“Efendim, sözcü olarak şunu açıklıyayım; 27 Mayıs İnkılâbının gayesi, istikbalde memleketi idare edecek şahıslar olarak, şahsi menfaat duygusundan uzak bir nesil yetiştirmek ve memleket hizmetine millî şuuru tam olarak kendini vermiş, yarının Türkiye'sine sahip olacak çocuklarımızı mükemmel olarak yetiştirmektir. İşte bu gayeye ulaşmak yolunda, şimdi müzakere edeceğimiz kanun teklifi, yaşlı ve ilmî bakımdan yetersiz olan bazı öğretim üyelerinin üniversiteden affına dair kanun teklifi.’’
Yüzbaşı İrfan Solmazer, tasarıyı Milli Birlik Komitesi’ne sunarken böyle demişti.
Aslında 27 Mayıs darbecilerinden beklenen bir üniversite reformuydu.
En başından itibaren darbenin yanında duran, geçici anayasalarını yazan, Yassıada Mahkemeleri’ndeki içtihatları hazırlayan, “Et Balık Kurumu’nda kıyma yapılmış öğrenci” propagandalarına gönüllü alet olan üniversite hocalarının merakla beklediği reformdu bu.
Nihayet 28 Ekim 1960 günü Milli Birlik Komitesi tarafından 115 sayılı “Üniversite Kanunu’nun bazı maddelerinde tadilat yapan kanun” yayınlandı. Ama dikkatler aynı anda Resmî Gazete’de yayınlanan 114 sayılı başka bir kanuna kaymıştı.
“Üniversite öğretim üyelerinden bazılarının vazifelerinden affına ye bazılarının diğer fakülte ve yüksek okullara nakline dair Kanun”un altında 147 kişilik bir isim listesi vardı.
28 ordinaryüs profesör, 59 profesör, doçent ve asistandan oluşan 147 akademisyen bir kanunla üniversiteden atılmıştı.
O 147 akademisyenin isim listesi gazetelerde yayınlanınca ortalık karıştı.
Akademisyenlerin bir kısmı beklendiği gibi ‘sabık’ Demokrat Parti iktidarına yakın isimlerdi.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil o isimlerden biriydi.
Prof. Dr. Yavuz Abadan aslında eski bir CHP milletvekiliydi ama onun suçu da DP iktidarında Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nü kurmaktı.
Devrin en önemli Amme Hukukçusu Ord. Prof. Dr. Recai Galip Okandan Demokrat Parti döneminde dekanlık yapmıştı.
Ord. Prof. Dr. Emin Onat ise herhalde DP iktidarı döneminde açılan Anıtkabir’in mimarı olmaktan atılmıştı.
Ama esas şaşkınlık yaratan listeye 27 Mayıs darbesini desteklemiş hatta bizzat içinde yer almış hocaların da girmesi oldu.
27 Mayıs darbecilerinin geçici anayasasını hazırlayan kurulun üyeleri Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya ve Prof. Dr. İsmet Giritli üzerinden daha bir yıl geçmeden darbeciler tarafından üniversiteden atılmışlardı.
(Tunaya’nın komisyonda dil temelli eşitlik ilkesini savunduğu için başkan Sıddık Sami Onar’dan Kürtçülük eleştirisi aldığı, bu yüzden üzerinin çizildiği söylenir)
Ülkenin önde gelen felsefecilerden Takiyettin Mengüşoğlu, Reichenbach’ın asistanı, felsefeci Nusret Hızır, ilk modern sanat tarihçisi Mazhar Şevket İpşiroğlu, ismi bile listeye yanlış yazılmış daha sonra anılarıyla şöhret olacak Amerikan dili edebiyatı profesörü Mina Urgan, haberi Hitit kazılarını sürdürdüğü Boğazköy’de alan arkeolog Halet Çambel, listede okutmanlıktan profesörlüğe terfi ettirilmiş Sabahattin Eyüpoğlu, dünyaca ünlü bir tiyatro yazarı olan Haldun Taner gibi isimler DP’ye yakın değillerdi, neredeyse tamamı 27 Mayıs’a hararetle destek vermişti. Peki onların suçu neydi?
