Türkiye’nin Suriye’ye yönelik dış politikasında yanlış yaptığına dair yaygın bir kanaat var. Gerçekten de Esad’ın kısa bir süre sonra iktidardan düşeceği varsayımı doğrulanmadı, oysa Türkiye’nin politikası bu beklenti üzerine oturmuştu. Ne var ki bu aslında ABD’nin de hatasıydı. ABD o dönemde bu varsayımı güçlü bir şekilde savunuyor ve müttefiklerini de o yönde etkiliyordu. Ancak sonuçta Esad’ın kalıcı olduğu kabulü üzerinden bakılsaydı bile, Türkiye’nin çok farklı bir politika izlemesi zordu. Suriye hükümetinin kendi vatandaşları üzerine varil bombası atıp, kimyasal silah kullandığı bir durumda, bu coğrafya ile kadim bağları olan Türkiye’nin Esad’a ‘yumuşak’ bakması, orta bir yol izlemesi mümkün olamazdı.
Türkiye’nin asıl yanlışı hedef önceliklerini net bir biçimde tanımlayamaması oldu. Diğer aktörlerin kapasiteleri ve niyetleri veri alındığında Türkiye birlikte tatmin edilmesi imkansız olan bir hedef listesi ile ortaya çıktı. Ancak bunun da gelinen nokta açısından ne denli etkili olduğu şüpheli. Sonuçta Türkiye bu kavgada orta boy bir ülke ve çoğu zaman bir ‘bağımlı değişken’. Çok sıkışmadıkça kendi başına hareket etmek istemeyen ve böyle bir duruma zorlandığında da meşruiyet kaygısı ile davranarak hareket alanını kısıtlı tutan bir ülke. Dolayısıyla ABD ve Rusya’nın tutumlarını veri aldığımızda Türkiye ne yaparsa yapsın şu an olandan çok farklı bir denge ile karşılaşılmayacaktı.
Diğer taraftan Türkiye Suriye’deki hakim ahlaki tavrın çok ötesine geçen, epeyce farklı bir davranış gösterdi. Suriyeli mültecilere kapısını açtı ve bundan hiç şikayetçi olmadı. Aslında bu hamlenin dış politika anlamında ilerde Türkiye’nin en önemli kozlarından biri olacağını, ilk mülteci girişlerinden sonra yazmıştım. Suriye politikası üzerinde uzun vadede etkili olmanın yanında, bu durum doğrudan Batılı müttefikler üzerinde de bir baskı oluşturacaktı. Mültecilerin Türkiye’ye gelmesi bu sorunu Batı dünyasına taşıdı ve Suriye’deki vahşeti Avrupa’nın meselesi haline getirdi. Avrupa’nın ekonomik kriz atlatılmamışken ve yabancı düşmanlığı yükselirken söz konusu mültecileri içine almakta zorlanacağı da açıktı. Dolayısıyla Türkiye ile Avrupa arasında kaçınılmaz bir yakınlaşma ve yardımlaşmanın zemini oluşmaktaydı…
Geçen günlerde Merkel’in ‘güvenli bölge’ oluşturmaya yönelik çıkışı, Türkiye açısından geç kalmış bir sağduyu çağrısıydı. Türkiye uzun zamandan bu yana böyle bir bölgenin oluşmasını ve mültecilerin ihtiyaçlarının orada sağlanmasını savunuyor. Aksi halde bugünkü mülteci sayısı iki misline çıkacak ve bunların büyük kısmı Avrupa’ya geçecek.
Merkel’in ciddiyetinin farkında olan ABD için şimdi yeniden düşünme zamanı. ABD de geçmişte Türkiye’nin yaptığı hataya düşerek birlikte sağlanması olanaksız sonuçları aynı anda istiyor ve üstelik bunun bedelini ödemeye de yanaşmıyor. Açıkça söylemek gerekirse hem PYD’yi desteklemek hem de mülteci akınını durdurmak mümkün değil. Çünkü PYD esas olarak Rusya’nın ve Esad’ın partneri. Eli serbest kaldığında Suriye muhalefetini sınır dışına zorlayacağını, kendisi buna tam razı olmasa bile taşaron olarak kullanılacağını herkes biliyor.
ABD için en uygun çözüm PYD’nin makul olana ikna edilmesidir. Ancak bunun için PYD’ye gerekli güvencenin de verilebilmesi gerekiyor. Bu ise ABD’nin en az Rusya kadar elini taşın altına sokması demek. Ama ABD bunu yapamayacak… PYD Rusya’nın uzantısına dönüşecek… Türkiye de PYD’ye yaşama alanı bırakmayacak. Batı dünyasında kimsenin işine gelmeyen bir ‘çözüm’. Herhalde Suriye macerası da tarihe bir aymazlık öyküsü olarak geçecek…