[1-2 Mayıs 2016] Hayatta çok olur. Bir yere kadar, bazı şeyleri farketmezsiniz. Ufkunuzun altında kalır. Diyelim, bir yığın işle birden uğraşıyorsunuzdur. Bu arada, belki bir gözünüz de güncellikte, politikadadır. Öyle her sabah bütün gazeteleri önünüze almacasına ve her akşam haber kanallarının karşısına oturmacasına değil. Kısmen internetten, kısmen sağdan soldan gönderilenlerden, yarım yamalak izliyorsunuzdur. Ayrıntı yığını içinde, ilk başta algılamazsınız. Derken bir frekans yoğunlaşması yaşarsınız. Bir tür olay, bir cümle, bir üslup, bir isim fazla batmaya başlar gözünüze. Dikkatinizi çeker; “allah allah, kim bu” ya da “nasıl bir şey bu” dersiniz kendi kendinize. O andan itibaren artık hep görürsünüz. Her yerde karşınıza çıkar. Hemen tanıdığınız, teşhis koyduğunuz bir örüntü, bir şablon oluşur.
Benim, daha önce sözünü ettiğim, Amerika’da yaşayan, giderek İslamofobikleşip katı bir AKP ve Erdoğan düşmanına dönüşen eski lise arkadaşımın e-mail gönderileri de böyle. İlk başta tek tek bakıyor ve tek tek kızıyordum. Fakat zamanla belirli öbekler netleşti. Bazı profiller yükseldi. Öne çıktı. Önce Türkiye’den yurtdışına ihracat. Sonra yurtdışından katma değer kazanmış olarak Türkiye’ye tekrar ithalât (re-import). Bazı favori mecralar: Gatestone Institute, Middle East Forum, Al Monitor, Hürriyet Daily News. Bazı favori isimler: Pınar Tremblay, Ceylan Yeğinsu, Uzay Bulut, Amberin Zaman. Yerliler: Can Dündar, Hasan Cemal, Ahmet Altan, Celâl Başlangıç, Hayko Bağdat. Ha, bu arada Burak Bekdil’i de unutmayalım.
* * *
Bir test. Tek bir test: şu IŞİD veya DAEŞ meselesi. AK Parti’nin IŞİD ile açık-örtük işbirliği yaptığı, hattâ tamamen özdeş, tek ve bir olduğu iddiasının neresindeyiz? Geçmişte bu, öncelikle KCK-PKK kaynaklı olarak başladı; bir noktadan sonra Gülen Cemaati de katıldı ve hattâ MİT TIR’ları olayında başrolü oynadı. IŞİD savaşçılarının Türkiye’de tedavi gördüğü öne sürüldü; Cumhuriyet adını vermediği bir “IŞİD komutanı”yla hayalî röportajlar yayınladı. IŞİD’in petrolünü Türkiye’nin satın aldığı ve hattâ Bilâl Erdoğan’ın bu işte kilit rol oynadığı; gene Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çocuklarının Suriye’de IŞİD için askerî hastane kurduğu dahi ortaya atıldı.
Bırakalım, bunları tek tek çürütmeyi (ki çok yapıldı). Peki, her şey bir yana, bugün durum ne? (a) Türkiye defalarca IŞİD kaynaklı intihar saldırılarına maruz kaldı. (a1) En başta, PKK’nın hükümete yıkıp “yeni devrimci halk savaşı”nı başlatmanın bahanesi olarak kullandığı 20 Temmuz 2015 Suruç katliamının IŞİD’in marifeti olduğuna dair çok kuvvetli belirtiler ortaya çıktı. (a2) Aynı şey, 10 Ekim 2015 Ankara Garı bombacıları için de geçerli (ve buna, devlet aygıtının bir türlü demokratikleşmemiş, demokratikleştirilememeiş olması çerçevesinde, güvenlik güçlerinin (içindeki bazı unsurların) “kasıtlı ihmali” olasılığı da dahil). (a3) Yabancı (ilkinde Alman, ikincisinde önemli bir bölümü İsrailli) turist gruplarına yönelik 12 Ocak 2016 Sultanahmet ve 19 Mart 2016 İstiklâl Caddesi patlamalarının IŞİD tarafından gerçekleştirildiğine ise kimsenin hiçbir itirazı yok. (a4) Adana’daki 1 Mayıs kutlamaları, IŞİD intihar saldırısı ihtimali yüzünden iptal edildi. (a5) En son, iki polis memurunun öldüğü Gaziantep Emniyet Müsürlüğü saldırısında da gene oklar IŞİD’i gösteriyor.
(b) Öte yandan, Türkiye’nin güney sınırı boyunca IŞİD’le sıcak temas ve çarpışmalar yer yer sürüyor. Şimdiye kadar Kilis’e IŞİD hakimiyetindeki bölgelerden atılan 50’yi aşkın roket düştü. Gerek TC vatandaşlarından ve gerekse Suriyeli sığınmacılardan, yirmiyi aşkın insan öldü. Bazı yorumcular, IŞİD’in bunu Türkiye’i tahrik edip Suriye’ye çekmek için yaptığı kanısında (Serbestiyet’te bkz Abdullah Kıran, IŞİD neden Kilis’i vuruyor, 27 Nisan; Fırat Erez, Kilis’e “düşen” roketler, 1 Mayıs 2016). Her halükârda, bu tevzi veya taciz veya tahrik atışlarına TSK kendi ağır topçusuyla karşılık vermekte. Türkiye’nin elindeki silâhsız İHA’lar IŞİD hedeflerinin vurulduğu, havan mevzileri veya füze rampalarının imha edildiğini gözlüyor; bunları raporları, haberleri yayınlanıyor.
(c) İncirlik üssü IŞİD’e karşı kurulan Batı koalisyonunun emrinde. Buradan hareketle gerçekleştirilen operasyonları Türkiye’nin bilmemesi imkânsız (bkz Fırat Erez, İncirlik’ten kalkan bir A-10’un anlattıkları, 27 Nisan 2016). Ben bu satırları yazarken, Serbestiyet’in Haberler bölümünde, “Fırtına” obüslerinin Tuğhali’deki örgüt mevzilerini vurması sonucu toplam 34 IŞİD savaşçısının öldürülmesinin yanı sıra, İncirlik’ten havalanan MQ-1 tipi dört silahlı İHA’nın da IŞİD’e ait beş silâh mevziini imha ettiği anlatılıyor.
(d) Mücadelenin bir de gözle görünmeyen, açıkta değil alacakaranlıkta cereyan boyutları var. İstihbarat ve önleme, engellemeyle ilgili. Daha önce, Brüksel saldırganlarından birini Türkiye polisinin yakaladığı ve şüpheli diye Belçika’ya bildirerek sınırdışı ettiğini, ama Belçika polisinin bu ihbarı gözardı ettiği ortaya çıkmış; hattâ iki bakan bu yüzden istifalarını sunmuştu. Sadece bu olay, perde arkasında nelerin cereyan ettiği hakkında biraz olsun ipucu veriyordu.