Türk Tefekkür Tarihi’ni yazan Hilmi Ziya Ülken’i Edebiyat Fakültesi’nden İlahiyat Fakültesi’ne gönderen, Ege Üniversitesi’nin adını bile İzmir Üniversitesi diye yazan tasarıyı ve atılacak akademisyen listesini hazırlayan Milli Birlik Komitesi üyeleri karşılarında bu kez darbeyi hararetle destekleyen gazeteler, üniversiteler ve öğrenci derneklerini buldular.
Kararı protesto için İstanbul Üniversitesi rektörü Sıddık Sami Onar ve İTÜ Rektörü Fikret Narter görevlerinden istifa ettiler. Ertesi gün onları Ankara Üniversitesi Rektörü Suat Kemal Yetkin, üniversitesinin adı yanlış yazılmış Ege Üniversitesi Rektörü Mustafa Uluöz ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi Rektörü Turhan Feyizoğlu izledi.
Ama bu tepkiler, eleştirilmeye tahammülü olmayan MBK üyelerini kızdırmıştı. Gazetelerde ismi verilmeyen MBK üyelerine dayandırılan “Eğer profesörler isterlerse haklarında verilen kararların gerekçeleri açıklanabilir” gibi tehditvari haberler çıkıyordu.
MBK üyesi Yarbay Muzaffer Karan ise ismiyle ve çok sert konuşmuştu:
“Ahlakî, ilmî ideolojisi yönünden yüz kızartıcı notlara sahip olan, bilhassa çoğu komünist, mason, kifayetsiz, cinsi sapık, Kürt devleti kurmak isteyen, asistanlarını metres olarak kullanan, doçentin yazdığı kitaba imzasını koyan, senede üç beş kere fakülteye uğrayan üyeleri affettik.”
Diğer üyeler de, içinde Atatürkçü bir üniversite kurmak, hızı artırmak, milli menfaatler, gerici fikirler geçen açıklamalar yaptılar. Darbeciler, darbenin ayaklarından üniversiteyi kaybetmekten endişelenmeye başlamıştı. Öğrencilerin dersleri boykot kararı yüzünden üniversitelerin açılışı bir hafta ertelenmişti. MBK üyesi Orhan Erkanlı gençleri “sokağa çıkarlarsa DP’liler tarafından kullanılacakları” konusunda uyardı. Aslında bir tehditti bu.
Sonunda Milli Birlik Komitesi üyeleri üniversiteleri ziyaret ederek öğrenciler ve öğretim üyelerini ikna turlarına çıktılar.
Tasarıyı hazırlayan MBK üyesi Yüzbaşı İrfan Solmazer ve Yüzbaşı Numan Esin, 31 Ekim günü İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilerle bir araya geldi.
Toplantıda İrfan Solmazer en son sinirlenip öğrencilere “Bu 147’likler içinde tanıdığınız biri var mı” diye sordu. Öğrenciler bir hocanın ismini verdiler. Solmazer “gelin benimle” diyerek öğrencileri bir odaya aldı, silahını çıkarıp masanın üzerine koydu. “Şimdi bir asker gibi silahın üstüne yemin edeceksiniz çünkü size bir devlet sırrını açıklayacağım” dedi. Öğrenciler dediğini yaptılar. Solmazer “O hoca komünistti” diye büyük devlet sırrını açıkladı. Öğrencilerin itirazları sürünce: “İsterseniz yanımdaki emniyet müdürüne sorun. Yakında hepsi tevkif edilecek, saat işidir bu” diye de ekledi.
