Hans Kelsen’in ‘Demokrasi:Doğası ve Değeri’ adlı son derece önemli kitabı nihayet Dost Kitabevi tarafından Yasin Uysal çevirisiyle Türkçe’de yayınlandı. Her özgün düşüncenin içinde var olan patlamaya hazır enerjiyi hissettiren bir kitap bu. Yazılı metinlerin canlı birer varlığa sahip olduklarını gösteren bir çalışma.
Bundan önce İngilizce çevirisine bakmışlığım ve okuduğumu sanmışlığım da olmuştu fakat bu kez Türkçe’sinden okuyunca ne çok yeri kaçırdığımı ve gerçekte hiç okumamış olabileceğimi farkettim. Bunun sebebini tam olarak bilemiyorum. Yani, elbetteki sizin birkaç günde okuduğunuz bir metne çevirmen aylarını –kimi zaman yıllarını- harcıyor ve buna bağlı olarak kaçırdığınız birçok ince noktayı çok daha iyi yakalayabiliyor ama yine de bu denli büyük bir fark oluşmamalıydı sanıyorum. Buradan hareketle, her metnin düşünsel değeri ve ifade edildiği dil ile okuyucunun okuduğunu sandığı dil arasında sandığımızdan daha karmaşık bir ilişki olabileceğini düşünmüş oldum.
İçeriğine geçmeden, kitabın arka kapak yazısından da söz etmeliyim. İlk kez bir kitabın arka kapağındaki bazı satırların altını çizmek istedim. Bunu daha önce neden hiç yapmamış olduğumu da düşünmeden edemedim. Arka kapakta, her zaman değerli çalışmalara imza atan Cemal Bâli Akal, eseri, tartışmalı bir teorisyen olan Hans Kelsen hakkındaki “yanılgıların önüne geçebilecek çok önemli bir kitap…mutlak değerlere dayalı hakikatlere karşı bir demokrasi savunusu” olarak takdim ediyor. Hukuki pozitivizmin, hâkim güce itaat ya da demokrasi düşmanlığı olmadığını belirttikten sonra, “bireyci liberalizme karşı olan Kelsen’in hukuki pozitivizmi ‘bir’ demokrasinin sınırsız güçlerinin başlıca dayanağıdır” diyerek Kelsen’in gerçekte ne yapmaya çalıştığını iyi anlamaya, bir anlamda gerçek Kelsen’i okumaya davet ediyor.
Arka kapakta, Akal’a katılmadığım tek yer kitabın bir “özgürlük manifestosu” olduğuna dair görüşü. Kitabın manisfesto bir yanı olduğu ortada ama ben kitabı okuduktan sonra hiç de böylesi bir özgürlük manifestosu okuduğum hissine kapılmadım. Bu bir manifestoydu evet fakat daha farklı bir biçimde tam bir demokrasi -parlementer demokrasi!- manifestosuydu benim için.
Kelsen etrafındaki tartışmaları burada tüketemeyiz elbette fakat onu değerli kılanın hukukla yasal düzen, adaletle gerçeklik arasındaki ilişkinin zannedildiği kadar büyük karşıtlıklar içeren, birbirine uzak bir doğasının olmadığını, hukukun hem pozitif hukuk hem de tabi hukuk etrafındaki klişelerden kurtarılmadıkça gerçek bir düşünsel değerinin olamayacağını göstermesi olduğunu dile getirebiliriz. Kamu hukuku-özel hukuk, uluslararası hukuk-ulusal hukuk, gerçek kişi-tüzel kişi gibi ayrımlara karşı çıkan çabalarını, bireyci olmayan liberalizme dair özgün düşünceleri olduğunu ve bizimki gibi demokrasi modelleri açısından bireyci olmayan liberal fikirlere dair yapılacak tartışmaların son derece önemli olduğunu şimdilik not edip bir yere koymakla yetinebiliriz.
Konumuza dönersek, Kelsen, Demokrasi kitabında pek çok ilgi çekici özgün fikri tartışmaya açtıktan sonra ‘İdare’ başlıklı yedinci bölümde, “yasama demokrasisi-yürütme demokrasisi” diye bir ayrım yapıyor. Kelsen burada, demokrasinin fazlaca yasama odaklı olarak ele alındığı oysa toplumsal düzeni oluşturan genel normların bireysel normlar haline getirilmesinde uygulayıcı kurumların demokratikliğinin de son derece kritik olduğu ancak yasama ve yürütmenin iki ayrı demokrasi mantığına göre işlediğini anlatıyor. Demokrasiyi yasama demokrasisi olarak ele almak ve böyle görmek hayatımızın doğrudan içinde olan yürütme alanının anti-demokratik yanlarını görmemizi engelliyor ya da sorunu yasama tarafında çözmeye götürüyor.
