Başlık kimseyi yanıltmasın. Haddimi aşan tarih tezleri, söylenmemiş katkılar ortaya koymak gibi iddialar taşımıyorum. Sadece, bu günün asabiyesi içinde her konuyu politize edip araçsallaştırırken biraz nefes alıp ortak hafızamıza geri dönelim diyorum. Belki daha sağduyulu konuşmamıza yardımcı olur… Ayrıca, yürek soğutmak isteyen kızgın arkadaşlar bu yazıdan sıkılacaklar, başlarken uyarayım.Küresel içiçeliği tartışmak ‘komploculuk’ mudur?Kanımca, günümüzün ulusal sınır tanımayan küresel ilişkileri içinde, bırakın bölgesinin çok önemli bir aktörü olan Türkiye’yi, dünyanın hiçbir köşesindeki olayı “dış dinamikleri” dikkate almadan anlayamayız. Dış dinamik kavramını tırnak içine almamın nedeni, yaşanan küresel bütünleşmede artık neyin “iç” neyin “dış” olarak tanımlanabileceğinin bile belirsizleştiğine vurgu yapmaktır.“Dış güçler” der demez “komplo teorisi” çığlıkları atıldığının farkındayım ve bu tuhaf itirazı Şükrü Hanioğlu’nda rastladığım deyimle “tutku savaşlarına” bağlıyorum. Akıl değil duygu konjonktüründeyiz. “Küresel bağlam”a yapılan göndermeler, bir anlama çabasından çok propaganda malzemesi olarak algılanıyor. Sonuçta da her olayı ulusal sınırlarımız içinde, “yerli” dinamiklerin çıplak gözle görülür sebepleri üzerinden tartışmamız isteniyor. Neden sonuç ilişkilerini sorgularken ilk görünenin ardına doğru bakmak neredeyse “entelektüel bir suç” ilan edildi. Hiç ummadığınız isimler bile, ulusal sınırların ötesini de analize dahil eden her sözü -hiç de öyle söylenmediği halde- her şeyi yabancı güçlerin komplosuyla açıklama gayreti olarak etiketleme eğilimindeler. Evet, Erdoğan’ın “lobiciler”, “istiklal savaşı”, “vatana ihanet” çıkışlarını propaganda olarak değerlendirebilirsiniz. Fakat bunun yarattığı asabiyetle, her süreci “içeride” olup biten olgular gibi değerlendirmeyi teklif ederseniz, bu da “bilerek körleşme”yi savunmaktan başka bir anlam taşımaz. Burada önemli olan, “dış”a atfettiğimiz her olayı sırf “dış” olduğu için “kötü” ilan etmek tuzağına düşmemektir. Dinamikler meşruiyetini ait oldukları adreslerden değil, ulaşmak istedikleri hedeflerinden, işlevlerinden alırlar. “İç” kendiliğinden meşru sayılamayacağı gibi “dış” da sırf “yabancı” olduğu için gayrı meşru değildir.Sovyet sisteminin çöküşü ve vesayette zemin kaybıABD’nin, 2000’li yılların hemen başında Türkiye’yi “stratejik ortak” ilan etmesinin nedenlerini doğru anlarsak, hem muhafazakâr yükselişi, hem de şimdi tanık olduğumuz çatışmaları daha yerli yerine oturtabiliriz kanısındayım.Sovyet blokunun çökmesiyle birlikte Türkiye’nin Batı dünyası içindeki tanımlı işlevi yerini belirsizliğe bırakmıştı. Bu aynı zamanda NATO müttefiki generallerin vesayetini garanti eden sistem desteğinin zayıflaması demekti. Batı’nın önceliklerinin değişmesinin, Türkiye’deki iç dengelere, politik rejime yansımaları neler olabilirdi? 28 Şubat’ı “doğrudan darbe mi, yoksa sistemi lağvetmeden müdahale mi” tartışmasıyla kan ter içinde kotaran komutanların en çok bu soruyla ilgilendiklerini tahmin etmek zor değil. İzlenen yoldan, ordunun karar vericileri arasında artık doğrudan bir darbenin Batı dünyası içinde destek bulmasının mümkün olmadığı görüşünün ağır bastığını anlıyoruz. “Post modern darbe” aslında sonun başlangıcını haber veren bir çaresizliği anlatıyordu bize.Nitekim 1997 yılında yapılan bu müdahaleyi takip eden yıllar, azınlık ya da koalisyon hükümetleriyle geçen, askerler dahil tam bir dağılma, yozlaşma ve iktidarsızlık yıllarıdır.2001 Şubatında Cumhurbaşkanı’nın Ecevit’e fırlattığı anayasanın gürültüsü bütün dünyadan duyuldu. Sistem çökmüştü.Bir elleri Erbakan’ın boğazında, ne yapacağını bilmeyen paşalar Hüsamettin Özkan’ın kapısını çalacak kadar çaresizdi. Ve Batı, dünya finans sistemi aracılığıyla ülkenin gidişine çoktan el koymuştu. Derviş yasaları yürürlüğe girmiş, IMF’nin sert koşulları kabul edilmiş, ilk AB reformları başlamış, mafios ekonominin sonuna gelinmişti.