Her ülkenin insanında zaman içerisinde doğal olarak gelişen, memleketini ve insanını, taşını toprağını sevmenin tezahürü olan yurtseverlikle bir etnik kökene veya hamasi bir büyüklük tanımı içeren millete dayanan ideolojik milliyetçiliğin birbiriyle taban tabana zıt şeyler olduğunu biliyoruz. Birincisi ne kadar insani ve kendiliğinden, ne kadar çeşitliliği seven ve dünyaya açık bir büyük insanlığa yönelmişken ikincisi de bir o kadar darlaştırıcı, kendinden olmayanı sevemeyen, eksikliklerini sürekli yüceltmelerle kapatmaya çalışan bir gençlik ideolojisi halinde olgunlaşmayı engelleyici oluyor. İnsansız bir insanlık davasına soyunuyor. Öyle olunca, koca koca adamların ağzından çocukça heyecanların siyaset yapmak olduğunu zannettiren cümleler dökülüyor. İnsanının dertlerine çözüm üretme çabası kolaylıkla halk dalkavukluğuna dönüşebiliyor. Devletin “asıl” sahipleri diye ayrı bir sınıf türeyebiliyor.
Birincisi ne kadar geleceğe bakıyor, yaratıcılığa ve yerelden evrensele açılmaya izin veriyorsa ikincisi de bir o kadar geçmişe saplanmaya, yaratıcılıkları tehlikeli saymaya ve ülkenin dönüştürücü enerjisini dondurup kalıplara sokmaya hizmet ediyor. Kendi zincirlerinden kopamadığı için durduğu yeri en doğru konum gibi görmeyi marifete addediyor. Ülkenin de kendi seviyesinde kalması için var gücüyle zora başvurmak istiyor.
Ve yine biliyoruz ki milliyetçilik yalnız kendini ve kendinden olanı sevmek, kendi menfaatini en başta görmek ve böylelikle ötekini herhangi bir nedene ihtiyaç duymaksızın değersizleştirici bir hiyerarşinin tepesinden dünyaya bakarak aleme nizam vermek olduğunda savaş ve peşi sıra büyük yıkımlar kaçınılmaz oluyor. Tarih bize hiçbir milliyetçiliğin “yıkarak-yakarak” herhangi bir yüce amaca ulaşamadığını bağırarak söylüyor.
Kaba kuvvetin davaya ulaşmak için yegane araç olduğu bir zihniyet dünyası için çatışma, kaçınılmaz bir gereklilik olarak kağıt üzerinde masumane gözüken fikirlerden yok edici bir zorbalık üretiyor. Milliyetçiliğin en gülümseyen biçimi olarak memleketçilik ne denli hümanizm içeriyorsa hamasete ve ötekinden üstün olmaya dayalı milliyetçilik de o oranda militarizm içeriyor. İnsanlar, vakarlı ve onurlu birer özne olmaktan çıkarılıp birer nefer olarak görülüyor.
Bu ülke insanının, gerektiğinde yurdunu, insanını ve bağımsızlık inancını koruma konusunda neler yapabileceğini hepimiz gayet iyi biliyoruz. Dahası, dünya biliyor. Koca bir tarih bunun hikayesiyle dolu. Bu konuda herhangi bir ilave propagandaya gerek kalmayacak kadar bilinen kesin bir gerçeklik bu artık. O nedenle ‘asarız keseriz milliyetçiliği’ olsa olsa bu büyük geçmişin mirasını kendi hesabına yazdırıp buradan ideolojik bir güç devşirme arayışı olabilir. Ya da tarih bilgisizliği!
İyi bir siyasal toplumda herkes eşittir ve bu eşitlik ülkesini ve insanını sevme düzeyi bakımından da kesin bir eşit olma hakkını içerir. Aksine düşüncesi olan kim varsa siyasal-dışı bir toplum hayaliyle yaşıyor demektir ki onu ancak halk iradesine dayanmayan otokrasilerde ve oligarşilerde bulabilir. Buradan kendine bir inhisar –ve de imtiyaz- çıkarma çabası, öteki siyasal görüşlerin ülke siyasetindeki yerinin gayri-meşru bir biçimde geriletilme çabasından başka bir şey değildir. Her kim, toplumsal iradeyi kendi tekelinde görüyorsa otoriter bir demokrasi-karşıtlığına doğru koşar adım ilerliyor demektir.
Bu çerçevede görünen o ki İYİ Parti’ye bir büyük görev düşüyor. Ve dahası ancak bu görevi layıkıyla yerine getirebilirse MHP’den ayrılması Parti hesaplarına uymayan bir çatışma değil fikri bir ayrışma ve teorik bir farklılaşma olarak hakiki bir yeni politik hat sunabilir. O halde bu görev ne olabilir?
Bu görev, dışlayıcı ve darlaştırıcı, kendinden olmayanı sevemeyen “militer milliyetçiliği”, demokratik bir çizgiye oturtarak kendi kültürünü yeniden işleme, memlekletin her köşesinde toprağına emek veren insanları daha üretken hale getirme ve herkesin siyaseten ve hukuken gerçek anlamda eşit olduğu dayanışmacı bir bütünleşmiş topluma giden modern bir milliyetçiliğe öncülük etme görevi olabilir mesela.
