Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAllahsızlığı Yayma Kürsüsü Gençlik Teşkilatı

Allahsızlığı Yayma Kürsüsü Gençlik Teşkilatı

Yakın zamanda Türkiye’de kökleri kısmen “Eski Türkiye”de olan bir çeşit ateizm doğdu. Genç, doğrudan ve yargılayıcı bir ateizm bu. Ateizmin merkezde göründüğü yüzeysel bir ulusalcılık, yabancı düşmanlığı, dozu belirsiz bir ırkçılık, Jakobenizm, militarizm ve güç/iktidar tapıncı iç içe geçmiş. Yani aslında 90’ların ekranlarında İslam’ı çağdaşlaştırma önerisiyle meseleyi halledebileceklerini düşünenlerin kuliste konuştuklarını doğrudan savunuyor. Türkiye’de ateizmin bu çeşidi her denemede “halkın cehaleti” inancının cazibesinde kayboluyor. Herhalde ateist (ya da agnostik her neyse) olmakla bir aydınlanma yaşadığını, tıpkı bilgisayar oyunlarındaki gibi bir üst karaktere geçtiğini sanma hali var. Dindarlığın bir insanı ‘iyi’ yapmaya yetmemesi gibi inançsızlık da daha akıllı kılmıyor.

Cüneyt Arkın’ın başrolde olduğu Güneş Ne Zaman Doğacak (1977), sosyal medyada daha çok ‘Allahsızlığı Yayma Kürsüsü’ repliğiyle bilinir. Filmin başlangıcında Alpgiray Nuriyev (Baki Tamer) adında bir Sovyet müfettişi, bir ilkokul sınıfını ziyaret ederken “İstihbarat örgütünden Albay Nuriyev, Allahsızlığı Yayma Kürsüsü Başkanı” olarak tanıtılır.

Allahsızlığı Yayma Kürsüsü kulağa gülünç geliyor, ama hakikaten Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde böyle bir kuruluş vardı. Rusça’da “Сою́з Вои́нствующих Безбо́жников” olarak yazılıyormuş. Türkçeye Allahsızlar Birliği ya da Allahsızlar Topluluğu olarak çevriliyor. Kuruluşun Azerice çıkardığı yayının adı “Allahsız.”

Stalinist dönemde, 1932-1937 yılları arasında hareketlenen Allahsızlaştırma çalışması 1938’den sonra gevşedi. Ne de olsa din, cephede vazgeçilmez bir ekipman… İnsanın nöbette vurulma riskini göze alması için yukarı baktığında bir şey görmesi lazım, bir ilâh, bir bayrak…

Maraş Katliamı ile ilintisi nedeniyle uzun yıllar yasaklı olan (hâlâ öyle mi bilmiyorum) Güneş Ne Zaman Doğacak’ın  – bugün güldüğümüz Yeşilçam gaflarını bir hayli içermesine rağmen – karanlık, bunaltıcı bir havası var. Filmde, Kırım’da Sovyet baskısından kaçan Alpgiray ve Yavuz (Cüneyt Arkın), kardeş kavgası, açlık ve ihanetin yaşandığı Türkiye’de de umduklarını bulamaz. Anti-komünist korkunun resmedildiği, benliğini kaybetme kaygısının işlendiği tipik bir Soğuk Savaş propaganda filmi. Radikal milliyetçilik çoğunlukla böyle bir paranoya bataklığında filizlenir.

Milliyetçiliğin “ateist” varyasyonları çoğunlukla Kemalizm içinde yer buluyor. Bu yaklaşım, bir çeşit çağdaşlaşma paradigması içinde dinden kurtulma arayışına bağlanabilir. 1950-60’ların köy edebiyatında din, çoğunlukla ülkenin geri kalmasına neden olan irticai güçleri ve batıl inançları temsil eder. Her şeye rağmen bu çeşit milliyetçiliğin radikal sayılamayacağı görüşündeyim. Kısmen enternasyonalist bir çağdaşlık paradigmasından hareket etmiştir.

Devlet, 80’den sonra İslamın çağdaş değerlerle çelişmeyen bir din olduğu fikrini merkeze alan başarısız bir reform denemesine yöneldi. 28 Şubat’la taçlanan bir dizi ucube uygulama, İslami çevrelerdeki radikallerin tabana yayılıp daha da güçlenmesine neden oldu. Çünkü kaba tabirle, önerdikleri İslam yorumunu halk yemedi. Önerenlerin aslında İslamı umursamadığını, kendi toplum tasavvurları doğrultusunda kolayca değiştirebileceklerini sandıklarını sezdi ve “he” deyip beklemeye aldı; ilk imkanda da hepsini paketledi.