İyi de, siyaseti kim yönetecekti?Yanlış öngörü: Ortadoğu’nun Batıcı laik bekçileriAynı yılın ağustos ayında AKP kurulmuştu. 28 Şubat bütün failleriyle can çekişiyordu.O yıl ikinci bir şey daha oldu. Eylül ayında El kaide “beyaz adamın” kulelerine girdi. Doğru mudur bilmem? Genelkurmay’da generaller arasında bu olayın “çak” etkisi yarattığı söylenir. İslami radikalizmin Batı merkezlerinde yarattığı şok, bölgede Türkiye’nin ve onun laik ordusunun yeni politik rolünü haber veriyordu! Vesayete aranan kan Ortadoğu’da cereyan edeceği iyice anlaşılan “medeniyetler çatışması” üzerinden bulunmuştu! Laik bekçilerin önemi tartışılmazdı!Jeo-politik fetişisti kurmay aklı bunu o kadar abarttı ve aslında yanlış yerden okudu ki, kendi sonunu getiren 3 Mart tezkeresi oylamasını zafer zannetti. AKP’nin ABD nezdindeki meşruiyetini çökerttiklerini düşündüler. Kendi istedikleri koşullarda kapılarının çalınacağını umdular. Kötü yanıldılar.ABD, Ortadoğu haritasını değiştirmeye karar vermiş ve yüzbinlerce askerini Saddam’ın üzerine göndermenin eşiğinde Türk ordusundan ummadığı bir çalım yemişti.Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’ın Paul Wolfowitz’le yaptıkları o ünlü röportajı hatırlıyoruz. Televizyondan televizyona koşup ekranlarda haritalar çizerek neden Türkiye’nin sınırlarını kullanmadıkça Amerika’nın savaşı kaybedeceğini; neden vazgeçilmez olduklarını coşkuyla anlatan “uzman” subayların bu röportajdan sonraki suratlarını bilmiyoruz tabii. Fakat artık şundan eminiz: Türkiye’de, Ortadoğu toplumlarına seslenme kapasitesi sıfır, katı laik bir vesayet gücüne değil; bölge dokusuna uygun, toplumsal desteği güçlü, Batı’yla barışık ılımlı İslam’ın desteklenmesi kararı daha neo-con’ların Beyaz Saray’ı tuttuğu Bush’lu yıllarda verildi.Kuşkusuz bu, bir siyasal partinin desteklenmesini aşan, zengin enstrümanların işletildiği, çok boyutlu bir değişimi ima ediyordu. Çünkü söz konusu olan rejim içi hükümet değişikliği değil, Cumhuriyet tarihinin belirlediği köklü güç dengelerinin ve rejimin kurumsal yapısının dönüşümüydü.ABD gibi, güçlü istihbarat ve darbecilik tecrübeleri olan bir devin Türkiye’de tanık olduğumuz değişime kaç koldan el attığını, nasıl enstrümanlar kullandığını, hangi bölgesel ittifak olanaklarından yararlandığını tam bilebilmemiz kolay değil.Fakat, askerî vesayet güçlerinin “milli ordunun tasfiyesi” olarak niteledikleri süreçlerin, aslında ABD-İsrail ekseniyle iş tutan (hiç de “milli” falan olmayan) eski yapıların etkisizleştirilip yerine yeni yapıların inşa edilmesi olduğunu söyleyebiliriz.Burada da yine altını çizeyim: Türkiye’deki toplumsal mücadeleleri dış merkezlerin kurduğu tıkır tıkır işleyen şaşmaz bir plan üzerinden açıklamaya kalkan komplo teorilerinden söz etmiyorum. Küresel oyunda yer alan aktörlerin kendi iradeleri var. Az ya da çok özerklikleri, kendi özgün çıkarları var. Koşullara göre çatışabilir ya da işbirliklerine girebilirler. Tanık olduğumuz süreçlerde de bunların hepsi olmuştur herhalde. Nitekim, o günlerde hala darbe peşinde koşan maceracı subaylar, siyasi suikastlar, AKP’ye açılan kapatma davasının direkten dönüşü, planlarla bağımsız dinamiklerin bir arada yürüdüğü karmaşaya işaret eder. Örneğin referandumda yaşanacak bir başarısızlık tarihin yönünü değiştirebilirdi. Evet, hayat “büyük güçlerin” planlarından ibaret değildir.Fakat, ABD’den yönetilen ve dünyanın dört bir köşesinde kurumsallaşmış İslami bir cemaatin, medyasıyla, iş dünyasıyla ve en çok da devlet içinde kullandığı çok etkin mekanizmalarla eski rejimin tasfiyesinde oynadığı rolü de “komploculuk” küçümsemeleriyle görmezden gelmek eğer kasıtlı bir perdeleme değilse