(e) Şimdi ise önümüzde çok daha kapsamlı bilgiler duruyor. BBC’nin güncel olayların derinlemesine analizine odaklanan Newsnight diye haftalık bir program var. Bu programın diplomasi ve savunma konuları editor Mark Urban’ın önemli bir yazısı, 29 Nisan’da gene BBC’nin web sitesinde yayınlandı. Yazının başlığı, “IŞİD’le savaşta bir dönüm noktası mı?” (Turning point in battle against IS?). Urban, Londra’da yapılan Aspen güvenlik konferansında, Brett McGurk ve Didier LeBret ile konuşmuş. McGurk, Barack Obama’nın Özel Başkanlık Temsilcisi, IŞİD’le mücadelenin kilit adamı. Büyükelçi LeBret, Fransa’nın Ulusal İstihbarat Koordinatörü. Her iki üst düzey yetkili, (i) IŞİD’in toprak kayıpları; (ii) malî kaynaklarının daralıp kuruyor (kurutuluyor) olması; (iii) Irak ve Suriye’de ilân ettiği “halifeliğe” giriş çıkışın eskisine kıyasla çok zorlaştığı üzerinde duruyor. Pentagon’un bu ay açıkladığı istatistiklere göre, bir yıl önce her ay 1500-2000 kadar yabancı savaşçı Irak ve Suriye’ye geçiş yapıp IŞİD’e ulaşmayı başarırken, bugün bu rakam 200’e düşmüş durumda. Anlıyoruz ki bu başarıda Türkiye’nin önemli payı var. Urban’ın makalesi, Türkiye’nin şimdiye kadar toplam 44,000 dolayında şüpheli militan ve/ya sempatizanın Suriye ve Irak’a geçmesini önlediği bilgisini içeriyor. Fransız istihbarat servisleri (herhalde bu kadarı Le Bret’ten), bu rakamın hem geçemeyenleri hem de geçmişken hayal kırıklığına uğrayıp kaçarak geri dönenleri kapsayabileceği kanısını taşıyor.
* * *
Olgular böyle. Normal olarak, iş burada biter. Ama yok, bitmiyor işte. Zira “olan gerçek”liğin yanısıra, bir de teorik açıdan “olması gereken gerçek”lik var ki, kimileri onu üstün sayıyor. Hattâ bu gibilerin dünyasında, paralel evreninde mi demeli, olgular ya da olgusal gerçeklik, olan gerçeklik, herkesin gözü önündeki sıradan gerçeklik, hemen hiç yer almıyor. Onlar başka şeylere inanıyor ve inandırmaya çalışıyor.
Burak Bekdil, örneğin. Hakkında biraz arkaplan bilgisi için, bkz Böhmermann tam ne demiş, anlayabildiniz mi? (22 Nisan); Alman kanalı ne yapmış; onu da var mı soran? (23 Nisan); Pure fiction (24 Nisan 2016). İşte o, Daniel Pipes’ın Middle East Forum’unun dâvetli bursiyeri Bekdil, peşpeşe üç yazı yazmış, Nisan ayının son haftasında. İlkinin başlığı Erdoğanistan Travel Tips (Erdoğanistan yolcularına tavsiyeler, 22 Nisan). İkincisinin başlığı Erdoğan Calls for Faith-Based UN Reform (Erdoğan’ın BM’de İnanç Temelli Reform Çağrısı, 27 Nisan). Üçüncüsünün başlığı Turkey’s Fake War on Jihadis (Türkiye’nin Cihatçılarla Sahte Savaşı, 28 Nisan 2016). İlk ikisi Hürriyet Daily News’da; üçüncüsü ve en önemlisi, ABD’nin aşırı sağ, neo-con, koyu İsrail yanlısı think-tank’ler zincirinin sinir merkezlerinden olan Gatestone Institute’un web sitesinde yayınlanmış.
Türkçeye çevirdiğim başlıkları ne dediğini önemli ölçüde yansıtıyor ama, ben gene de, Bekdil’in yazarlık namusundan ve her tarafından zekâ fışkıran esprilerinden bütün okuyucuların nasiplenebilmesi uğruna, biraz daha ayrınıtılı anlatayım. Önce, şu Birleşmiş Milletler meselesini aradan çıkaralım, çünkü diğer ikisiyle pek ilgisi yok. Efendim, Cumhurbaşkanı Erdoğan yakın zamanda yeryüzündeki eşitsizlik ve adaletsizliklerin bir göstergesi olarak BM yönetiminde tek bir Müslüman ülkenin yer almadığına dikkat çekti; bu arada Güvenlik Konseyi’nin mevcut bileşimini “Hıristiyan, Müslüman olmayan” diye karakterize etti ya… Bir kere bu, Erdoğan’ın (Çin’i Hıristiyan sandığı için!?) ne kadar cahil olduğunu yansıtıyormuş. İkincisi ve asıl önemlisi, demek ki Türkiye Cumhurbaşkanı, Birleşmiş Milletler’in dinî ölçütlere göre yeniden örgütlenmesini istemekteymiş. Ama bu olur muymuş; ne kadar komik ve saçmaymış, vesaire… Batı’nın her alanda tezahür eden hegemonyasına yönelik eleştirel bir gözlemi, Burak Bekdil almış, bükmüş; Erdoğan’ı Batı’nın gözünde daha ne kadar gülünçleştirebilirim, ridikülize ederim diye, dönüp dolaşıp bu kalıba ve kılığa sokmuş.
