Her seçimde oyunun rengini açıklayan biri olarak, içinden geçtiğimiz siyasi durumda nasıl bir tercihte bulunacağımı paylaşmak istiyorum… Konumum geçmişte AK Parti’ye destek vermiş milyonlarca kişininkine benziyor. 90’lı yıllarda Refah Partisi’ne oy verirken kendi cenahım açısından sıra dışı bir pozisyona sahiptim. Ama AK Parti ile birlikte bu tercihi daha özgüvenli bir şekilde yapma fırsatı doğdu ve on altı yıl boyunca (cumhurbaşkanlığı sistemi referandumu hariç) tüm seçimlerde oyum aynı yönde oldu.
Bu tercihte üç ölçütün etkili olduğunu söyleyebilirim. Bir, diğer alternatifler çok zayıftı. İki, AK Parti zaman içinde tedricen niteliksel bir zafiyet sürecine girmiş olsa da, ‘fabrika ayarlarına’ dönüş imkanı açıktı. Ve en önemlisi üç, tarihsel maceramızı göz önüne aldığımızda, Türkiye’de işleyen ve hazmedilmiş demokratik temaüllerin kalıcı olarak yerleşmesinin ancak muhafazakarların demokratlaşması ile olabileceğini düşünüyor ve iktidar sorumluluğunun sağlayacağı olumlu etkiye şans vermek istiyordum.
Bugün çok farklı bir tablo ile karşı karşıyayız… AK Parti’nin 2016 başından itibaren sergilediği tutum her üç ölçütü de anlamsızlaştırdı. Bir, Erdoğan yönetiminde keyfiliği öne çıkaran tek adam idaresi ve onunla birlikte gelen oportünist kültür, alternatiflerin kalitesini önemsiz kıldı. Ülkenin acil ihtiyacı ‘normalin’ geri gelmesi ya da ‘normale’ geri dönülmesi olarak betimlenebilir hale geldi. İki, ‘yeni’ AK Parti’nin kuruluş ilkelerine, kadrolarına ve ahlaki tercih kalıplarına dönme ihtimali kalmadı. Ve üç, ‘yeni’ AK Parti iktidar sorumluluğunu muhafazakar siyaseti uzun vadede meşru kılacak ve iktidarda tutacak şekilde kullanmayıp, kısa vadeli bireysel ve kimliksel kaprislere kurban etti.
***
Muhafazakar camianın sosyolojik değişimini ve bu değişimin siyasete yansımasını Türkiye’nin demokratlaşması açısından (yeterli olmasa da) hayati addeden biri olarak, bugün karşımızda olan ‘yeni’ AK Parti’nin, ya da ‘reisçiliğin’ artık dindarlara, genelde muhafazakarlara ve sonuçta ülkeye zarar verdiğini düşünüyorum. Hatta ileride yazılacak tarafsız tarih metinlerinin Erdoğan’ı muhafazakar aleme, muhtemelen farkında bile olamayacağı kadar zarar vermiş biri olarak kaydetmesini çok olası görüyorum.
Erdoğan, sahiciliği ve cesareti ile vesayetçi sistemi yıkmak açısından etkili bir liderdi… Bu özellikler AK Parti’nin ortak aklı ile birleştiğinde yeni bir toplumsal daveti mümkün kılmıştı. Ancak şimdi yıkım değil inşa dönemindeyiz ve kaybedilmiş ortak akıl artık zorunlu bir önkoşul. Öte yandan inşa için liderlik de lazım… Ama görünen o ki Erdoğan o lider değil… Şu an için bir başkası olmasa bile muhafazakar cenahın sakinleşmesi ve yeni bir ‘nefes’ için hazırlanması lazım. Aksi halde Türkiye’nin orta vadede demokrasi eşiğini aşması mümkün gözükmüyor.
Bu değerlendirme ışığında, benim gibi AK Parti’nin kuruluş ilke ve kriterlerini desteklemiş ve hala desteklemeye niyetli seçmenler için ‘tercih’ muhalefet yelpazesini işaret ediyor. Normalleşme açısından HDP’nin Meclis’te olması gerektiği açık olsa da baraj sorunu yaşayacağını sanmıyorum. Dolayısıyla parlamento seçiminde oyum Saadet Partisi’ne gidecek. Çünkü Meclis’te muhafazakar ‘sesin’ sadece ‘yeni’ AK Parti tarafından temsil edilmesini tehlikeli buluyor ve dini duyarlılığı yüksek bir partinin sağduyulu duruşunun normalleşmeyi teşvik edeceğini düşünüyorum.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise Muharrem İnce’ye oy vereceğim… Çarpıcı meziyetlere sahip olduğunu varsaydığımdan veya ülkeyi bir anda rasyonel yönetime geçireceğinden emin olduğum için değil… Siyasetin dilini rahatlatan bir rakibin güçlenmesi ve belki de kazanmasının bu akıl dışı zorlama gidişatı, insanların ruhi dengesini bozan atmosferi normalleştirebileceğini umduğum için. Ve de bu sayede dindarların ve genelde muhafazakarların (bilerek ya da bilmeyerek) kendilerine daha fazla zarar vermelerinin engellenmesi, basiretli algı ve değerlendirme kapasitelerini yeniden kazanmalarına yardımcı olunması, kısacası yeni bir ‘nefes’ için…