Yakın zamanda Türkiye’de, kökleri kısmen “Eski Türkiye”de olan bir çeşit ateizm doğdu. John Gray’in tespit ettiği yedi türe de sığmayan, memleketin dokusundan kaynaklı hastalıkları da içinde barındıran genç, doğrudan ve yargılayıcı bir ateizm bu. Geçmişteki ateizmden nüveler taşıyor ama kendine has bir gıcıklığı olduğu su götürmez.

Geçtiğimiz bayram boyunca sosyal medya, Diamond Tema adındaki bir Youtube yayıncısının, Asrın Tok adında bir münazaracı ile girdiği  “Şeriat”ctartışması sırasında söyledikleriyle çalkalandı. Tema, aslında yeni bir şey söylemedi. Biraz da muhatabının argüman üretme becerisinin zayıflığı ve bilgisizliğinden yararlanarak, İslam tarihinin militan ateist cephede sıkça tartışmaya açılan hassas noktalarını yineledi.

Diamond Tema’ya bu yayından sonra, akla zarar biçimde soruşturma açılmış ve yakalama kararı çıkarılmış. TCK 216, maalesef hukuk sisteminin en küçük sızıda avuç avuç yuttuğu bir ağrı kesiciye dönüştü. Yasa metni muğlak sayılmaz ama uygulamada, ifade özgürlüğüyle hakaret/tahrik arasındaki ayrım çizgisi geniş ve flu kalıyor.

Tema’nın İslam tarihi üstüne söylediklerini tartışmaya açacak ya da yineleyecek değilim. Bunun heveslisi az değil; bana sıra gelmez. İfade özgürlüğünden taviz verilmemeli, bu kesin. Tarihe maddi olgular ışığında sınanabilir kanıtlardan hareketle bakmanın önemine inanıyorum; bununla birlikte, kendi adıma inançlı insanların canını sıkmayı sevimsiz buluyorum. Birkaç yakın dostumu istisna tutarsak tabii 🙂

Ancak yazının başında ipucunu verdiğim, Tema’nın yaşayan ve dört dörtlük örneği olduğu ateizmin görünüşü dikkat çekiyor. Bu ateizm sadece inanç tarihi açısından sorgulama ya da eleştiriyi içermiyor. Masada bir çeşit potpuri, hattâ bir brikolaj var. Ateizmin merkezde göründüğü yüzeysel bir ulusalcılık, yabancı düşmanlığı, dozu belirsiz bir ırkçılık, Jakobenizm, militarizm ve güç/iktidar tapıncı iç içe geçmiş. Yani aslında 90’ların ekranlarında İslamı çağdaşlaştırma önerisiyle meseleyi halledebileceklerini düşünenlerin kuliste konuştuklarını doğrudan savunuyor.

Kolaylık olsun diye ben, Tema’nın tam temsil ettiğini düşündüğüm bu çizgiye reaksiyoner ateizm adını vereceğim. Benzer semptomlarla gelişmiş ama kendine deizm ya da agnostisizm adını veren görüşleri de aynı başlık altına alabiliriz — çünkü çok küçük farklarla aynı sınıfa ait oldukları ortada.

Aslında reaksiyoner ateizmin belirtilerini, hemen her konuda en az bir yanlış fikri olan Celâl Şengör’de tanımıştık. Bu görüşün en ayırıcı özelliklerinden biri, güç ya da iktidar tapıncı. Gerçi “iktidar” deyince bizde ilk akla gelen iktidar partisine yanlamak, ama kastettiğim o değil. İktidar tapıncı, bir mutlak karar vericiye tutkuyla bağlanmak olarak yorumlanabilir. Bu, bazen pozitivist bilim anlayışı, bazen ayak takımının küçük kaygılarını aşmış bir “deha”, bir büyük yol gösterici formunu alır.

Bilmiyorum, belki de  Tanrı ya da Mutlak Yaratıcı fikrinin cazibesi bu kişilerde hâlâ taze olduğundan böyle… Ya da omuzları apoletli, eli kırbaçlı, diz boyu çizmeli bir Şeyh mi arıyorlar?

Benim için şaşırtıcı şeylerden biri, bu iktidar tapıncının reaksiyoner ateistlerde askeri kudrete duyulan bağlılık biçiminde zuhur etmesi. Örneğin Şengör’ün güç tapıncı o kadar şiddetli ki, Yakın Doğu’yu kana bulayan (Şengör’e göre Türklüğün prototipi sayılabilecek) Timur gibi bir hükümdardan, ya da darbe suçuyla yargılanan Kenan Evren’den söz ederken kalp atışlarının hızlandığını, ekran karşısında bile anlayabiliyoruz. Aynı şeyi Hitler’den söz ettiğinde de gözlemlemek zor değil.

Tema’nın ilham aldığı tarihsel figürlerden biri, Moğol İmparatoru Hülagü imiş. Askeri üstünlüğü – ne kadar kanlı olursa olsun – bir ölçü olarak benimsemek, 19. yüzyıl romanlarına sirayet etmiş Napoleon kompleksini hatırlatıyor. Tema, kimi milliyetçilerin Arnavut kökenleri üstünden kendisine saldırısına, Türkiye’deki askerliği sırasında çektirdiği havalı fotoğraflarıyla karşılık vermiş. Ne de olsa Arnavutlar Kürtlerden daha mutlu, daha Türk…

Tarih, reaksiyoner ateizm açısından, büyük dehaların karar aldığı, cahil kalabalıkların onların sözlerinin rüzgarında savrulduğu bir çarpışma alanı. Dolayısıyla savundukları milliyetçilik, garip ama “halkçılık” unsurunu içermiyor. Şengör’den de Tema’dan da, toplumun onulmaz cehaletiyle ilgili çok şey duyabilirsiniz.

Çünkü reaksiyoner ateizm açısından kitleler, tıpkı denek hayvanları gibi tüketilebilir canlı grupları. Stalin’in Ukrayna’da açlığa neden olan büyük kırımı uygulamasının altında da bu görüş vardır. İnsan da Timur’un ya da Hülagü’nün yakarak ilerlediği kitleler gibi bir doğal kaynaktır ve umulan dünya projesi için harcanabilir. Tabii dehalar bu kararı vermeli, mesela Celal Şengör…

Yabancı düşmanlığı, reaksiyoner ateizmin açık olarak benimsediği, savunduğu ve çokça destek gördüğü düşünceler arasında. Memlekette dinden çıkma korkusuyla kapışan bir Araplaşma korkusu da var. Hattâ İslam da bu çizgideki ateistlerin çoğu için bir çeşit Arap sömürgeciliği. Türkiye’ye doğru göçmen akışındaki yoğunluk ve maalesef devletin bu süreci doğru dürüst yönetmek yerine içi boş kardeşlik mesajlarıyla kendi haline bırakması, reaksiyonerliğin ekmeğine yağ sürüyor.

Aslında Türk halkının belirgin bir ırk oluşturmadığını, biyolojik köklerinin – kime lazımsa – çeşitlilik oluşturduğunu görüyorlar. Bilimi savunduğunu söyleyen biri de herhalde aksini iddia etmezdi. (Gerçi bir Türk geni safsatası da bir zaman esti geçti.) Ama Türklerin, “Araplaşması”ndan yakınıyorlar.

Yani evet, insanlar ‘doğum’ yoluyla değil, ‘Ne mutlu!’ diyerek Türk oluyor, Türklüğü kabul ediyor, sahipleniyor. Ama bir yandan da bu edinilmiş kimliğin sapmaması gereken bir özü var ve Araplaşma ihtimali karşısında teyakkuz halinde olmak gerekiyor. “Ne mutlu” deyince ait olduğum Türklük, Araplık esansı içermeyen bir cevherden mamül. Galiba Türklüğün ne olduğunu tanımlamaya yetkili otorite olmaya namzetler, çünkü Türklükten nelerin kesilip atılması gerektiğiyle ilgili bir fikirleri var. Halbuki Nihal Atsız bile örneğin aruz ölçüsünü atmaya kıyamamıştı.

Türkiye’de ateizmin bu çeşidi her denemede “halkın cehaleti” inancının cazibesinde kayboluyor. Herhalde ateist (ya da agnostik, her neyse) olmakla bir aydınlanma yaşadığını, tıpkı bilgisayar oyunlarındaki gibi bir üst karaktere geçtiğini sanma hali var. Dindarlığın bir insanı iyi yapmaya yetmemesi gibi, inançsızlık da daha akıllı kılmıyor. Kemal Tahir’in ünlü sözünü biraz tahrif edersek: İslamın şartı beş, ateizmin şartı birdir; o da haddini bilmektir.

- Advertisment -