ABD’nin Irak’a müdahalesi ile Orta Doğu’da başlayan dağılma süreci ve radikalleşme, dünyanın her köşesine sıçrayan büyük bir soruna dönüştü.
Bu dönemde, hiç olmadığı kadar Batı’nın emperyal politikalarının sorgulanmasına, yaşanan insani trajedilerden sorumlu tutulmasına tanık oluyoruz.
Gerçekten de soğuk savaşın bitmesinin ardından 2000 seçimlerinde Neo-Con odağın ABD’de kazandığı inisiyatif dünyaya sanıldığından çok daha pahalıya patlamış görünüyor. Çökmüş gitmiş Sovyet sisteminin geride bıraktığı bölge dengelerine katlanmak için bir neden kalmadığını düşünen bu radikal emperyal odak, büyük bir propaganda ve yıkım sistemini harekete sokmuş; “önleyici müdahale” gibi manipülatif kavramlar üretmiş ve ABD ordusunu Orta Doğu’ya göndermişti. “Sevmeleri gerekmez ama korkmalılar”… Dönemin ABD yönetiminin mottosu buydu. Koca koca adamlar; mesela Powell, Birleşmiş Milletler oturumunda dünyanın gözünün içine baka Amerikan/Alman istihbaratının ürettiği dezenformasyon dosyalarını okudular. İnsanları Bağdat’ta kitle imha silahlarının olduğuna inandırdılar.
Afganistan’a ve Orta Doğu’ya ordu göndermek, El Kaide radikalizmine rasyonel bir cevap gibi sunuldu dünya kamuoyuna.
Öncesini bir tarafa bırakalım. O günden bugüne bölgede kan hiç durmadı. Desantralize olmuş şiddet toplumunun bütün enstrümanlarıyla trajik biçimde tanıştık. Canlı bombalar, sivil katliamlar, baş kesmeler…
Aradan geçen bunca kanlı yıldan sonra, kimse Bush ve karanlık takımının adını anmak istemiyor.
“Sevmeleri gerekmez ama korkmalılar”… Bu bir neo-con slogandı. Arada geçen sürede, Doğu halklarının gözünde tüm bir Batı medeniyetine mal oldu…
Batı’nın dünyaya bakan gözleri şimdi anlıyor ki, “sevmezlerse korkmazlar da”…Nefret, her şeyi göze almaya çağırır insan ruhunu. Radikalizm orada hayat bulur. Ordular binalardan önce ılımlı fikir sahalarını imha eder. İnsanlardan önce uzlaşmacı siyasetler ölür.
Uygarlıkları çatıştırmak
Dağılan Orta Doğu ile birlikte, şimdi Batı yönetimlerinin sadece reel politikaları, yanlış siyasetleri tartışılmıyor. Tartışma, bütün bir Batı medeniyeti üzerine yürüyor. Batı’yı kategorik olarak reddeden; şeytani bulan bir zihin dünyası şekilleniyor. Çıkarları söz konusu olduğunda dünyayı umursamayan; kendi medeniyeti dışındakileri hak öznesi olarak görmeyen; çıkarcı, duyarsız, ayrımcı ve bencil insanlar toplamı olarak algılayan bir prizma oluşuyor İslam dünyasında.
Sadece siyasetçileri değil; kurumlarıyla, değerleriyle, sokaktaki insanıyla bir uygarlık alanı itibarsızlaşıyor.
Bu çok tehlikeli bir kopuştur. Bölünmüş; birbirine düşman sivil ordulara doğru götürür insanlığı. Karşılıklı radikalizme odun taşır. Dünyayı yaşanmaz kılar.
Üstelik haklı bir karşılığı da yoktur. Ne İslam dünyasının – bizim arkaik seküleristlerin iddia ettiği gibi- değişmez bir “öz”ü ve aynılığı vardır; ne de Batı medeniyeti “kötü bir öz” üzerine inşa edilmiş insanlık hatasıdır.
Kötü olan siyasetlerdir. Kültürleri, yaşama biçimlerini bir bütünmüş ve karşıtlık içindeymiş gibi tasavvur eden, kendi aidiyetlerini yüceltmenin yolunu diğerini aşağılayıp ötekileştirmede bulan söylemler, barış yerine yıkımı derinleştirirler.
Üstelik, “Batı uygarlığı” diye toptan üstünü çizmeci bir üsluba kendini kaptırmış koşanların, üstüne söz ettikleri toplumların kendi içlerine yönelik özeleştiri kapasitelerini hatırlamalarında yarar var. Yanlış giden işleri düzeltme, hataları açık açık tartışma müesseselerinin güçlü ve işler olduğu bir dünyayı konuştuğumuzu unutmamak gerek.
Paris’te gerçekleşen katliamın dünyayı ayağa kaldırdığını, fakat aynı dünyada Ankara felaketinin yankı bulmadığını söyleyenler haksız değil. Bundan rahatsızlık duymaktan doğal ne olabilir? Ve kanımca bu iki olaya gösterilen tepki farkı, kimilerinin düşündüğü gibi Paris ve Ankara yönetimlerinin olaylar karşısında izlediği yol ve üslup farkından da ileri gelmiyor. Burada, sanıyorum insan hayatına verilen değer ile ilgili bir ayrışmanın izleri var. Bizim de bir ayağımızı bastığımız bu coğrafyada insan hayatına Batı’da verildiği kadar değer verilmiyor. Yani Batı’lının, Paris’te hayatını kaybedenle Ankara’da kaybedeni aynı hassasiyetle karşılamıyor oluşunun, -Oryantalist etkilerin yanı sıra- bizim kendi inşa ettiğimiz kültürün “insana verdiği değer” le de bir ilişkisi var.
Çok haklı gibi de gözükse, eleştirilerin içe doğru bakan gözleri de olmalı bence. Tek yanlı kızgınlık üretmenin sorun çözücü bir tutum olmadığı açık.
Bu günlerde Batı’ya bakınca sadece “İslamofobi” görenlerin biraz da içimize bakıp “Batıfobi” patolojisi üzerine düşünmelerinde yarar var.
Yoksa; “medeniyetler savaşının” sıradan bir sözcüsü olarak bulabiliriz kendimizi…