1980’lerde İzmir’de genç olmak biraz da “rock” müzik dinlemekti. En azından benim de içinde bulunduğum genişçe şanslı bir grup açısından.
Şimdikilerle karşılaştırınca herhangi bir şeyci olmak için çok kısıtlı “imkân ve tesis”e sahiptik. Rock’çılar da, sadece istediklerini dinlemek için bile meşakkatli yollardan geçmek zorundaydı. Ya bir albüm göze kestirilirdi ya da değişik albümlerden şarkı listeleri yapılırdı ve kıyıda köşede kalmış pasajların en kıyıda köşede kalmış dükkanlarına gidilir, kaset doldurtulurdu. Bizim TRT’de hiç böyle bir program olmadığından, “Yunan TRT’si”ndeki “Musicorama” adlı rock ağırlıklı bir müzik programını takip ederdik. Kasetlerin bozulması pahasına “pause” tuşuna yüzlerce kez basıp geri sararak şarkı sözleri çıkartırdık.
Ortalama rock’çılar için en çok Pink Floyd, Deep Purple, Queen, Beatles, Doors kasetleri uygundu. Biraz daha marjinalseniz mutlaka Jimi Hendrix’çi ya da Santana’cı olurdunuz. Rock müzik civarında daha ferah turlar için Bob Marley, Dire Straits, Smokie, Supertramp, Bad Company ve hatta Traffic… Her biri, tercihlerimize göre kendimizi tanımlarken kullandığımız “mühim” basamaklar…
Yaşadığım her şeyi belli şarkılar ile birlikte hatırlıyorum. Yani, hayatımız bir film şeridi gibi geçiyor ya gözlerimizin önünden bazen, o şeritler benim için her zaman müzikal değilse bile, müzik prodüksiyonu çok güçlü filmlerin şeritleri.
Yıllar içinde farklı türlerden, bazen daha bile güzel şarkılar girdi hayatıma ama hâlâ müzik dinlemek denince aklıma ilk gençlik yıllarımı şekillendiren bahsettiğim rock grupları/müzisyenleri gelir. Pink Floyd da illâki baş köşelerden birini doldurur, ama toplam içindeki ağırlığı en fazla olan değildir.
Biraz da duruş meselesi bu işler… Pink Floyd başka bir duruşun emaresiydi benimkinden. İşte bu tarifi zor duruşa uygun olan “tam bana göre” iki istisna Pink Floyd şarkısı vardı: “Wish you were here” ve “Vera Lynn”. Birincisi belki de en çok bilinen şarkılarından biri Pink Floyd’un. Daha az teveccüh gösterilen “Vera Lynn” ise, sessiz, kısacık bir nefes alma gibidir The Wall albümünde. 82 saniye. Şu kadarcık bir şarkı:
“Buralarda Vera Lynn’i hatırlayan biri var mı?
Onun güneşli günlerde yeniden buluşacağımızı
Nasıl söylediğini hatırlayan?
Vera, Vera,
Sana neler oldu?
Peki, buralarda benden başka
Bunları hisseden biri var mı?”
Roger Waters’ın bu şarkıyı babası için yazdığı biliniyor. 1943 yılında, savaşın orta yerinde doğan Roger Waters babasını neredeyse hiç görememiş.
Babası, İkinci Dünya Savaşında ölen 55 milyon kişiden biri… Tabii, bu da, o dönemde birçok sanatçı için olduğu gibi, Roger Waters için de ilham kaynağından öte, sürükleyici bir etki yaratmış. Savaşın yıkıcılığı, belki de, bütün şarkılarında bağırarak ya da sessizce haykırdığı esas konu. Özellikle The Wall albümü, bir hayalet edasında savaşın geride bıraktığı enkaz hayatlar üzerinde dolanır durur. “Another Brick in the Wall” (Duvarda Bir Tuğla Daha) şarkısından geniş bir çeviri yaparsak, babası, geride sadece albümdeki şipşak resimden ibaret bir hatıra bırakarak okyanusun diğer tarafına gitmiştir. Zaten başka ne bırakmış olabilir ki oğluna? Hepsi hepsi, insanı diğerlerinden ayıran duvardaki bir tuğla haline gelmiştir artık…
Şarkıda geçen Vera Lynn ise, savaş esnasında Britanyalı askerlere “Güneşli günlerde yeniden buluşacağız” (We’ll meet again some sunny day) diyen ünlü şarkıcıdır.
1917 yılında doğmuş, 10’lu yaşlarının başlarında şarkı söylemeye başlamış ama esas ününü İkinci Dünya Savaşı sırasında söylediği şarkılarla kazanmış bir İngiliz kadın.
