında ilk sıralarda yer alan, “dünyanın en mutlu ülkesi” olarak birincilik kürsüsüne de çıkan Norveç’in başkenti Oslo’dayız.
Ünlü Opera House’un ışıkları denizde salınırken, gençler de kıyısında eğleniyor. Kahkahaları, sohbeti, aralarından birisinin uyarısı kesiyor: “Suda bir şey var…” Aaaaa… Denizden çırpınarak çıkan bir Viking ailesi! Dönem giysileriyle dehşet içinde, anlaşılmaz bir dilde haykırarak yardım istiyorlar.
Denizin farklı yerlerinde beliren “muhacir”lerin ardı arkası kesilmiyor. Gelenlerin “tarih”i de farklı. Taş Devri’nden cro-magnonlar, 11. Yüzyıl’dan Vikingler, 19. Yüzyıl’dan bohemler… “Vaka mahalli”ne akın eden polislerin ilk refleksi, hepsini toplayıp psikiyatri kliniklerine götürmek.
Kısa sürede geldiği dönemin Nordik dilini, kıyafetlerini, adetlerini, geleneklerini, tecrübesini taşıyan göçmenlerin ruh hastası değil, Norveç’in üç farklı tarihsel kesitinden gelen orijinal insanlar olduğu anlaşılıyor.
Bilinmez bir şekilde Norveç’e başka bir ülkeden değil, bizzat o toprakların bağrından –tarihi olarak- koparak gelmişler. Hepsi 21. Yüzyıl Norveç insanının ataları! Muhacir yahut mülteci desen bir dert, demesen başka… Çözümü “zaman göçmeni”, “yabancılaştırılmış” gibi kavramlarda arıyorlar. Diziye adını veren “Beforeigners” da öyle bir kelime oyunu.
Beforeigners, 21 Ağustos 2019’da gösterime giren ve HBO’nun Avrupa’da üretilen ilk Norveç dilindeki dizisi. IMDb puanı 7.9. Yaratıcıları Anne Bjornstad ile Eilif Skodvin’i, Netflix’in ilk orijinal yapımı Lilyhammer dizisinden de tanıyoruz. (¹)
Nordic Noir’in dengeleyici etkisi
Yıllar önce Coen kardeşlerin Minnesota’da çektiği Fargo filminin açılış kancasına feci şekilde yakalanan bir seyirci olarak, Nordik filmlere, o “sıcak kar”a ayrı bir yakınlığım var. Dizi de Norveç’in büyülü peyzajını, karını-doğasını çarpıcı çekimlerle ekrana taşıyor.
İlk bölümündeki mülteci çadırları, gelirken ölen “zaman göçmenleri”nin sahilde üstü örtülü uzanışı gibi sahneler göçmen sorununu bir kurgu olmaktan çıkarıp günümüzle buluşturuyor. Oslo’nun “çok kültürlü” yapısı da, bir anda “çok çağlı” topluma terfi ettirilerek bir nevi “ironize” ediliyor.
Farklı kültür, örf, adet, gelenekleriyle “zaman göçmenleri”nin bir iki yıl içinde Oslo’ya “yerleşmesi”, iş sahibi olmaları, semt pazarlarındaki tezgâhların, sokak aralarının “kanlı-canlı” ürünlerle renklenmesi, asansördeki keçiler, sessiz, sakin kent parklarında ateşini yakıp yemeğini yiyen, Viking ezgileri söyleyen, gece de orada yatan gruplar, dilenenler vb… ile dizinin yaratıcıları keskin bir bıçak üzerinde yürümeye çalışıyor. Ki “entegrasyon mizahı”ndaki bu tehlike, içinden yine “mülteci” geçen ilk yapımları Lilyhammer için de geçerli. Düşmeden, yarılmadan yürümeyi başarıyorlar mı, tartışmalı. Zaten o alandaki bazı “durum”ları, polisiye örgülerle bezeli “Nordic Noir”in kara mizahıyla dengeleme çabaları gözden kaçmıyor. Lâkin göçmenler, sığınmacılarla, çağ farkının, “tarih öncesi” karakterlerin korelasyonunu çağrıştıran bazı sahnelerde, “teşbih hata kaldırmaz” uyarısı da akla geliyor.
Burkalı kadını yadırgayan Vikingler
“Zaman göçmenleri”, Norveçlilerin farklı zamanlardan “ataları”. Yani Suriyeli, Somalili, Iraklı, Afgan filan da değiller. Ama o “milli-mukaddes bağ” bile, herkesin onları “içimizden biri” gibi görmesine kapı aralamıyor. Çünkü ötekileştirmek çağın tek raflı yerel kitaplığı değil, yüzyılların külliyesi… Nitekim, yoldan geçen 21. Yüzyıl’ın “güncel muhacir”i, gözleri dışında tüm bedeni örtülü, burkalı iki Afgan kadını Vikingler de yadırgıyor!
Birdenbire “evlerin dağlar kadar yüksek olduğu, kelimelerin rüzgârla seyahat edebildiği” 21. Yüzyıl’a gelen, saniyede “birçok çağ atlatılan” anakronist göçmenlerin işi zor. “Taş devri kızı” gibi yeni etiketler, alaylar, küçümsemeler… Tahrip edilen eski mezarların üzerindeki “Norveç günümüz insanları için!” yazıları, şehrin dikkat çekici yerlerindeki “Beforeigners go home” grafitileri… (Ama “Norveç Norveçlilerindir” yazamıyorlar elbet, tapusu Viking Kralı’nın cebinde) Ayrımcılık, nefret suçları, karşı protestoları da başlatıyor. Tepkiler, teknolojiye karşı olan “neo-luddite”lerin dünyadaki tüm dijital saatleri sabote etmesine kadar varabiliyor.
Viking değil İskandinav kökenli
Bütün bunlar olur da, “yandaş-kandaş medya” olmaz mı? Büyük bir televizyon kanalının haber spikeri yetkiliye soruyor; “Polis yabancılaştırılmış davalara öncelik veriyor mu?” Emniyet Müdürü gerine gerine, “Cinayet davasını araştıran ana ekipteki polis memurlarımızdan birisi gerçek bir Viking” yanıtını veriyor.
Spiker – kulaklarımızı çınlatarak- üstten ses tonuyla, uyaran vurgusuyla ara giriyor; “Bu programda V kelimesini kullanmaktan kaçınan bir yayın politikamız var”. Müdür “V kelimesi mi?” deyince, “Biz İskandinav kökenli demeyi tercih ediyoruz” karşılığını alıyor. Koskoca yayın politikasının dışına çıkılır mı… Müdür de hemen toparlamaya çalışıyor durumu: “Doğru, doğru… Tabi ki, özür dilerim”.
Emniyet Müdürü’ne ayrımcı medyanın verdiği ayar, bir başka sahnede gazeteciyle diyaloğunda bambaşka bir şekilde gündeme geliyor. Müdür gazeteciye mesleği konusunda ders vermeye, tecrübesizliğinden dem vurmaya kalkınca… İçimizin yağını eriten, “Ben 1870’den beri gazetecilik yapıyorum beyefendi!” yanıtını alıyor. Bu arada TV’den “Şimdi 19. Yüzyıl’dan dinleyicilerimiz için haberler” anonsu duyuluyor.
“Zaman göçü” tsunamisinin etkileri bunlardan da ibaret değil. Gelen atalar arasında, geçmişte Hristiyan Norveç Kralı Olaf II’nin öldürülmesiyle noktalanan “Odinci” ayaklanmacıların lideri Tore (Thorir) Hund da var mesela. Zaman göçmenlerinin bazıları onu göğe çıkarırken, bazıları ona yalınkılıç düşman.
Ya İstanbul Boğazı’nın zaman göçmenleri…
Farklı çağların cazibesine karşı koyamayan, onlarla mutlu olan Norveçliler de çıkıyor ortaya. Vikingleşen 21. Yüzyıl insanlarının yanısıra, 19. Yüzyıl bohemlerine taş çıkartan “dönüşüm”ler de yaygınlaşıyor. Öyle ki, bir mağara adamıyla evlenerek bu mevzuda yazdığı “blog”u, ilk çağ temalı yastık koleksiyonuyla servet kazanan bir kadın da hikâyemize katılıyor.
Altı bölümlük dizi giderek iki dedektif üzerinden anlatılan bir polisiyeye dönüşüyor. Ancak bir Taş Devri kadının öldürülmesini araştıran dedektiflerden birisinin 1007 yılından gelen “savaşçı kadın Viking” olması, dizinin ana temasıyla bağının kopmasını önlüyor. Macera bu yönüyle Michael Haneke’nin “Mutlu Son” filmine dair cümlesine yürüyor: “Filmimin ana teması mülteciler değil, onlarla yaşayan bizler hakkında…”
Dizi aktardığı toplumsal, zengin karambole yeterince odaklanamasa da, anlatımında bazen “çabucak klişeler”e, istifhamlara savrulsa da, konusu ilginç. İkinci sezonunun daha pişmiş olmasını umuyorum. Norveç’in karı-kışı bile yeniden besteleyen coğrafyasına, insan manzaralarına, İskandinav sinemasına tepeden tırnağa sinen o ambiyansa dalıp gitmek ise ayrı bir keyif. Ayrıca diziyi izlerken aklımdan, İstanbul Boğazı’ndan gelmesi muhtemel “zaman göçmenleri” çıkmıyor. “Davullar çalınsın aman, aman da ceng-i ceng-i de harbiyi”…
İki diziye, “şehre bir mafya gelir”li Lilyhammer’ın ardından “şehre daha neler neler gelir”li Beforeigners’ına bakınca, dizilerin yaratıcı ikilisinin “mülteci” meselesinde Norveç’in başına durmadan iş çıkardığını söylemek de mümkün.
(¹) DON CORLEONE NORVEÇ KASABASINDA
Netflix’in ilk orijinal yapımı, 8 IMDb puanlı Lilyhammer, tanık koruma programıyla Norveç’in Lillehammer kasabasına yerleşen New York’lu bir İtalyan mafya babasının (Siz de İskandinavyalılaştıramadıklarımızdan mısınız) hikâyesi.
Dizinin oyuncularından Trond Fausa Aurvaag, Beforeigners’da da kadroda. Ancak Beforeigner’ın oyuncu kadrosunun Lilyhammer’ı yakaladığını söylemek güç. Bunda kuşkusuz Lilyhammer’ın başrol oyuncusu Bruce Springstein’in gitaristi, The Sopranos dizisinin yıldızı Steven Van Zandt’ın da etkisi var.