24 Kasım 2013'te İran'ın nükleer programı ile ilgili Cenevre'de yapılan mutabakat açıklanmıştı. Bu mutabakatın perde arkasında İran ve ABD arasında bir sene Umman'da devam eden gizli görüşmelerin olduğunu bu mutabakattan sonra öğrenmiştik.
Tesadüf eseri mutabakatın açıklanmasından bir gün sonra, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Tahran'daydık. Davutoğlu bu gelişmeyi Türkiye'nin olumlu karşıladığını belirtmişti: “Cenevre'de İran'ın nükleer programı konusunda varılan mutabakat önemli bir güven arttırıcı ilk adımdır, bölgede tansiyonu düşürecek ve yaptırımların azalmasını sağlayacak her anlaşmayı destekleriz. Bu vesileyle şu an tüm aktörlerin mutabık olduğu bir hususu da hatırlatmakta fayda var, 2010 Tahran anlaşması kaçırılmış fırsattır. Bugün müzakereler için en önemli sorunu teşkil eden İran'ın yüzde 20 zenginleştirilmiş uranyumu o tarihlerde yoktu ve dolayısıyla anlaşma zemini çok daha kolaydı…"
Türk dış politikasının kriz ve anlaşmazlıklardan medet ummak üzerine inşa edilmediğini vurgulayan Davutoğlu Türkiye'nin var olan anlaşmadan kazançlı çıkacağının altını çizmişti. Bu mutabakatla bölgede tansiyonun düşmesinin Türkiye'nin lehine olması bir yana, İran'a yönelik ambargoların hafifletilmesi ile Türkiye-İran arasındaki ticaret hacminin genişleyeceğini söylemiş ve bu ilişkinin ekonomik boyutunun 100 milyar dolar hedefinde olduğunu belirtmişti.
2 Nisan 2015'te ise, 2013'te yapılan geçici anlaşma, somut bir çerçeve anlaşma ile sonuçlandı. İran ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 5 daimi üyesi ve Almanya (P5+1) arasında, İran’ın nükleer programı konusunda Ortak Kapsamlı Eylem Planı (OKEP) oluşturdu.
Tevafuk olsa gerek. Bu anlaşmadan beş gün sonra, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Tahran'a gidiyor.
Gezinin zamanlaması ilginç ve kritik.
Bir yandan Türkiye, İran'ın nükleer anlaşmasına olumlu bakışını koruyor. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın'ın Daily Sabah gazetesinde yayınlanan “After the nuclear deal (Nükleer anlaşmadan sonra)” yazısı Türkiye'nin bu anlaşmayı fırsat olarak gördüğünü gösteriyor. Ancak yazıda önemli bir vurgu daha var. İran'ın, Suriye, Yemen, Lübnan ve Irak'taki vekalet savaşların rolünü hatırlatan Kalın, İran'ın Müslüman ve Arap coğrafyası ile kurduğu ilişkileri gözden geçirmesi gerektiği tavsiyesinde bulunuyor. “İran'ın gereksiz çatışma ve kendine zarar veren rekabet yerine, karşılıklı güven ve iş birliği temelinde entegre olduğu bölgesel siyasi ve güvenlik düzeninin oluşması tüm tarafların çıkarına olacaktır” diyen Kalın şunu da not düşüyor: “Bu nükleer müzakere İran'ın tüm komşuları için rahatlatıcı olmalı ve kutlanmalıdır. Ancak mevcut jeopolitik rekabetler ve gerginlikler diğer meselelerden üstün gelmekte.”
Kalın'ın yazısında ima ettiğini gibi mevcut durumun tek bir sorumlusu yok.
Hamasi bir İranfobi, İran'da radikallerin güçlenmesi ve İran'ın uluslararası sistemden dışlanması ile sonuçlandı.
Ancak İran da agresif ve mezhepçi politikaları ile İran'a yönelik duyulan kaygıların boş olmadığını gösterdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz haftalarda İran'ın Yemen politikasının nasıl bir felakete yol açtığı konusunda son derece yerinde ve önemli açıklamalarda bulundu.
2013 Kasım'ında, İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif'e, Ruhani'nin iktidara gelmesi ile Batı'ya karşı yumuşayan İran dış politikasının bölgede değişip değişmeyeceğini, örneğin "Hizbullah savaşçılarını Suriye'den çekmeyi düşünüyor musunuz?" diye sormuştum.
Salon buz kesmiş, Zarif ise “direniş eksenini her zaman desteklemeye devam edeceğiz” demişti.
İran sözüne sadık kaldı. Müzakereler devam ederken, Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen'de etkisini silahla ve mezhepçi politikalar ile arttırdı.
Peki bu trend devam eder mi?
Lozan'da Osmanlı İmparatorluğunun resmi olarak sonunu getiren ve Türkiye Cumhuriyetinin uluslararası tanınırlığını sağlayan anlaşmanın imzalandığı otelde, İran nükleer müzakerelerinin görüşmelerini gerçekleştirdi.
Bu otelde varılan mutabakat, İran'ı dünya sistemine entegre ederek, "yeni bir İran" oluşturur mu?
Ambargoların hafiflemesi ile yaşanan ekonomik iyileşme, İran siyasetini ve sosyolojisini nasıl etkiler?
Bu anlaşma İran içindeki güç dengelerini nasıl biçimlendirir? Reformistler bu süreçten muzaffer çıkabilir mi?
İran'ın dış politikası böylesi bir angajman sonucu yumuşar mı?
Türkiye “anlaşmamak üzere anlaştığı” İran'ın bölgede istikrar ve güvenliğe katkı sunan bir yaklaşım içine girmesini bekliyor. Bunu temenni ediyor.
Fakat günün sonunda İran'ın nasıl bir yol izleyeceğine karar verecek olan İran yönetimi olacak. Bölgede mezhepçiliği körükleyen, sivillerin kanı ile elde edilen bir güç peşinde mi olacak İran, yoksa sorunlarını müzakere masalarında çözen bir ülke olmayı mı seçecek?
Görünen o ki, bu iki eğilim, tuhaf bir şekilde birbirini dışlamayacak şekilde, İran'ın dış politika aletleri olarak masada kalacak.
İran'da bir değişim yaşanacak ancak bu değişimin boyutunu şimdiden kestirmek mümkün olmayacak.