Yüzbaşı Solmazer ve Numan Esin ertesi gün aynı üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde 1’i Ordinaryüs, 3 Profesör, 11’i Doçent ve asistanlardan oluşan 23 hocayla bir araya geldi. Daha MBK üyeleri üniversiteden ayrılamadan radyodan o 23 ismin altına imza attığı bir bildiri yayınlanmaya başlamıştı bile:
“Biz İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi üyeleri ve yardımcıları Milli Birlik Komitesi’nin üniversite camiasının yüzde 99.6 nispetinde teklif ettiği şekilde çıkardığı yeni üniversite kanununa tamamen ve yapılan tasfiyeyi prensip olarak desteklediğimizi bildiririz. Tasfiye edilenler arasında bugün hak ve hürriyetten bahsedenler tıpkı yıllarca milletin sesini boğmak isteyen düşük iktidarın başları gibi eski Üniversite Kanunu’nun antidemokratik hükümlerini daima kendi lehlerine ve daima daha şiddetli tatbik etmişler ve diğer tatbikçiler karşısına hürriyetten yoksun öğretim üyeleri ve yardımcılarının ıstıraplarına kulaklarını tıkamışlardı. Bugün bu gerçeği hatırlatmak mecburiyetindeyiz. Üniversitelerimize hürriyetin sıcak güneşini getiren bu kanunu, sayın Milli Birlik Komitesi üyelerinin dilediği gibi Türk ilim ve irfanı bakımından milletimizi için hayırlı ve başarılı olacağından şüphemiz yoktur.”
Bildirinin altında imzası olan profesör ve doçentler arasında Ali Nihat Tarlan, İbrahim Kafesoğlu, Cahit Tanyol, Semavi Eyice, Halit İnandık, Faruk Timurtaş gibi hocalar vardı.
Bir gün sonra Edebiyat Fakültesi’nin bu kez bu bildiriye karşı çıkan hocaları arkadaşlarının görevlerine iade edilmesini isteyen karşı bir bildiri yayınladılar. Bu bildiriyi de fakülte hocalarından Ahmet Hamdi Tanpınar, Tahsin Banguoğlu, Macit Gökberk, Mehmet Kaplan, Berna Moran, Salih Tuğ, Mümtaz Turhan ve Ioanna Kuçuradi gibi isimler imzalamışlardı.
147’ler dernekleşti. Üst üste röportajlar veriyor, devlet yetkililerine telgraflar çekiyorlardı. Ama tepkilere rağmen karar bir türlü geri alınmıyordu. İşte bu sırada üniversiteden atılan öğretim görevlileri, Haldun Taner’den bir metin yazmasını istediler. Ama onun daha iyi bir fikri vardı. Dostoyevski’nin Timsah’ını kendi hikâyelerine uygun olarak uyarladı.
Dostoyevski’nin 1865 yılında yazdığı kısa hikâyesi Timsah, Avrupa turuna çıkmadan bir gece önce eşi, kızı ve yakın arkadaşıyla gezmeye çıkan memur Ivan’ın görmeye gittikleri bir timsah tarafından yutulmasını anlatmaktaydı.
Ivan, kendisini yutan timsahın içinden konuşmakta, dışardakilerin seslerini duymaktadır. Ailenin yardım için gittikleri polis “kurcalamayın, olay şüpheli, zaman geçsin, biraz unutturalım” diye akıl verir. Bir başkası “timsah tarafından yutturulan memurlara ait bir madde yok” diyerek bir şey yapamayacağını söyler. Timsahı gezdiren kumpanya, yakın arkadaşları bu tuhaf durum üzerinden para kazanmaya çalışırlar. Dost, düşman ortaya çıkmıştır.
Haldun Taner, başlarına gelen fişleme ve tasfiyeye karşı yeterince ses çıkarmayan arkadaşlarına ve devlete söyleyeceklerini Ivan’ın arkadaşlarına söyletmiş, oyun da darbenin sesi olan radyodan da bütün ülkeye korsan bir eylem olarak yayınlanmıştı.
147’lere af ancak bir yıl sonra çıktı. 27 Aralık 1961 günü Meclis’e gelen yasayla tasfiye edilen akademisyenlere üniversite yolu yeniden açıldı.
Pek çoğu üniversitelerine geri döndüler.
Ama bazıları artık daha fazla bu ülkede kalamayacaklarını düşünüp, yurt dışına gitti.
Yurtdışına giden ve bir daha dönmeyenlerden biri de 37 yaşındaki Doç. Dr. Fuad Sezgin’di.
Alman oryantalist Ritter’in öğrencisi olan, onun yönlendirmesiyle Müslüman bilim adamları üzerinde araştırmalara başlamış, kendisi gibi devletin bir kaç kez mağduru olmuş Prof. Dr. Zeki Velidi Togan ve Prof. Dr. Fuad Köprülü gibi isimlerle birlikte çalışan, yurtdışından teklifler alan parlak bir genç doçentti.
“Ahlakî, ilmî ideolojisi yönünden yüz kızartıcı notlara sahip olan, bilhassa çoğu komünist, mason, kifayetsiz, cinsi sapık, Kürt devleti kurmak isteyen” gibi suçlamalara maruz kalan 147’likler listesine o Demokrat Parti Çanakkale milletvekili olan ağabeyi Servet Sezgin yüzünden girmişti.
Ağabey Sezgin, Yassıada’da yargılanıyordu. Suçlama, “Çanakkale’ye gelen CHP’lileri taşıyan bir geminin iskeleye çıkmasına izin vermemek ve halkı birbirine düşürmeye çalışmak”tı. İdamı isteniyordu.
(Kardeşi üniversiteden atılırken o da Yassıada’da 10 yıl ağır hapis cezası aldı. Ancak dört yıl sonra Kayseri Cezaevi’nden bir afla cezaevindeki son siyasi mahkum olarak çıkabildi.)
Genç doçent Fuad Sezgin’in artık Türkiye’de kalması mümkün değildi. Zor bir kararın arifesindeydi:
“Gazetedeki 'zararlı profesörler' listesini ve ismimin bu listede olduğunu görünce, ülkeden gitmemin, artık benim iradem dışında olduğunu anladım… Gazeteyi çantama koydum, Süleymaniye Kütüphanesi'ne gittim ve hemen orada üç tanıdığım dostuma mektup yazdım. İki Amerikalı, bir de Frankfurt Üniversitesi'nin eski rektörü olan dostlarıma; 'Bana bir yer bulun, geleceğim' diye yazdım. 30 gün içinde üçünden de cevap geldi. Üçü de beni, memnuniyetle kabul ediyorlardı. Ancak ben Frankfurt'u tercih ettim. Frankfurt'a gittim. Türkiye'yi, İstanbul'u terk edeceğim akşam, Galata köprüsünün Karaköy tarafına gittim. Oradan 15-20 dakika kadar Üsküdar'a baktım. Güzel bir geceydi, artık vakit de gecikiyordu. Döndüğümde, gözlerimin yaşını silmek zorunda kaldım. İşte son hislerim buydu. Kızmadım da, o zaman tabi üzülmüştüm”
Hikayenin devamı bugün her yerde yazıyor. Türkiye’nin siyasi nedenlerle üniversiteden attığı genç bir doçent Almanya’ya gitmiş ve dünyanın en ünlü İslam bilim tarihi uzmanlarından biri olmuştu. Yaptığı çalışmalar Türkiye’de de çok geç keşfedildi. Hayatının son yıllarında bu geç kalmışlığı gidermek ve geriye kalıcı izler bırakmak için uğraştı.
Son röportajlarından birinde şöyle demişti;
“Milli birlik Komitesi’ne İslam bilim tarihine katkılarından dolayı teşekkür ederim.”
Türkiye insanlarını, değerlerini çok kolay harcıyor. Harcarken de gözünün yaşına bakmıyor. Çünkü muhakkak devrin şartlarına göre asla affedilmeyecek bir suç bulunuyor. “Devrik iktidarın mensubu bir milletvekilinin kardeşi” olmak bugün bize gaddarca bir suçlama gibi gelebilir, belki yarın bugün benzer muamelelere uğratılan, üniversitelerden atılan insanlara yönelik suçlamalar için de öyle düşünülecek. Ama iş işten geçmiş olacak. Kendi insan sermayesini kolayca harcayan bir ülkenin belini doğrultması da mümkün olmayacak.
94 yaşında aramızdan ayrılan Fuad Sezgin’e bugün hak ettiği gibi veda edilirken, ona reva görülen bu muameleden de bir ders çıkarılmalı. Yoksa bu öğütücünün çarkları arasında daha çok Fuad Sezginler kalacak.