Genel olarak partilerin iktidardan uzak, azınlık konumundayken yürütme alanının demokratikleşmesi konusunda, idare ve yargılama yetkisinin demokratik açıdan son derece kritik sonuçlar doğurmasından hareketle oldukça duyarlı olmalarına karşın iktidara geldiklerinde savundukları ilke ve fikirlerden uzaklaşmalarını sadakatsizlik olarak mı görmeli sorusunu soruyor. Onun cevabı kesin bir biçimde ‘hayır’. Açıklamasında ise şöyle diyor:
“Bu şekilde hareketle onlar yine demokrasiyi savunmaktadır; çünkü devlet iradesinin oluşum sürecinin özel yapısı, çeşitli evreleri içermesi, içerdiği birbirini izleyen iki işlevin mahiyet farklılığı sonucunda, ikincinin demokratikleştirilmesi birincinin demokratikleştirilmesine göre bambaşka sonuçlar doğurur. Biri –genel normlar yaratma, yani yasama- (görece) özgür iradenin eylemidir; diğeri –yürütme- (görece) bağlı iradenin eylemidir. Yürütme, özünde yasallık düşüncesine bağlıdır ve yasallık düşüncesi, devlet iradesinin oluşumunun belli bir evresinde, demokrasi düşüncesiyle çatışma içine girer.” (s.68).
Yani, partiler iktidara gelirken ne kadar samimi ya da istekli olurlarsa olsunlar yürütme işlevini yerine getirirken yasama alanındaki sergiledikleri demokratik tavırları sergileyemezler çünkü ikisinin mantığı farklıdır ve yürütme, bağlı yetki olduğu için demokratik açıdan her zaman problemli bir durum yaratmaya çok daha açıktır. Yürütme tarafında yasamada olduğu gibi siyasal özgürlük ve yaratıcılık yeterince bulunmadığı için durumun idaresi ve bu arada sorunların olduğu gibi korunarak her şeyin değişmeden sürmesi zannedildiği gibi bir kötü niyetten veya iş bilmezlikten değil tam da kendi demokrasi mantığının kavranamamış olmasından kaynaklanıyor olabilir. Zira,
“İlk bakışta sanılanın aksine, yürütme demokrasisinin yasama demokrasisinin basit bir sonucu olduğu da, demokratik biçim yürütme sürecinde ne kadar iyi uygulanırsa demokrasi düşüncesinin tatmin olacağı da sanılmamalıdır. Yasamanın demokratik olarak örgütlendiği varsayılsa bile, bundan yürütmenin yasallığının demokratik biçimlerle en iyi güvenceye ulaşacağı sonucu çıkarılamaz.” (s.68).
Kelsen, yasamayı genel normlar yürütmeyi ise bireysel normlar yaratma işi olarak alıyor. O nedenle yürütmenin yerinden yönetime, yerel düzeydeki takdir yetkisine çok daha fazla ihtiyaç duyduğunu ve birebir temasla genel normları bireylere uyarlama ve uygulama işi olduğunu belirtiyor. Ancak burada karşımıza çıkan açmaz şu ki yürütme alanında yerinden yönetimle yaratılan orta ve alt makamlar kökten demokratikleştirildiğinde, yasama demokrasisinin ortadan kaldırılması tehlikesi ortaya çıkıyor. Bu nedenle, yürütme merkezden yönetilen otokratik bir nitelik taşımak zorunda kalır. Ona göre, sanılanın aksine bu bir çelişki de değildir. Başka bir ifadeyle, “Demokrasi ve bürokrasi yalnızca ideolojik açıdan birbirine kesin şekilde karşıt görünürler; ama gerçeklik dikkate alınacak olursa bu karşıtlık yoktur. Tersine, bürokratikleşme, bazı koşullarla, demokrasinin korunmasıdır.” (s.70).
Kelsen’e göre –açıktan söylemese de- bunun tersi de geçerlidir. Yani, demokratik kurallarla işlemeyen bir devlet bürokrasisinin kendini sürdürebilmesi için belli ölçüde bir yasama demokrasisi olması şarttır. Bu nedenle, her demokrasi otokrasilerde olduğu gibi bir yürütmeye ve bürokrasiye; her otokrasi de demokrasilerde olan türden bir tür meclise ihtiyaç duyar. Demokrasilerde yasama özgür yürütme bağlı yetki iken otokrasilerde bu tersine çevrili olarak yasamayı bağlı yürütmeyi özgür kılar ki bu durum demokratik mantığın tersine dönerek halkın kendi kendini yönetmesinden halkın kendi kendini baskı altında tutmasına götürür.
Bağlı yetkiyle hareket eden insanlar olarak yürütme alanında yer alan görevlilerin demokratikliği, yasamanın nasıl işlediğine, gerçek bir demokratik özgürlüğe ve özerkliğe sahip olup olmadığına doğrudan bağlı ancak işleyiş mantığı açısından farklı yani, genel norm oluşturucu değil normların bireysel hale getirilmesi, genel olanı bireye; soyut ve kağıt üzerindekini somuta ve gerçeğe dönüştürme işidir. Buradaki bireyler aynı zamanda meclis eliyle genel normların oluşturuclarıdır ve bu normlara uygun hareket etmemeleri ya da yürütmenin bunu sağlamaması ya da sağlayamaması yasama demokrasisinden yürütme demokrasisine geçme anlamına gelir. Bu olduğunda ise sistem baş aşağı çakılarak yürütme genel norm koyucu hale gelmeye ve yasama, normların uygulanmasının sağlanması için var olan bir kurum haline gelmeye başlar.
Bu gidişatın daha ileri hastalıklı boyutunda bireysel olan genel norm haline gelme tehlikesi gösterir ve uygulayıcılar bireysel ve dolayısıyla keyfi olanı genelleştirmek için demokratik mekanizmaları araçsallaştırarak kuvvetler ayrılığını kendi şahsında birleştirme eğilimi gösterir. Sahip olduğu takdir yetkisi anti-demokratik uygulamalara dönüşmeye başlar. Gerçi Kelsen, oldukça kışkırtıcı –ve de inandırıcı!- bir biçimde kuvvetler ayrılığını da demokratik olmanın zorunlu bir sonucu ve gerekliliği olarak görmez ama bu sadece iyi işleyen bir yasama demokrasisinin varlığıyla böyle olabilmektedir.
Uzatmayalım, Kelsen’e göre demokrasi meclis, meclis de partiler demektir ve devlet iradesinin demokratikleşmesi yürütmenin bağlı yetkisinin yasamanın özgür yetkisiyle iç içe geçerek halkın siyasal özgürlüklerine uyumlu bir işleyişe sahip, iki ayrı mantığa göre işler olmasından geçer.
Yasama demokrasisinden yürütme demokrasisine doğru yaşanan her kayma demokratik özgürlüklerden uzaklaşma anlamı taşıyacağından, müzakereye açık farklı fikirler yerini mutlak hakikatlere bırakmaya başlar. Gerçek siyasetin yerini büyük davalara, ülkülere ya da devrimlere hizmet etme alır. Kendi kendini yönetme işi her zaman çoğuldur ve yönetici burada her zaman anonimdir. Oysa yürütme demokrasisinde yönetme işi giderek tekilleşir, kişiselleşir, liderlik önemli hale gelir ve yasaların uygulanması onun yapımının önüne geçerek genel normları bireysel norm haline getirme işi kitleselleşir. Zaten sayısı oldukça az olan demokratik siyasal özgürlüklerin aktif kullanıcı sayısı giderek azalma ve teke doğru ilerleme eğilimi gösterir. Bireysel irade bir lidere kendini devretmeye yönelir. Çoğunluğu oluşturan kitlelerin normları nasıl algıladığı hem genel hem de bireysel olanı anlamsız hale getirerek hakimiyetin temel kaynağı haline getirir. Bunun sonucunda ortaya çıkan idare otoriter davranmasa da otoriterdir. Kısacası, demokrasinin ‘doğası ve değeri’ yeterince iyi anlaşılamadığında bu kısır döngü böyle sürer gider.
Bütün bunlar da Kelsen’in etrafındaki olanca tartışmaya rağmen bu kitabı fazlasıyla değerli kılmaya yeter!