Britanyalı askerlere moral vermek için savaş boyunca, neredeyseler oralara gitmiş, Mısır, Hindistan ve o zamanlar Burma denen Myanmar’da konserler verip, kendi deyişiyle, askerlere evin uzak olmadığını, kişisel ve kıymetli olan şeyleri hatırlatıp umut vermeye çalışmış. İkinci Dünya Savaşı denince Britanya’da ilk akla gelen şarkıcının Vera Lynn, şarkının ise “We’ll meet again” olduğuna bakılırsa, akıllarda çok da yer etmiş. Dahası, savaştan yaklaşık 60 yıl sonra, 2000 yılında tüm ülkede yapılan bir oylamada 20. yüzyılın ruhunu en iyi temsil eden Britanyalı seçilmiş.
Pink Floyd’un bana göre en içli iki şarkısından birinin Vera Lynn’i, geçen ay 103 yaşında Sussex’teki evinde çevresinde sevdiği insanlar varken yaşlılığa bağlı sebeplerle öldü. Başbakan Boris Johnson bir taziye yayımlayarak “Vera Lynn’in çekiciliği ve sihirli sesi karanlık zamanlarda ülkemizi büyülemiş ve moralimizi yükseltmiştir. Sesi ile gelecek nesilleri de etkilemeye devam edecek” dedi.
Sonra, 20. yüzyıl ruhunu 21. yüzyıla taşıyan bu hayat üzerine dış basında, özellikle İngiltere’de çok yazılıp çizildi. Kimi, Boris Johnson gibi, İkinci Dünya Savaşının “en karanlık” günlerinde Britanyalılara ümit aşılayan bu sesin sahibini minnettarlık ile andı. Kimisi, savaş zamanının bu en çok görünen yüzünün, askerlere evin yakınlığını değil, tam tersine ne kadar uzak olduğunu hatırlattığını söyledi. Hayatta kalan az sayıda askerin bazılarına göre, bir akşam, ne yaptığını, neden orada olduğunu bilmeden dünyanın alakasız bir yerindeki konserde Vera Lynn’i dinlemek, sadece evi ne kadar özlediğini hatırlamak değil, aynı zamanda evin ne kadar uzak olduğunu ve savaşın içinde yaşadıklarını ümitsizce fark edip yabancılaşmak anlamına geliyordu. Vera Lynn, onlar için bu anlamsızlığın orta yerinde duran tanıdık ama tuhaf “şarkıcı kız”dı.
İşte bizim ilk gençlik dönemimize denk gelen yıllarda dinlenen klasik rock müziği, çoğunlukla bu İkinci Dünya Savaşı etkisindeki “boomer” kuşağının izlerini taşıyordu. Fark ederek ya da anlayamadan, savaş karşıtı bir kültüre, böylece dahil olduk. Tabii ki, çok başka kimlikleri ve renkleri de içeren bir türden bahsediyoruz ama içgüdüsel olarak, bizler hep savaş karşıtı olan mesajları tercih ettik. Türkiye’de her şeyin alt üst olduğu 12 Eylül darbesi sonrasında, kimilerine göre “apolitik” bir nesil olduk. Belki de, politikanın, bize gösterilenden daha geniş bir anlamı olduğunu sezme yeteneğini de, bu apolitizasyon sayesinde geliştirdik. Bana göre, 12 Eylül sonrası kuşak, hızla ifade alanlarını genişleten muhafazakar gençlere ek olarak, dar anlamda politik aidiyet geliştirmekten hoşlanmayan gençlerden oluştu. Antik Yunan’da ikili okuma ya da farklı yönlerden yorum yapabilme anlamına gelen “diyalektik” kavramının hakkını verebilme konusunda, bizler için çok daha uygun bir siyasî ortam ya da boşluk vardı. Başka birçok özgürlükten mahrum kalırken, en azından bazılarımız, bu çok yönlü olabilme fırsatını iyi değerlendirdi.
Yine aynı yıllarda video kasetler çıktığında, The Wall’un filminin yanında en çok izlediğimiz film 1979 yapımı olmasına rağmen Türkiye’de çekildikten yıllar sonra vizyona giren ama daha çok korsan kasetlerle izlenen “Hair” (Bırak Güneş İçeri Girsin) oldu. Okuldan kaçıp, evlere sığındığımız zamanlarda, hep birlikte, neredeyse saygı duruşunda, bu tür filmleri izleyip, şarkılarını ezberlerken, savaşın yıkıcılığını kelimelere ihtiyaç duymadan, anti kahramanların hayatlarını “yaşayarak” hissettik.
Bir ölüm haberinin üzerine, ilk gençliğimiz, rock müzik, Pink Floyd, Roger Waters’ın savaşta ölen babası ve 20. yüzyılı en iyi temsil eden Britanyalı kadın şarkıcı Vera Lynn’in cephelerde verdiği konserler ekleniveriyor. Dahası, savaşlar ve kaybolan, eksik kalan kuşaklar… Dünyanın dört bir yanında çok farklı hayatlar sürerken birbirini hissedebilen insanlar…
Hayat böyle, her şey birbirinin içinde. Düğümleri çözme çabası, bazen kendimizi daha iyi anlamayı getiriyor beraberinde…
Sonunda kulağımızda içli bir şarkının sözleri kalıyor:
“Peki buralarda benden başka
Bunları hisseden biri var mı?”