* * *
Fakat bana göre daha vahim olan, Burak Bekdil’in diğer iki yazısı, çünkü “Türkiye = IŞİD” özdeşliği asıl bu iki yazıda ısrar ve inatla işleniyor. Bekdil’in konumu ve üslubu hep aynı: Antropologların saha araştırmalarında kullandıkları ifadeyle, güvenilir bir “yerli muhbir” (native informant). Geri, cahil bir ülkede, medenî, akıllı, bilgili bir Batı dostu; içinden çıktığı topluma ne kadar yabancı, hattâ düşman olduğunu, bu ilkel Şarklıları (aynen onlar, yani Batılıların kendileri gibi) ne kadar horlayıp aşağıladığını, habire (a) Batılı muhatapları ve (b) Türkiye’nin diğer Beyaz Türkleriyle paylaşıyor. Bunu da mübalağalı bir alaycılık üzerinden yapıyor. Bir fikri alıp abarta abarta çığrından çıkarıyor ve her seferinde (muhtemelen, o kadar dayanışma gösterdiği Böhmermann’ın kameralar karşısındaki hali gibi), ah ben ne müthişim dercesine masaların üzerine yatarak kahkahalar atıyor; sonra gene doğruluyor ve aynı mecrada devam ediyor.
Nitekim 22 Nisan’daki Erdoğanistan Travel Tips yazısı, daha başlığından klişeleşmiş bazı Batı önyargılarını okşama, bu tür arrogans sahiplerine yaltaklanma ve kendini beğendirmeye çalışma özlemini hemen ortaya koyuyor. 19. yüzyıl Avrupa elitlerinin birçoğuna göre, Şark veya Doğu âlemi küçük küçük şeyhliklerden ibarettir. Bunların hepsi birer Oryantal despotizm mikrokozmosudur; içinde sadece dejenere bir harem hayatı süren bir sultanın hükmü geçer. Burak Bekdil zaten Batı’da son zamanlarda hayli yargınlaşan ve The Economist’in “dikenli sultan” manşetlerine kadar yansıyan bu fantezinin üzerine atlayıp bir adım ileri taşıyor ve Türkiye’yi Erdoğanistan yapıyor. Bu zeminde, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’ye gidecek turistlere tavsiyeler sayfasından şu cümleyi diline doluyor: “Türkiye devletine karşı alenî siyasî beyanlarda bulunmamanız ve terörist örgütlere sempati ifadelerinde bulunmamanız kuvvetle önerilir.” Bekdil bunu alıyor ve adım adım tırmandırmaya başlıyor. Efendim, Alman Dışişleri web sayfasına şu ilâveleri de koysa çok iyi edermiş meğer: (i) “Eğer gazeteciyseniz, iyisi mi Türkiye’ye hiç gitmeyin.” (ii) “Müslüman Türkiye’ye yolunuz düşerse, kâfirler gibi alkollü içki tüketmeyin. Ramazan sırasında oruç tutmanız veya oruç tutar gibi yapmanız güvenliğiniz için daha iyi olabilir. Eşleriniz İslâmî bir başörtüsü takarsa, otel odalarından çıkmazsa ve herkesin gözü önünde yüzmekten kaçınırsa, Akdeniz kıyısında güneşlenmenin daha iyi tadını çıkarabilirsiniz. Hitler’i öven t-shirt’ler giymeniz keyfinizi daha da garanti altına alacak ve belki de yerel halkla kalıcı dostluklar inşa etmenizi sağlayacaktır.” Ya, işte böyle; Türkiye’de, pardon Erdoğanistan’da, sadece İran veya Suudi Arabistan tarzı bir şeriat rejimi hüküm sürmekle kalmıyor; aynı zamanda Nazizm kol geziyor ve o kadar popüler ki, Türklerle Hitler üzerinden arkadaşlık kurmaya olanak sağlıyor, teşvik ediyor!
