Vincent Van Gogh’un tablolarını görmek için Amsterdam’a gittiğimde müzedeki uyarılar yersiz gelmişti önce. Sessiz olun lütfen, fotoğraf çekmeyin, cep telefonu kullanmayın denilmesi ne kadar da yerindeymiş. Kendi içlerine dönmüş, tarlalarda çalışan dindar insanların kırılgan dirayeti, yıldızlı gökyüzünün insan kalbiyle alabildiğine iç içe hüznü, ölmeden önce yaptığı son resimdeki kargaların teslimiyeti önünde uzun zaman geçirirken her şey batıyor insana. Ziyaretçilerin kendi aralarındaki uğultularına, mekanik aletlerin saldırısına maruz kalmak istemiyor insan gerçekten de. Sergiden bir tek kare yok elimde ama tek bir insana dokunmanın değerini ruhuma nakşetmesi bu yolculuğa değer. Patates yiyen bir hane halkının loş aydınlığında, evin önündeki ayakkabıların neredeyse insanın bütün macerasını dışa vuran duruşunda, papatyaların dile gelişinde yerel ve evrensel arasındaki mesafelerin nasıl kaybolduğuna tanık olmak. İnsanın insanla doğayla iradeyle azim sınanışını, kaçınılmaz yoldaşlığını, kaderin ıssızlığını ve hükmün inayetini fırça darbelerinin içinde görmek.
Van Gogh’la ilgili çok farklı bir film çalışması olduğuna dair haberler birkaç yıldır bütün dünyada heyecan yaratmıştı. Kendisi de bir ressam olan Polonyalı yönetmen Dorota Kobiela Vincent’ın tekniğine tıpkısıyla bağlı kalarak, biyografisini resimlemeye başlamıştı yıllar önce. Sonra uzun emekler sonucu 125 ressamın katıldığı bir animasyona imza attı İngiliz yönetmen Hugh Welchman ile birlikte Loving Vincent (2017). Ressamın eserlerinden yola çıkarak, çağdaş yaşayan ressamların aslına uygun çalışmalarının da katılımıyla, Vincent’ın kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardaki kronolojiyi izleyen bir hikaye çıkmış ortaya. Resimle biyografi çalışması bakımından dünyada bir ilk. Doğal olarak 30. Avrupa Film Festivali’nde en iyi animasyon ödülünü aldı.
Kurgu ressamın ölümü etrafındaki sır perdesini kaldırmak üzerine inşa edilmiş. Yoksulluk ve hastalıklarla mücadele ederken otuzyedi yaşında hayatına son veren, yüzlerce resim yaptığı halde yaşarken sadece birini satabilen, resim yapmak için ve hayatta kalmak için gerekli desteği almaya çalıştığı kardeşine yazdığı mektuplarda bu durumun onu ne kadar örselediğini anlatan ressam aslında üst orta sınıf saygın bir aileye mensup. Fakat hayattaki duruşu ve tercihleri yüzünden aileden gerekli desteği ve övgüyü görememiş bir türlü, tersine onaylanmama acılarını bütün benliğinde yaşamış.
Nasıl onaylansın ki, saygın bir din adamı olarak itibarlı bir konumda yaşamını sürdürme imkanı önüne defalarca serildiği halde, ruhunu besleyen ama beş kuruş getirisi olmayan resim işine adıyor hayatını. Düzgün bir evlilik yapıp dindar ve disiplinli annesine torunlar vermek yerine, bir elinde çocuğu ve karnında da bebeği olan fahişeyi kendine hayat yoldaşı yapıp, kıt ekmeğini onlarla paylaşmaya kalkıyor. Bir rahip olarak atandığında kendisine tahsis edilen evi bir evsize verip samanlıkta yatıp kalkmasına ne demeli. Dinin ve din adamının saygınlığına gölge düşürmesi affedilmiyor. Güya benzersiz parlak renklere meyletmiş, zamanın ağırbaşlı pastel tonlarına inat, ama fazla neş’e demek değil bu. Fırçasını kullanma biçimiyle sarıyı yeşili kırmızıyı ve maviyi insanın bu dünyadaki imtihanını anlatmaya adamış sanki, çoşkulu renkler inanç, sabır ve tevekkülün dışavrumu. Köy ve kasabaların yerel kafelerin içinden insanlığa seslenmeyi başarıyor. Buradan bakınca deli demek doğal, kimsenin kimseye bir dilim ekmek vermek istemediği bir dünyada, akıllı işi değil yaptıkları.
Film bir postacının elinde kalan (Vincent’ın Theo’ya yazdığı) son mektubu oğlu Armand’a elden ulaştırması için teslim etmesiyle başlıyor. Theo’ya ulaşmaya çalışan Armand bizi ressamın kiracısı olduğu odaların, ev sahiplerinin kızlarının, sırlarını paylaştığı doktorların arasından geçirip ölüm gününe kilitliyor. Cinayete mi kurban gitti iddiaları sis gibi dağılıyor filmin sonunda. Kendini vurup uzun bir yürüyüşle odasına ulaştığına göre ölmek değil halini arzetmekti belki de muradı. Bunu artık kimse bilemez. Theo da bu acıya dayanamayıp altı ay sonra vefat etmiştir. Rahip ve sanat simsarı dini bütün Hristiyan ailenin mutlu bir yuva kurup çocuk sahibi olmuş düzgün hayatlı oğlu da abisinin girdabındadır bir şekilde. İki kalp bir akıl olmuşlardır zaman içinde. Tekneci güneş doğmadan gelip ilk saf ışığı yakalamak istediğini, elindeki tek yemeği kargalara verişini anlatırken, doktorun kızı Marguerita gözlerindeki çılgın ateşten söz eder. Dua et ve çalış (ora et labura) Theo’ya öğüdü. Sağlamlık, yalınlık ve içtenlik bakımından eksikleri olduğu söylüyor sonra da buna bir günde varılamayacağını bildiriyordu. İmanlı kişiler acele etmemeli sabırlı olmalıydı tekamül ederken. Olana dayanma gücü veren şey içinin ta derinliklerinde duyduğu Allah inancıydı. Kalbimi ve ruhumu işime kattım bunu yaparken de aklımı kaybettim diyordu. Tek bir insanın resmine hakikatine eğilmeyi öğrenemeden, bir insanı koşulsuzca sevemeden, canından malından mesainden keyfinden başkası için harcayamadan Vincent’ı anlamak ne mümkün.