Ana SayfaYazarlarİzmir’de kış vakti

İzmir’de kış vakti

 

Kış mevsimi bizim buralarda çok soğuk geçmiyor. Üç gün soğuk yapsa, dört gün güneş yeniden açıyor. Bazen artık havaların soğuduğunu düşünerek, kalın kalın giyinip dışarı çıkıyorum. Fakat, günün ortalarıysa ve hava bulutsuzsa, üç adım yürüdükten sonra bunalıyorum, kendimi zar zor bir yere atıp, kaban, atkı, eldiven, ne varsa çıkarıp kazakla, güneşin, hem de yaz güneşi gibi etkili bir güneşin altında, içeriye girmeye ihtiyaç duymadan, dışarılarda oturabiliyorum.  

 

Yani, gerçeklerle bağını bir türlü kuramadığım bir “kış havası” bilgisine sahibim. Halbuki, tam da Ocak ayındayız işte, daha ne kadar kış olabilir bir vakit?

 

Bence İzmir’in güzel bir şehir olması, o nedeni tam olarak anlaşılmayan “çağdaşlığı”ndan, insanlarının kendilerini yine nedeni anlaşılmaz biçimde “hür fikirli” sanmalarından falan kaynaklanmıyor. Hemşehrilerim bu lafları hiç sevmez biliyorum ama bu “İzmir” güzellemelerinin kocaman birer “efsane” olduklarını düşünüyorum. Benim kış havası ile ilgili bilgilerimin hangi gerçeklere dayandığını anlayamamam gibi, İzmir’in, bu anlamdaki çekiciliğinin, güzelliğinin gerçeklerle bağını kurabilen bir kişiye de rastlayamadım.

 

Evet, yaz gecelerinde kısacık şortlarıyla genç kızlar ortalıkta dolaşabiliyor ama yaşadıkları tedirginlikleri yok saymak da mümkün değil. Keza, başı örtülü genç kızların ya da daha ileri yaşlı kadınların ise “hâlâ” ve tacizcileri tarafından açık ve sanki anayasa ile kendilerine verilmiş bir hakka sahiplermiş gibi özgüvenli bir tarzla sözlü ve zaman zaman da fiziki tacize uğradıkları bir yerden bahsediyoruz sonuçta. Bu “anayasal haklarını” kullandığını sanan “çağdaş” insanlar, son birkaç yıldan beri artık bu duruma hiç de eskiden olduğu gibi “olay çıkmasın” gözüyle bakmamakta olan baş örtülü kadınlardan sert bir karşılık aldıklarında ortalık aniden karmakarışık oluyor. Herkes düşmanına dönüşüyor. Hemen kaçmak lazım oralardan.

 

Kaldı ki, durumu “hiç olmazsa” şortlu genç kızlar rahatlıkla dolaşabildiği “çağdaş” bir yer diye tek taraflı iyi yönüyle değerlendirsek bile, İzmir'in çekiciliği hakkında, bu olsa olsa bir “teselli ikramiyesi” olabilir. İstisnaların varlığını kabul ederek söyleyeyim, genç kızların da, genç erkeklerin de, en ümit vaat edenlerinin çoğunlukla üniversite için İstanbul’a, Ankara’ya ya da yurt dışına gitmelerinin ve tatiller dışında, bir daha geri dönmeden oralarda yaşamalarının doğal kabul edildiği bir yer burası. Azıcık bile olsa parlak bir öğrenciyseniz ya da hayalleriniz, ümitleriniz varsa, İzmir’de kalmazsınız. Bu en azından tüm orta-üst sınıf İzmirlilerin bildiği bir kuraldır. İzmir, çok sevilen ama 18 yaşlarında çoğunlukla, bir daha dönmemecesine çekilip gidilen bir yerdir. Son birkaç yılda, orta ve üstü yaşlardaki geri dönüşlerin eskiye göre daha sık hale geldiğini fark ediyoruz. Ama bu olgu, kuralı bozmuyor, sadece biraz esnetiyor.

 

Ben de bu şekilde gitmiştim büyük bir hevesle İstanbul’a ve 17 yıla yakın orada kaldıktan sonra bir “kural esnetici” olarak, yine büyük bir hevesle geri döndüm. Döndüğüm için de hiç pişman değilim. Çünkü, İzmir’i ve yaşadığım semti çok seviyorum. O garip, “memleket hissi” bunun önemli bir nedeni. Neredeyse tamamen değiştiyse bile, o “neredeyse” payının içerdiği tanış olma, içinde büyüdüğüm “şehir ritüelleri”ne dahil olma hissinden çok memnunum.

 

“Taşra olma” kriteri nispi bir kriterdir, dolayısıyla İzmir birçokları için taşra sayılmayabilir ama İstanbul'da uzun yıllar yaşamış biri olarak, İzmir’i taşra olarak görmemem de mümkün değil. Tanıl Bora’nın derlediği “Taşraya Bakmak” kitabında Elias Canetti’den alındığı söylenen bir ilhamla “Taşraya bakmak, insanın kendi içine bakmasıdır biraz!” deniyordu. İzmir, benim taşram olarak, çoğunlukla da kış vaktinde, bana bu imkanı sağlıyor ve bu azımsanabilecek bir şey değil.

 

Yeniden İzmir’in kışına dönersek, kış mevsimi Aralığın ortalarında başlıyor, havalar birazcık da olsa “kış geliyor” diye düşündürtüyor insana, sonra yılbaşı genellikle çok soğuk oluyor. Hemen arkasından kışın bitmesi belirtileri başlıyor. “İzmir'in ayazı fenadır” denir, evet, fenadır, ama o kadar kısa süreler için geçerlidir ki bu söz, konuşmaya değmez. İzmir’de kış, üç gün oradan beş gün buradan alsak, toplasak toplasak bir ay etmez. Burada kış demek, soğuktan çok, son yıllarda yeniden görülmeye başlanan o üç-dört gün ardı ardına yağan yağmurlar demek. Kışın zorluğu da, şehrin altyapısı bir felaket olduğu için, zengin veya fakir ayrımı olmaksızın tüm semtlerde bu yağmurların verdiği zararlardan oluşuyor en başta. Tabii, olan yine fakir semtlere oluyor. Zengin semtlerin bu zararları giderme güçleri var her zaman.

 

Bütün bu hemşehrilik ve şehircilik handikaplarını bir kenara bıraktığımızda, İzmir’i aynı zamanda çok yumuşacık ve “sık sık güneşli” kışı için sevdiğimi sanıyorum. Şehirde yaşayanların rahatının içtenlikle gözetildiği o “tertemiz” Kuzey Avrupa şehirlerinde mesela, sadece bu nedenle bile olsa, yaşamak mümkün görünmüyor. Altı aya yayılan uzun bir kış dönemi ve kısacık, nadiren güneşli günler bana bir distopik filmde ya da kitapta yaşıyormuşum hissi verir, gözlerim kameraları ya da beni okuyan gözleri arar… Böyle şehirlere kış vaktinde, kısacık seyahatler için gittiğimde bile, ikinci günden itibaren “memlekete geri dönme” isteği ağır basmaya başlıyor. “Medeniyet”,  en azından “şehircilik” açısından şahane ama 6 ay güneş görmeden yaşayabilecek kadar uzun bir hayatımız yok. O “klişe ama doğru” “güneş ışığı-depresyon” bağlantısına girmiyorum bile.

 

İşte İzmir’in bu şekilde sevdiğim kışının geldiğini, artık mevsimlerden kış olduğunu, turuncu ışıklı sokak lambalarının bir kez daha farkına varışımdan anlıyorum. Hava daha erken karardığı için, akşamüstünün erken vakitlerinden itibaren, bütün şehir turuncu bir tülle kaplanmış gibi görünmeye başlıyor. Ne zamandan beri bu sokak lambaları turuncu bilmiyorum. Ama en azından buralara döndüğüm bir on beş yıldan beri böyle.

 

Aslında renk turuncu değilmiş, “amber rengi” denmesi daha doğruymuş. Amber rengi de sarı, turuncu ve kızıldan oluşan karışık bir renkmiş ve ışığın daha verimli kullanılmasını sağlıyormuş. Yazın farklı bir renk kullanılmıyor tabii ki, fakat yazın buralardan çok sık uzak kalıyorum ve tabii, bu renk kendini asıl uzun kış gecelerinde fark ettiriyor.

 

Arjantinli yönetmen Solanas’ın,  üniversitede öğrenciyken izlediğimde, yani yıllarca öncesinde, çok beğendiğim “El Sur-Güney” filmini hatırlatıyor bu turuncu tül bana. Filmde tülün rengi bu sefer gri-mavi. Tabii ki arkasındaki sert ve aşkla dolu siyasal hikayesiyle, ama belki bundan da fazla, çoğunlukla akşam vakitlerinde, hep gri-mavi bir tülün altında hareketli bir sisle kaplı sokaklarda geçen film, bu örtüsü ve ortalıktaki çer çöpü, ama en fazla da beyaz kağıtları oradan oraya taşıyan hafif esintileri ile aklımda çok müstesna bir yerde durur. Bütün film sanki sadece o gri-mavi sisli ve esintili akşam görüntülerinden oluşuyormuş gibi. Bir de tabii, Astor Piazzolla’nın, doğrudan kalbinizle işittiğiniz müzikleri.

 

İşte İzmir’in kış akşamları da, bu filmin bir turuncu versiyonu sanki. Filmin senaryosunu, kahramanlarını, gerçek hayattan esinlenilmiş ya da tamamen kurgulanmış olaylarını, düğümlenen kısımlarını, onların nasıl çözümleneceğini ve en önemlisi de şarkılarını, balkondan oturup şehre bakarken kendiniz belirleyebilirsiniz. İyi seyirler…

 

 

 

 

 

 

 

 

- Advertisment -