* * *
Bununla birlikte, 22 Nisan’daki “Erdoğanistan” yazısında Burak Bekdil’in, Alman Dışişleri Bakanlığını’nın “seyahat tavsiyeleri”nde en çok takıldığı nokta bu değil; kafasını öncelikle hangi terörist örgütlere sempati gösterilip gösterilmeyeceği konusu kurcalıyor. Berlin, diyor Bekdil, bu konuda çok daha somut olabilirdi. PKK başka, IŞİD başka. Sevgili Alman turistler, sempati göstermemeniz gereken “teröristler” (burada aklınca ironi yapıyor, canım benim) “Türkiye parlamentosunun Kürt milletvekilleri, ya da 15 yaşındaki Berkin Elvan dahil 2013’de caddeleri, meydanları dolduran milyonlarca protestocu, ya da gazetelerinde birinci sayfadan haber bastılar diye ömür boyu hapis tehlikesiyle yüz yüze gelen basın mensupları.” Burada HDP var, Gezi var, Can Dündar ve Cumhuriyet var. Ne yok? KCK, PKK, YDG-H yokk; “yeni devrimci halk savaşı” ve hendekli-barikatlı ilçe işgalleri yok; TAK’ın şimdi Bursa’da üçüncüsü gerçekleşen intihar saldırıları da yok. Hiç utanmıyor Burak Bekdil; gözünü kırpmadan, Türkiye’de terörden söz edildiğinde terörle ilgisi olmayan kesim ve eylemlerin hedef alındığını, okuyucusuna yutturmaya çalışıyor.
Beteri de var; bir adım daha atıp, Erdoğanistan’da IŞİD’in terör örgütü sayılmadığını; tersine, yaygın olarak benimsenip desteklendiğini öne sürüyor. “Ortalama Alman turistinin IŞİD’e sempati izhar etmesi beklenemez — ama pek çok Türk bunu yapıyor ve hiç de kovuşturulmuyor.” Nerede, nasıl; hiç soramıyoruz tabii. Devam ediyor: “IŞİD’e tam destek vermeseniz bile belli belirsiz bir empati duygusunu dile getirmeniz, size tehlikeye sokmaz.” Bunu da Başbakan Davutoğlu’nun sözlerine dayandırıyor. Geçmişte Davutoğlu, Irak’ta Sünnilerin dışlanması ve aşağılanmasının, IŞİD’e doğuran yabancılaşma ve öfke birikimine yol açtığını söylemişti. Bu, özellikle ABD’nin (hatâsı artık apaçık ortada olan) mezhep politikalarına yönelik bir eleştiriydi. Bekdil ise bunu bir IŞİD apolojisi gibi gösteriyor ve “akıllı Alman turisti”ne, IŞİD’e sempati göstermek yüzünden hakkında soruşturma açılacak olursa, derhal avukatından “Davutoğlu’nun bu kötü şöhretli sözlerinden alıntı yapmasını istemesi” tavsiyesinde bulunuyor. Yazı, Alman turistlerinin her fırsatta “Türkiye’yi çok seviyoruz! En büyük Erdoğan!” (Wir lieben die Türkei! Erdoğan ist der beste!) deyip dururlarsa tamamen güvencede olacakları hatırlatmasıyla son buluyor.
Gelelim, bence asıl felâkete; Bekdil’in 22 Nisan yazısıyla başlayan “IŞİD’e destek” dezenformasyonu, 28 Nisan’da Gatestone Enstitüsü’nün web sitesine yüklenen Turkey’s Fake War on Jihadis yazısıyla doruğa ulaşıyor. Tam da Amerikan neo-con’larının duymak istediği şey. Fakat ne demek yani, Türkiye’nin “cihatçılarla sahte savaşı”? Gözümüzün önünde cereyan etmedi ve etmiyor mu, Gaziantep, Ankara Garı, Sultanahmet, İstiklâl Caddesi ve Gaziantep bombalamaları? Ya da Kilis’e düşmeye devam eden roketler? Ya da Batı istihbarat örgütlerinin Türkiye’nin kordonlama çabalarının hakkını vermesi? Yok efendim, siz bakmayın onlara. Bekdil için asıl şunlar önemli: (a) Geçen yıl yapılan bir kamuoyu yoklaması, her beş Türkten birinin Charlie Hebdo saldırılarına (Hazreti Muhammed’e hakaret edilmiş olduğu için) hak verdiğini ortaya koymuş. (b) Hizbüttahrir’in Türkiye’deki medya sözcüsü Mahmut Kar, halifeliği mutlaka geri getireceklerini haykırıyormuş. (c) Ürdün kralı Abdullah, ABD yetkilileriyle bir toplantıda, “Türkiye’nin teröristlerin Avrupa’ya geçişini kolaylaştırma politikası izlediğini” söylemiş (çok şüpheli; muhtemelen Suriye istihbaratının vitrin ajansları aracılığıyla yaydığı bu habere hiçbir ciddi mecra itibar etmedi; ayrıca Ürdün derhal tekzip etti ve ardından türkiye ile bir dizi anlaşma imzaladı); (d) Türk mahkemeleri şurada burada yakalanan cihatçı kadrolarını, komutanları dahil, kolayca serbest bırakıyormuş — oysa alt tarafı bir bildiri imzalayan akademikler hâlâ hapisteymiş (yazının yayınlandığı 28 Nisan tarihi itibariyle bu da yalan; 23 Nisan’da serbest bırakılmışlardı); (e) Ankara’daki (tabii kim olduğu meçhul) “bir Batılı diplomat”a göre, “gözaltına alınıp salıverilen cihatçılar, hükümeti kendilerine geçmişte verdiği desteği açıklamakla tehdit ediyor olabilirler”miş…
Hele bu sonuncu alıntıdaki spekülasyon düzeyiyle, herşey söylenebilir yeryüzünde, en ufak bir kanıt ve ispat zorunluluğu olmadan. Ben de “İstanbul’daki bir Batılı diplomata göre, Mossad Burak Bekdil’i geçmiş hizmetlerini açıklamakla tehdit edip hizada tutuyor olabilirmiş” diye yazsam mı acaba? Haklı ve doğru olur muyum? Gazetecilik ve yazarlık etiğine uyar mı? Ne gezer. Ama işte Burak Bekdil, tam bu mantık da dahil yukarıda saydığım beş “kanıt”tan (!) hareketle Türkiye’nin “cihatçı teröristlere karşı sahte bir savaş” verdiği sonucuna sıçrıyor. Dış dünyayı da uyarmayı ihmal etmiyor: And Turkey is the country its Western allies believe will help them fight jihadists? Lots of luck! (Ve işte Batılı müttefikleri bu Türkiye’nin mi cihatçılarla savaşta kendilerine yardımcı olacağını sanıyor? Haydi bakalım, iyi şanslar; yolunuz açık olsun!)
* * *
Burak Bekdil, size de iyi şanslar, yolunuz açık olsun.
Gatestone Enstitüsü, Daniel Pipes, Middle East Forum, sizlere de iyi şanslar, yollarınız açık olsun.
Küreselleşme çağında, küresel bir kent olarak İstanbul’da, bu ülkeye kâh kısa süreli gelip giden, kâh burada yaşayan ve çalışan yabancıların, turistlerin, ziyaretçilerin, işadamlarının dünya ve Türkiye güncelliğiyle temaslarını yitirmemeleri için çıkan Hürriyet Daily News, size de iyi şanslar, sizin de yolunuz açık olsun.