ancak şaşılacak bir naiflikle açıklanabilir.Bu kaydı düşüp yeniden tarihe dönelim…Muhafazakâr sınıfların siyasal yükselişi ve BatıTürkiye’de eski siyasi merkezin çökmesi ve yükselen muhafazakâr sosyolojinin iktidar talepleriyle, ABD’nin Ortadoğu’da görmek istediği yeni müttefik profili tarihsel bir rastlantı olarak buluştu.Fakat ben ilk günden beri başta ABD olmak üzere Batı’nın AKP’ye güvendiği, onu çantada keklik saydığı düşüncesinde değilim. Ortada Batı sistemine bakışı bilinen Erbakan’ın inşa ettiği bir “Milli Görüş” geleneği vardı ve tüm kadrolarıyla o dünyadan gelen bir parti söz konusuydu. Batı’nın AKP’yi tanımaya ve denemeye; AKP’nin de Batı’ya güven vererek içeride meşruiyet sağlamaya ihtiyacı vardı.Siyasetin en tanıdık kuralıyla karşı karşıyaydık: Mecburiyetlerin buluşması…Bu dönem, hükümetin Batı’yla ilişkilerini güçlendirmeye odaklanan politikalarına tanık olduk. Erdoğan hükümeti, kendisine dışarıda alan açtıkça içerideki meşruiyeti güçleniyor, içeride reformlara yöneldikçe dışarıda alanı daha da genişliyordu. Biz demokratların gözünü kamaştıran bu süreçte, Kemalist ideolojinin etki alanında duran sosyoloji ve eski rejimin bürokratik-politik aktörleri hiçbir gelişmeyi doğru anlayamayan tepki politikalarıyla Batı’nın görüş menzilinden iyice çıktılar; kavrulup içlerine kapandılar. Muhafazakâr siyasetin önündeki alan müthiş genişledi ve toplumsal desteği durmaksızın arttı.Erdoğan’a savrulan “BOP ’un eş başkanı”, “emperyalizmin taşeronu” klişelerinin Kemalist çevrelerde- ve tabi sosyalist solda- tavan yaptığı günlerdi. Bu gün de hâlâ analiz adına şaşırarak işittiğimiz bu içi bomboş öfke dili; aslında bu çevrelerin, Türkiye’de yükselen taşra sermayesi ve muhafazakâr siyasetin özerk dinamiklerini hiç anlamadığını gösterir. Aslında ondan da öteye, kaybedenlerin siyasetle ilişkilerinin tükendiğini; klişe kalıplar üzerinden yükselttikleri öfkeyi politika zannettiklerini anlatır bize.Siyasal değişim ve devletBu siyasal yükseliş sadece modern partilerin siyasi çalışmalarıyla yürümüyordu. Evet, kürsüler kuruluyor, toplumla konuşuluyor, tabular yıkılıyor, ezberler yavaş yavaş masaya yatırılıyordu. Seçimler büyük önem kazanmıştı. Fakat bu işin bir yanıydı. Öteki tarafta, heyula gibi cüssesiyle toplum ve siyasetin üstünde duran ve bütün unsurlarıyla eski güçler tarafından şekillendirilmiş bir “devlet gerçeği” vardı. Eski rejim güçleri, ellerinde bulundurdukları devletin hem resmi kurumları hem de karanlık dehlizleri ve kirli yöntemleriyle doğal bir inatla direniyorlardı. Kısacası seçim kazanmak yetmiyordu. Devleti dönüştürmek gibi son derece “operasyonel” bir çatışma alanı vardı. Sistemi parçalamadan, otoriteyi dağıtmadan büyük bir güç kaymasını yönetmenin zannedilenden çok daha çetin zorluklarına tanık oluyorduk.Meşruiyet algısının, cari devlet ve hukuk düzeniyle bütün ilişkisinin koptuğu; “eski olanı tamamen ve zorla dağıtma” hedefinin bizzat kendisinin meşruiyet ürettiği tarihsel anlar farklıdır. Onlar, tarihte kralların kafasının alındığı, eskiye dair ne varsa şiddetin nesnesine dönüştüğü, iç savaşlarla kan döküldüğü “devrim” dediğimiz konjonktürlerdir. Bizde öyle olmadı ve kuşkusuz iyi ki de olmadı. Devlet ve hukuk meşru bir otorite olarak varlığını korudu.O tarihlerde değişimi taşıyan aktörlere baktığımızda gördüğümüz şey, içinde farklı renkler taşısa da “aynı yolun yolcusu” olan bir bloktu. O müthiş kutuplaşma içinde, muhafazakâr dünyanın aktörleri arasındaki derin yapısal farklar kimsenin görüş menzilinde olmadı, olamazdı…Evet… Eğer buraya kadar sabır gösterip okuduysanız bana da bu sabra saygı gösterip artık kesmek düşer.Asıl macera bundan sonra başlıyor.Bir sonraki yazıda, değişim dönemine daha yakından bakmaya çalışalım…
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik