Severim her güzeli senden eserdir diyerek /Ah, koklarım goncaları sen gibi terdir diyerek /Çekerim sineye her cevr’i kaderdir diyerek /Yanarım ömrüme vallahi hederdir diyerek”.
Sadri Alışık, Lemi Atlı’nın bu hicaz şarkısını cigaralı, kırık sesiyle Çolpan İlhan’a söylermiş.
Ve eklermiş ardından:
“Sen tek nüshasın…”
İlhan zaten kocasının sesiyle demlenen koyu, buğulu, iç geçirmeli namelere Alışık.
Sadri dersen, “Uzun hikâye abi…”
Ben onu 1970 yapımı filme adını veren “Ah Müjganım ah” repliğiyle de hatırlarım.
O filmdeki aşk hikâyesinin “üçüncü tekil şahıs”ıdır yine:
“Yahu ben kuruntu yapmam. Bir şey var Müjgân’da. Yüzüğünü takmadı, yüzü hiç gülmedi, gazozunu içmedi. Ya Müjgân bugün güzel bile değildi!”
Ah o Müjgân ki, Farsça’da kirpik demektir üstelik.
“Ah” çekmeden öğrenemezsin böyle şeyleri.
O manaya, Attila İlhan’ın “o mahur beste çalar, Müjgan’la ben ağlaşırız” dizeleriyle de ulaşırsın. Ahmet Kaya’yla da cilası gelir.
“Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız /(…) Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız /Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız” vurgusuyla, o meclise nerenden yakalandığını anlayamazsın.
Ağlarsın da bazen, sadece kirpik bilir.
Üçüncü şahsın şiiri
Attila İlhan derseniz, Çolpan İlhan’ın ağabeyidir malum.
Çoğu filminde “üçüncü tekil şahıs” kalan Alışık’a yancı, cümle platonik aşklara türkü olur “Üçüncü şahsın şiiri”:
“Beni sevmiyordun bilirdim /bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince /hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem /(…) felâketim olurdu ağlardım.”
Ben onu gönlündeki çınarın altında, başında ezik şapkası, yanında Çomarıyla berduş uzanırken hatırlarım:
“Sokak köpeklerine selam vermeye başladıysan, insan olmaya çeyrek kalmıştır.”
Hüzün had safhadadır elbet ama hep “Şakayla karışık Sadri Alışık”:
“Seni öyle bir severim ki, dengeni kaybedersin.
Kiliseye gider, ‘Selamün aleyküm” dersin…”
Yüreğine cız ettiren kamyon yazılarının ruhunu oralardan aldığını söylesem, tekzibi vicdan ister.
Turist Ömer, Gönlübol Arif, Ofsayt Osman, Şoför Ali, Balıkçı Ahmet…
O açık hava insanlarının uzun hikâyesini şöyle özetlemiş:
“Bütün bir ömür sabahları evden çıkarken karısının boynuna sarılan, akşama eve milyoner gireceğim diye hayaller kuran, sonra gün kararırken meyhane köşesinde rüyasını cilalayan, yenik bir adamın hikâyesi benim hikâyem.”
Öyle değildir pek de, yeşili, çamı, hatası o olsun. Münazarası, uzun hikâye abi. Ben girmem.
“Jön” değildi zaten o hikâyeleri yaşatan Sadri Alışık; hataları sevdiren, "Olur be abi, olsun be abi" dedirten adamdı…
Hatalar, façasıdır bir koca hayatın.
Sevgilinin kaşında çocukluğundaki salıncağın derin izi kalmışsa, elin hep oraya takılır.
Sever, öyle de ayırt edersin.
Ayhan Işık’ın beklenmedik ölümü
Kadim dostu Ayhan Işık 50 yaşında ölünce iyice çoğaltmış rakıyı ve Sipahi sigarasını… Bedeli, Karaciğer nakli.
Beş yıl idare etmiş “emanet” karaciğerle.
Herkes vurgunu “kara”sından beklerken, akciğerden gelmiş.
Üşütmüş bir yerlerde, toparlayamamış bir daha, atlatamamış bronşiti.
Söylediği şarkılar gibi, çeyrek asır önce kendi kelimeleriyle vedası da hicazkar oldu:
“Bir sabah uyandığınızda, beni bulamayacaksınız.
Bir hicaz şarkı, rüzgâr olacak denizlerinizde
Üşüyeceksiniz…”
Ya Çolpan?
Dost Kitabevi yayınlarından çıkan “Kahkaha ve Hüzün: Sadri Alışık”da okuyoruz uzun hikâyelerini.
“Yalnızlar Rıhtımı”nda başrolleri paylaşmışlar.
Aynı mahallenin çocuğu, “Kontes” ile “Kaptan”… (Alışık’ın babası sahici kaptan bu arada…)
O filmin jeneriğinde ağabeyinin yazdığı dizeleri okumuş İlhan:
“Martılar çığlık çığlığa her akşam /bir büyük rüzgâr dağıtır şarkılarımı (…) /Bir sabah yapayalnız öleceğim belki /ardımdan ağlayacak yalnızlar rıhtımı…”
Aşk o filmle iyice koyulaşmış.
Nişantaşı’nda Yekta Restaurant’da “Evet” demiş Alışık’a, elini tutmuş, yağmurun altında yürüyerek Dolmabahçe’ye inmişler.
Çolpan, “Jean Gabin’im” diye severmiş kocasını, öyle sevecenleşirmiş.
Sabahtan planlanan mezeler hep Çolpan’dan…
Rakılı gecelerde ne zaman bulutların arasından sıyrılan yıldızları, “ay”ı görse, çağırırmış karısını, içlerinden birisini gösterirmiş, “Bak Çolpan…”
Çolpan, Çoban Yıldızı nam-ı diğer Venüs, Zühre, yani aşk, güzellik filandır ya…
Muhabbetin sabahında, Sipahi cigarasının sisini bastıran kızarmış ekmek kokusu.
Bambi kirpikli, ceylan gözlü Audrey
Çolpan İlhan’ın oyalı yüzünde, ağabeyi Attila İlhan’dan (da) gelen aşkın, hüznün dizelenmiş, bir surete yerleştirilmiş hâlinin gezindiğini düşünürüm hep.
Bambi kirpikli, ceylan gözlü, ince, zarif silüetiyle onu Audrey Hepburn’e benzetmek ister gönlüm.
Alışık hastayken Çolpan İlhan aylarca hastanede kalmış; “bir yün çorap, bir eşofman altı…”
Sonunda duyurmuş gazeteler ölüm haberini:
“Turist Ömer cennette”.
Kamelyalı Kadın da gitmiş, sonra…
Sonra Açıkhava Sinemaları’nda ışıklar sönünce gökyüzünde gördüğümüz binlerce yıldızı, artık biz de görememiş olmuşuz.
Hayatımız, değerlerimiz, duygularımız ve tecrübelerimiz babında belki anlattıklarım sadece kayan yıldızlar.
Ama ona bakıp tuttuğumuz dilekler, böyle hikâyeleri andırıyor sanki.
Alışık’ın da, İlhan’ın da hayatı, çoğu bugün bilmem kaçıncı sınıf sayılan senaryolara/çevrimlere mahkûm geçmiş olsa da, Sait Faik’in “Çok sevdim be abi”hikayelerinden izler bulurum filmlerinde.
Peşisıra Attila İlhan’dan bir dize gelir:
“Kadehlerde rakı /nazlı beyaz /vaniköy korusunun ‘teşrinler’deki sisi
/gramofonda incesaz /meyhane musikisi
o şenliklerden heyhat kim kaldı?”
BİR FİLM/BİR REPLİK
"İnanmıştım. O kadar olanaksız şeyler anlatmıştı ki, bunların uydurulması mümkün olamazdı, hepsi gerçekti işte."
Tiffany'de Kahvaltı, Yazar: Truman Capote, Yön: Blake Edwards. Audrey Hepburn, George Peppard.