Ülkede kimsenin kimse için kötülük düşünmediği, ötekinin başarısına haset etmediği, hiçbir azınlığın kendini korunaksız hissetmediği, kanunların gücünün ayrıca bir yaptırıma ihtiyaç duymacak kadar toplumun iradesinden süzülüp geldiği munis ve serinkanlı bir milliyetçiliğin şartları için mücadele verme görevi olabilir.
Yılların adaletsizliklerine ve ezilmişliklerine dayanan ızdıraplardan popülizm devşirme basitliğine düşmeyen, siyaseti esnaflık olarak görmeyen, son derece olgun, farklı görüşlere ya da kesimlere açılabilen bir kaynaşmanın öncülüğünü yapabilen bir milliyetçiliğin önünü açma görevi olabilir. Gerçek milliyetçi siyasetin kapalı kapılar ardında değil ancak halkın apaçık gözü önünde yapılabileceği bilgisini öğretebilir.
Gücünü, yumrukları sıkılmış bekleyen gençlik heyecanlarından, camilere kadar sirayet eden kutuplaşmalardan değil Anadolu’nun kendi halinde sakin ve kanaatkar akan derelerinden, ağırbaşlı tepelerinden, üzümünden ve incirinden alarak, kendi teknolojisini kendi dertlerinden çıkarmayı öğrenmeye çalışma görevi olabilir.
Gerçek milliyetçiliğin ülke için ölmek ve öldürmek değil tam tersine yaşamak ve var etmek davası olduğunu gençlere öğretebilir. Birbirini boğazlamaya çalışmak yerine birbirine inanan nesillerin yetişmesine aracılık edebilir.
Binlerce kilometre ötede büyük ülküler aramayıp kendi insanının küçük hayatlarının içindeki yalnızlıklarını ve acılarını dindirmeyi ülkü edinen, insanlara kendini ve kendinden olmayanı sevmeyi öğreten, kardeşlikten başka dava olamayacağını sezdiren yeni bir söylemi var etme görevi olabilir.
Hamasi lafları siyasetten tasfiye ederek milliyetçiliği bir gençlik denemesi olmaktan kurtarıp düşünsel derinlik kazandırma, geniş kesimlerin memleketiyle olan bağlarını çok daha güçlü hissetmeleri için özgüven aşılama görevi olabilir. Siyaseti yeniden ahlakla buluşturabilir.
Gerçek anlamda bağımsızlığın ülke sınırları dışındaki “vurdu-kırdılar”dan önce kendi içinde tam bağımsız kurumlara, gerçek anlamda bağımsız bir yargıya, bağımsız bir medyaya, bağımsız bir üniversiteye, bağımsız düşünebilen yazarlara ve kendi gücüne inananarak yetişen bağımsız kafalı genç insanlara ihtiyaç duyduğunu gösterme görevi olabilir.
Yukarıdan aşağıya atanarak gelen ve liderinin mimiklerini anlamak için hazırol vaziyetinde bekleşen milletvekilleri yerine halkın içinden çıkan, kendi vasıflarıyla yükselen, düşmana ihtiyaç duymayacak kadar kendinden emin bir fikriyatın entelektüel temellerine katkı yapabilecek nitelikte görüşler ileri sürebilen adayların vekil olması için çaba sarf etme görevi olabilir.
Güvenliğin zannedildiği gibi silahlı ve militer bir iş olmadığını, bunun ancak ve sadece kalıcı bir güven inşasıyla gelebileceğini ve kaba milliyetçiliğin altındaki korkulardan arınmanın en yalın ve güvenli yolunun da ülke insanını bir “yabancı” gibi görmekten vazgeçmekle olabileceğini bildirme görevi olabilir. Gandivari şiddet-dışı bir milliyetçiliğin tohumlarını atabilir.
Dinin bu ülke için vazgeçilmez olmasından siyaset devşirmeye kalkmayarak herkesin inancını doya doya yaşamasının yolunun din din diye bağırmaktan değil tasavvufi bir dinginlik içerisinde herkesten ve her şeyden önce kendi içine bakmaktan geçtiğini, onun aslında kara kaplı kitapların ahkamları değil Fırat’ın kenarında kaybolan bir kuzudan dahi kendini mesul hissetme iradesi ve gücü demek olduğunu sakince anlatma, kin ile dinin aynı kalpte barınamayacağını genç kuşakların anlamasını sağlama görevi olabilir.
Ve belki en önemlisi milliyetçi siyasetin birbirini yemek, ötekini alt etmek, ne pahasına olursa olsun iktidara erişmek, büyüklenmek, dünyayı hizaya getirmek, alame nizam vermek değil basitçe, kendini bilmek olduğu fikrini geriden gelenlere yayabilir.
Kısacası, İYİ Parti, sakinliğini koruyarak kısır çatışmaların dışına çıkabilir, enerjisini kamplaşmalar için yakıt olarak kullanmayıp önüne açılan yeni görev alanlarındaki boşluğu doldurmaya çalışarak, kaba duygulara karşı ince bir işçilikle geleceğini şekillendirmek için kullanabilirse şayet milliyetçi duyguları sağlıklı bir yörüngeye oturtabilir; idealin ve ülkünün kaf dağının ardında değil kendi ellerinde, yanı başlarında olduğunu görebilir. Bunu başarabilirse şayet, işte o zaman gerçekten de iyi bir iş yapmış olabilir.