Başbakan Erdoğan’ın I. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybeden Ermenilere sunduğu taziye mesajı Türkiye’de ve dünyada genel itibariyle olumlu bir adım olarak algılandı. Bu mesaj mağdurların 1915 tehcirinin bir soykırım olarak tanınması talebini karşılamasa da, uzun vadede Türkiye’de egemen olan “topyekûn inkârcı” tarih yazımında ve “mukatele” söyleminde bir kırılma yaratacağını gösteriyor. Bu tip sözel ve sembolik jestlerin, özellikle de devletin en üst makamları tarafından zikredildiğinde ne kadar önemli olduğunu Asya halkları iyi bilir. Ulus-devletlerin neyi hatırlayıp neyi unuttukları önemli olmasaydı, Japon başbakanları 2. Dünya Savaşı’nda ölen askerlerini anmak için Yasukuni Mabedi’ni her ziyaret ettiğinde, binlerce Çinli ve Koreli sokağa dökülmezdi. Türkiye’nin sanıldığı gibi sui generis (kendi kendine benzeyen, özgün vs.) bir deneyimden geçmediği Japonya’ya bakarak daha iyi anlaşılabilir.Türkiye’deki eğitim müfredatı büyük ölçüde “milli” konulara odaklandığı için, “dışımızdaki dünya” ile ilgimiz yakın bir zaman öncesine kadar Avrupa ile sınırlıydı. 2. Dünya Savaşı’nın bizim için anlamı da, birçok ülkeyi etkileyen ama bizim “büyük bir maharetle dışında kalmayı başardığımız” bir felaket olması. Elbette bu savaşta Almanya’nın işlediği savaş günahlarını- Hollywood film endüstrisinin de katkılarıyla– iyi biliyoruz. Hatta 1960’lı yıllarda Türk göçmenlerin Almanya’da yaşadığı nahoş deneyimlerin de ışığında, Almanların iş disiplinini, dakikliğini ya da “yaradılış itibariyle soğuk” insanlar olmalarını yirmi dakikalık bir konuşmanın sonunda Nazi geçmişleriyle ilişkilendirecek kadar ileri gidebiliriz. Ancak 2. Dünya Savaşı’nda Japonya deyince aklımıza gelen tek şey, Amerika’nın Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombaları; bir başka deyişle, Japon halkının mağduriyeti. Bunda Asya-Pasifik ile ilgili bilgimizin sınırlı oluşunun yanında, Japonlara duyduğumuz özel sempatinin de rolü var. Japonlar bizim için “modernlik ve geleneği en güzel şekilde birleştiren” temiz, düzenli ve saygılı bir halk –ki bu imajı ilk kez “Asyalı” bir güç “Avrupalı” bir gücü yendiği için Jön Türkler arasında bir sevinç dalgası estiren 1905 Rus-Japon Savaşı’na kadar geri götürmek mümkün. Elbette ülkemizi ziyaret eden Japon turistler ve Japon sermayesiyle, teknolojisiyle yapılmış fabrikalarımız, binalarımız, köprülerimiz de yıllar içinde bu “dostluk” algısını pekiştirdi. Ermeni diasporasının Türkiye’ye yönelik suçlamaları Somali’de kurulan bir Kızılay çadırında ne kadar tuhaf karşılanırsa, Çinlilerin Japonya’ya yönelik iddiaları da bizde o denli hayret uyandırıyor.Japon askerlerinin 1937’de Çin’i istila ederken Nanjing (Nanking) kentinde giriştiği katliam (Iris Chang’ın yazdığı kitabın popülerleşmesinden sonra bilinen adıyla “Nanjing Tecavüzü”) Türkiye’de çok az duyulmuştur. Oysa rakamlar ihtilaflı da olsa, ölü sayısının 200 ile 300 bin arasında olduğu tahmin edilen, binlerce Çinli kadının tecavüze uğradığı, kendilerini kaybeden Japon askerlerinin canlı insanlar üzerinde atış talimi yaptığı Nanjing vakası Asya’da hâlâ çok canlı bir hatıra. Ancak Japon devlet adamları bugüne kadar mağdurları memnun edecek kadar “samimi” ve “net” bir özür beyanında bulunmuş değiller. Japonya’nın 2. Dünya savaşı yıllarıyla ilgili genel-geçer ve muğlak özür beyanları Çin’de hüsnükabul