Görkem Yeltan’ı televizyon dizilerinde gördüm ilkin. Sonra Gökhan Yorgancıgil’in Sıfır Dediğimde (2007), Mehmet Güreli’nin Gölge (2008), Mahmut Fazıl Coşkun’un Uzak İhtimal (2009) filmlerindeki sade yalın ve inandırıcı oyunculuğu dikkat çekiciydi. Yıllardır birbirinden ilginç çocuk kitaplarına, gazete yazılarına imza atan bir yazar aynı zamanda. Birlikte uzun metraj yerli film kategorisinde jüri üyesi olduğumuz Malatya Film Festivali'nde, her fırsatta kuru boyalarını çıkarıp yaptığı resimler hayal dünyasının zenginliğini ortaya koyuyordu doğrusu.
İlk filmi Yemekteydik ve Karar Verdim vizyona girmeden izleme şansını bulduğum önemli bir film. Adını başarılı işlere imza atan Pelin Esmer, Handan İpekçi, Yeşim Ustaoğlu, Handan Öztürk gibi kadın yönetmenlerin yanına yazmak hoş bir duygu. İlk filmin acemiliklerden uzak, yetkin bir yapıt olması kolay değil. Yönetmen bunu oynadığı filmlerin senaryosundan yapımına, mutfağında da çalışmaktan gelen sağlam deneyime bağlıyor.
Aile yapısını oylumlu yaklaşımlarla, zengin insan dağılımlarıyla ele almak sinemamızda sıklıkla rastladığımız bir durum değil. Türkiye’de toplumsal kültürün oluşumunda ailenin etkisi öylesine derin ki, gençlerin bütün tutum ve davranışlarında genetik şifrenin açılımı gibi, özdeşim kurulan otoritelerin, kuralları koyanların, kararları alanların etkisini görmek mümkün.
Sinemanın insan deneyimini roman ve hikayeden daha yukarıda bir yere taşıdığını düşünürsek bu gücü, olayların hissiyatın ve düşüncenin görsel dile aktarımındaki başarıda aramamız gerekir. Film sözün gücüne yaslanmak yerine diyalogları minimumda tutarak beden dilini, hatta atmosferin pastoral mırıltısını öne çıkarmada gerçekten başarılı. Fazla söze hacet bırakmayan oyunculukları anmadan geçemeyiz. Sıkıntı, boğuntu, umut, tereddüt, kararsızlık, sızlanma, iyimserlik ya da otoriterliğin ifadesi için dilin konuşmasından çok bedenin ve yüzün konuşması öncelenmiş ki sinemaya yakışan bu aslında.
Yeltan, Radikal gazetesine verdiği mülakatta masada birçok hikaye olduğunu ama kendisine en sıcak gelen hikayeyi seçtiğini söylüyor. Her yazar gibi yönetmenler de en iyi bildiği, üzerine eğilmeyi en çok istediği hikayeyle başlar, her sanatın başı sağlam bir hikaye aslında. Aile elbette sevgi ve dayanışmanın merkezi olmalı ama bu her zaman böyle değil, ince bir şiddetin de alttan alta yol bulduğu bir sosyal kutucuktur aynı zamanda. Dozu bir türlü ayarlanamayan iyi dilekle tahakküm, bağlılıkla bağımlılık arasındaki sınırların, korumacılık adına ya da çok daha karmaşık ruh halleri ve saplantılar yüzünden kolayca aşılabilmesi ailenin iyicil dokusunu zedeleyebiliyor.
Burada Ege’de küçük bir şehirde taş ocağı işleten ve hali vakti yerinde olan babanın herkesi yönlendirmeye ve mümkün mertebe etrafında yakınında tutmaya çalıştığı çok açık ama tamamen despot deyip geçmek mümkün değil. Çünkü onun emeğinden çabasından yararlanmakta, korunaklı garantili hayatlar sürdürmekte olan bir eş ve evlatlar kümesi oluşunu da göz ardı etmemek lazım.
Bir Kurban Bayramı arifesinde müstakil büyük bir evde gelecek olanları bekleyen orta yaşlı denilebilecek anneanne, dede ve kız torun. Her biri uzak yakın farklı yerleşimlerden yola çıkan evlatların ve halanın buruk hallerinin nedeni, yaşamlarının kırgınlıklarla biraz gölgelenmiş olması. Arzularla gerçekliklerin birbirine tam olarak denk gelememesi. Bir konuşmada geçtiği gibi kimsenin ötekinin tercihlerini, beklentilerini hakkıyla anlayamaması. Aile modern ve müsamahakar görünse de yine de yapılan her hatanın sert biçimde yüzlere vurulması.
Filmde küçük amca Almanya’ya yerleşmiş, kuzen mutluluğu NY’da yakalamıştır. Evin dalgıçlık eğitmeni olan kızı Deniz, babasından ayrı yaşadığı on yaşlarındaki kızını babasının evine bırakmakta desteklerine ihtiyaç duymakta. Hukuk okumuş müzik yapmak isteyen eşi viyolonsel çalan fakat kendisi taş ocağında babasıyla birlikte çalışması gereken Alper isteklerini bastırmıştır. Bunun sebebi babasının onu yanından ayırmak istemeyen baskıcı tutumu gibi görünse de, aslında rahat garantili ve konformist hayatın cazibesiyle kendine set çeken yine kendisi.
Birçok genç insanın “istediğimi işi yapamıyorum, zorunlu olan dayatılan hayatı yaşıyorum” şikayetinin dehlizleri var görünmeyen. Sonuçta yaşamın her anında tercihler yapıyoruz ve bu da birini ötekine yeğlemek demek. Bu ikircikli durumun sonuçlarına katlanamayacağını, ancak babası onu işlerin ucundan tutmamakla, başarısızlıkla suçlayınca fark edebiliyor. Karısıyla Almanya’ya yerleşme hayalini açıkladığında babasının tepkisine “başaramazsak geri yanınıza döneriz” diye karşılık vermesi babanın himayesinden kopamayıp bir açık kapı bırakmanın yolu.
Sam Mendes’in Revolutionary Road (2008) filminde de iki çocuklu genç Amerikalı adam, ancak tutkularının peşinden Paris’e giderlerse yaşadığını hissedeceğini söyleyerek karısını gitmeye zorlar. Yeni bir eve taşınmışlar, işinde terfi etmiş, eşi çok iyi pozisyonda iş bulmuştur ama nafile, ‘gittiğin yerde’ seni renkli ve coşkulu bir hayatın beklediği düşüncesi bir kez yerleşmişse aklın bir köşesine, söküp atmak çok zor.
Aynı şekilde Asgar Farhadi’nin A Seperation (2011) filminde de geleceğini yurt dışında gören genç bir kadının eşini ve çocuğunu ülkeden koparıp sürükleme çabası ve boşanmaya kadar varan diretmesi var.
Filmde atmosferlerin kurulumundaki doğal üslup müziğin minimal kullanımıyla sürdürülmüş. Müzik nesnelerin içine kalp koyarak, doğrudan mekanların içinden geçerek, iç seslerin mırıltısına yaşamın hüzünlü sesine dönüşmüş. Çocukları toparlayıp bir arada tutmak için kullanılan kurabiye börek kokusu, bir metafor olarak tam da kadının annenin yaşamı ve birliği sağlamasına işaret ediyor. Mesele gitmek ve kalmak arasındaki karar anında sağlam durmak. Fakat giden bir yanını bırakır, kalan ise ukte yüzünden kalamaz hakkıyla, bu böyledir.
Alper’in taş ocağıyla trajik ilişkisinin neredeyse lirik bir gerçekçilikle verilmesi güzeldi. Akılda kalan epeyce sahne var. Yemeğin en mutlu anında küçük torunlardan birinin gece vakti kaybolması, arandığında sapılan orman yolları, kesilecek olan kurbanın yanında uyurken bulunuşu. Sonra bayram namazından çıkan genç adamların arasına karışmış aile fertlerinin ağır çekimle dağılma sahnesi ki, yüzlerinden helalleşmeyi, barışı, bağışlamayı, umudu, inancı okumak mümkün. Her biri ağır bir hayata yuvarlanmış olan kardeşlerin kıra doğru açılıp, eski günleri anarak kayalara doğru yürümesi.
Film hayatın, gitmenin, kalmanın, zor ama zorunlu kararlar almanın anlatımı. Sonunu vizyona girince görürüz birlikte.