görmedi. Oysa dış politikanın militarist hizipler tarafından yönlendirildiği, imparatorluğun emperyalist hedeflerini kendinden çok memnun bir propaganda diliyle (“Asya Asyalılarındır” ya da “Geniş Doğu Asya Ortak Refah Alanı”) savunduğu bu Japonya bugün artık “yabancı bir ülke”. Hatta Japon anayasasında yer alan ve ülkenin savaşa girme hakkından feragat ettiği 9. madde onu oldukça istisnai bir ülke kılıyor. Bu maddeyi “savaş galiplerinin hukuku” ya da “tarihi muzafferler yazar” gibi basit çıkarımlarla açıklamak da kolay değil. Zira Batılı müttefiklerinin Soğuk Savaş yıllarında yaptığı “silahlanma” çağrılarına kulak tıkayarak bu ilkeyi 21. yüzyıla taşımayı başaran Japon halkının kendisiydi. Bugünkü Türkiye–tüm eksiklerine rağmen -20. yüzyıl başında İttihatçılar tarafından yönetilen Osmanlı anayasal monarşisinden ne kadar farklıysa Japon devleti de 1930’lardaki muadilinden o kadar farklı. O halde iki ülkenin de geçmişteki hatalarıyla yüzleşmekte yaşadığı sıkıntıyı nasıl anlamalıyız?Bu sorunun cevabını devlet geleneğine, milliyetçi tarih yazımına, dış politikayla ilgili pragmatik kaygılara (ya da hepsine birden) bağlamak mümkün. Japon kamuoyundaki inkârcı söylem -bir devlet politikası olarak benimsenmese de- Türkiye’dekine benzer şekilde, olayların hemen sonrasında değil, aradan yıllar geçip de her şey unutulmaya yüz tuttukça kök saldı. Bu söylemin ana unsurları bizim için çok tanıdık: Nanjing katliamının aslında hiç olmadığından başlayarak hayatını kaybedenlerin sayısının özellikle şişirildiğine uzanan o yelpaze. Aynı şeyi, Japonya’nın Nanjing katliamını Çin ile yaşadığı güncel sorunlar ile ilişkilendirilme eğilimi ve karşı tarafa “koz verme” kaygıları için de söyleyebiliriz. Elbette mağdurlar için de “hatırlamak” eylemi güncel siyasi tartışmalardan tamamen bağımsız değildi. Örneğin, Nanjing’in 1990’lı yıllara kadar “unutulmuş” olmasında, Çin’deki genç komünist rejimin Japon savaşındaki kayıplarını değil, kahramanlıklarını ön plana çıkarmak istemesinin de rolü vardı.Ancak şurası kesin: İki ülkede de geçmişteki travmatik olaylarla ilgili kolektif hafıza, faillerin mirasçıları açısından giderek daha az önemsenen, hatta kimi çevrelerce yok farz edilen bir şey haline geldikçe, mağdurlar tarafından daha çok hatırlanır oldu. Nanjing katliamını Batı kamuoyunun gündemine sokan Iris Chang’ın kitabını kendi ailesinden duyduğu hikâyelerden esinlenerek yazmış olması akılda tutulması gereken bir örnek. İki ülkede de, kötü hatıralar, çocuklar ve torunlar nezdinde daha güçlü bir kine ve telafisi daha zor bir mağduriyet hissine dönüştü. Yani devletler unutmaya meylettikçe, mağdurlar daha çok hatırladı; kabullenme ve yüzleşme eylemini şahıslardan değil devletlerden bekler hale geldi. Nitekim bugüne kadar Japonya’daki sivil inisiyatifler, akademisyenler ya da eski siyasetçiler Nanjing ile ilgili çeşitli özür beyanlarında bulundu; ama hiçbir şey Shinzo Abe’den gelecek “içten” bir özür beyanının yerini tutamadı. Benzer şeyleri Türkiye için de söylemek mümkün. Yani sözlerin ve sembolik jestlerin önemini küçümsememek gerekiyor. Elbette tarihle yüzleşmek için bu kadarının yeterli olmayacağını unutmadan. Çünkü geçen yüzyılda öğrendik ki, hatırladığımız şeyler kadar, unuttuğumuz şeyler de çok önemli…
Unutmak ve hatırlamak: 1915 vesilesiyle Nanjing
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik