Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKızgın sacdaki gelenekler ve “şefkat medeniyeti”nde uyutma

Kızgın sacdaki gelenekler ve “şefkat medeniyeti”nde uyutma

Canlıların, hayvanların da payına düşen kültürümüz, âdetlerimiz pîrüpâk değil. Sokak hayvanlarıyla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “inşallah inancımıza, kültürümüze ve şefkat medeniyetimize göre çözeceğiz” açıklamasını da o çerçevede anlamalı. Tarihîinsan zalimliğinin köpekleri “uyutma”yla arasındaki -varsayılan- düşünsel mesafeyse “şefkat medeniyeti”, o masalın sonu anca “bir arpa boyu yol gittik”e bağlanır. Öldüren değil, yaşatan yasa…

Yıllar önce Ankara Bahçelievler, Emek… Sadece dışardaki değil içerdeki pervazlarına da sardunyalar, saksılar koyulabilen -yalıtımsız- pencerelerden, hayata, sokağa sarkanbalkonlardan eve sızan bir ses. Tanıdık… Sokaktan gelen sesler daha çok, çeşitli o günlerde. Toplayıp miksajını yapsan arabesk tadında “damar rap” çıkar. Barış Manço tarzıyla dokunduruyor o “fasıl”a mesela: “Domates, biber, patlıcan…” 

Gezici panayır; sucu, sütçü, yoğurtçu, simitçi, helvacı, bozacı, salepçi, eskici, hurdacı, tüpçü, overlokçu, yorgancı, kalaycı, sebzeci, meyveci, çalgıcı, davulcu… Semtimize göllerden tuttuğu sazanları, yayınları, turnaları satan balıkçı da uğruyor arada. Sokak canlı

Duyunca, uzaktan görünce ayırt etmesi de kolay; hepsi sokaklarda kendine has kisvesi, nidası, melodisiyle zât-ı muhterem. Kimi adıyla bey, efendi, ağa, kimi sadece mesleğiyle çağrılan bir siluet. Karşılıklı bir yankı sokaklarda. “Simitçiii….”nin nidasına pencerelerden gelen karşılık: “Simitçi!” Hanesine göre bir samimiyet, ahbaplık da var. “Merhaba poğaçacı” dayadırganmıyor.

Sokaktan gelen tef sesi

Bu kez tef eşliğinde kendine has melodisiyle mâniler, türküler, şarkılar sızıyor eve. Müziği oynak da olsa hikâyesi hüzünlü. Hepsi kırk türküsünün kırkı da ahlat üstüne sanılan “Kocaoğlan”a ithaf…  Okul öncesi dâhil, ilkokul-lise-üniversite yıllarından bildiğimiz bir “sokak gösterisi”: Ayı oynatıcılığı. Diğer satıcılar, sokak esnafı kadar “olağan o günlerde.

Başında yıpranmış kasketi, elinde sağlam, uzun sopası, tefiyle esmer bir siluet. “Ayıcı” üzerine bindirilen küçültücü anlamlarla, deyimlerle yıllarca adını da yitiren bir Roman. Elindeki zincirin halkası ayısının burnuna, çıplak, hassas derisine bağlı… Genellikle taraz turaz, başında bez ya da krapon kâğıdından çiçeğiyle düşkün, cüssesiz bir ayıcık. 

Filmi az, canlısı sokakta

Dolaştığı sokaklarda, mahallelerde toplanan insanlara, pencereden sarkanlara yönelik gösteri başlıyor. Seyirciler arasında en çok da çocuklar… Gülüyorlar, merakla, heyecanla seyredip, eğleniyorlar. “Şanslıları”nın Hayvanat Bahçesi’nde gördüğü “vahşi” ayı karşılarında… 

Televizyonu bırakın, -hafızam yanıltmıyorsa- o günlerde pelüş ayıcıklar bile yok. Çocukluğumuzun hafızasında o meşhur “Lassie” var ama Hitchcock’un “Kuşlar”ıyla salonları dolduran birçok filmde hayvanlar gerilim-korku nesnesi. Daha çok postuna bürünen figüranların canlandırdığı ayılar da öyle. Ormanda geçen, kahramanı oraya uğrayan filmlerin bildik canavarı.

Belki çizgi filmler, belgeseller çoğalınca, farklı kanallardan, ekranlardan eve ulaşınca öğreniyoruz özgür, evinde, aileleriyle yaşayan, filmlerin kahramanı olan ayıların da -öyle bir hakkın da- olduğunu… Jean-Jacques Annaud’nun “Ayı” filmi evrensel zirvesi. Ayıların başrolde olduğu değil o rolü, hayatını oynadığı başyapıt. Sevginin dokunma gücü… Meğer onların da hisleri, heyecanları, korkuları, sevinçleri, hüzünleri varmış.

Başrolde oynayan ayıcık

Bizimki Yeşilçam. Sokaklarda dolaştırılan Kocaoğlan o senaryolardan çalınan rol icabı kocakarı, gelin, kaynana… Güldürükçü. Ayı oynatıcısı “Hadi göster bakalım kocakarılar nasıl yürür?” dediğinde, iki ayağı üstünde zorla dikilip iki yana sallana sallana, kısa, sendeleyen adımlarla yürüyor hemen. “Gelinlik kızlar yavuklusunu görünce nasıl utanır?” dedi mi ayıcık tırnaksız pençesiyle yüzünü örtme telaşında. 

Sıra an mahir, eğlenceli gösterisinde: “Hamamda kocakarılar (bazen kaynanalar) nasıl bayılır?”… Ayakta sallanan ayıcık sopanın “yardımıyla” çöküyor yere. Memleketlileri Kibariye’yle ünlenen şarkısıyla tef eşliğinde bazen “Oynamaya geldim oynamaya /Ayılana gazoz, bayılana limon”la geliyor final. 

Heves”in ölümcül halleri

O “maharet”lerin, hoplamanın-zıplamanın-“oynama”nın kızgın sacın üstünde tef sesiyle şartlandırılarak, sopayla vurularak öğretildiğini anlatıyor kaynaklar. Kurşun dökülerek gözleri kör edilenler, tırnakları, dişleri sökülenler de var o tedrisatta. Hepsi insanları “eğlendirmek”, “Ayıya bak insan gibi, nasıl da evcilleştirmişler bravo!” dedirtmek için.

Gösterinin popülerliği, heyecanı ayıyla güreşmek isteyenlerle de artıyor. Öyle bir heves ki bazen ekstra para ödüyor er meydanına, ayıyla güreşmeye çıkanlar. İnsanlardaki bu iki yönlü hevesin tarihi en ölümcül haliyle Roma’ya, gladyatörlere kadar uzanıyor. Arenada canavarlaşan insan sıradanlaşınca kadroya ayı, aslan, kaplan da alınıyor. Boğa Güreşi’yle de atlıyor çağları… 

Hele ki pençelerindeki tırnakların çekildiği, onca eziyetle başı öne eğilen, dişleri sökülmüş ya da deriden ağızlıklı düşkün ayıyla hangi delikanlı güreşmek istemez! O sayede gençliğinde ayılarla güreşerek meydanlara çıktığı rivayet edilen birbirinden merd’ane yiğitlerin ahfadı, şânı, yani efsane olmayı… 

Cihan pehlivanı İbiş’e karşı

Efsanelerine baktığımda ünlü pehlivanların gençken ayılarla güreşmesi ara sınav gibi de, ben en bilineni aktarayım. Kara Ahmet cihan pehlivanı… Ülkesinde de, dünya da yenmediği güreşçi yok, nâmı öyle. 19. Yüzyıl’ın sonlarında Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda Murtaza Pehlivan’ın düzenlediği güreşler de Ramazan eğlencelerinden. Edirne’den ayı oynatıcısı Sülo da bir gün ayısını o güreşe getiriyor. 

Ama öyle “Oyna bakalım, bayıl bakalım” ayılardan değil İbiş. Sülo ona tüm oyunlarıyla güreş öğretmiş. Pehlivan ayı… Şöyle bir deniyorlar, kündelediği gibi anında yere savuruyor rakibini. Yenene büyük para ödülü… Eh kim yenebilir İbiş Pehlivan’ı, Kara Ahmet belki. Onun da başka rakibi kalmamış zaten. 

Altın Kemer’i ayı alabilir…  

Kara Ahmet de hevesleniyor, hatta ortaya unvanını, Paris’te kazandığı Altın Kemer’ini de koyuyor. Tiyatro tıklım tıklım. Parayla bahse girenler de çok tabii. Kara Ahmet kollarına çuval, keçe filan sarıyor, çıkıyor İbiş’le sahneye: “İki yiğit çıkmış meydane, ikisi de birbirinden merdane…”

İkisi de peşrevini yapıyor, Kara Ahmet’ten sıkı bir el ense… Nafile. İbiş tuttuğu gibi savuruyor cihan pehlivanını. Kara Ahmet kaçmaya başlıyor, o kovalamaya… Arada sahibi Sülo da “Şunu yap, bunu yap” diye taktik veriyor ayısına. Roman diliyle… Ki anlamasın, gafil avlansın Kara Ahmet.

Yine ense enseye geliyorlar. İbiş bacaktan dalınca Kara Ahmet “bir insan boyu sıçrayıp” kurtuluyor o amansız ataktan. Arkasına dolanıyor yatırmak için ama İbiş kaya gibi. O zaman zekâsını kullanıyor. Çekilir gibi yaparak ayıyı kandırıyor, birden atılıp iki eliyle göğsünden ittiriyor. Ayı pattadanak yere seriliyor, tuş. 

Yenilgiyi bile öğretmişler!

Kara Ahmet galibiyet temannasını çakarken gururlu. Sahibi İbiş’e tuşu, hatta bugün bile her sporcunun sindiremediği, efendi gibi kabullenemediği yenilgiyi de öğretmiş ki, ayıcık yerden kalkmıyor. Yerde sırtüstü, “gözyaşları içinde, inliyor” sadece. Daha sonraları ayıyla bir güreş daha yapmasını istiyorlar ama pehlivan kabul etmiyor. 

Kara Ahmet 32 yaşında, 1902’de ölüyor. Hayata ani vedası da efsanelerden, rivayetlerden azade değil. Kalp krizi geçirmiş ama aslında komada. Diri diri gömülmüş, kendine gelince çok uğraşmış, elleri, göğsü berelenmiş, yaralanmış lâkin çıkmayı başaramamış mezarından. Boğularak hayatını kaybetmiş.

Ne istersen öyle de

Hikâyesi böyle işte. Gerçeğine gelince, aslanla, ayıyla filan güreşmenin, onu insanlara maskara, oyuncak etmenin Antik döneme, mitolojilere uzanan tarihi ülkemizde de kuşaklar boyu. Ayı oynatma Osmanlı’dan 1990’larda yasaklanana kadar sokaklarda dolaşan tarihin pek değişmeyen fotoğrafı. İlgi, tepki, reyting değişse de fotoğraf yüzyıllarca benzer. 

Öyle bir belâ ki, keyfine göre adlandırdığın o gösteri”nineğlence”nin, “maharet”in, “sanat”ın meslek”in, “iş kolu”nun, “âdet, gelenek, görenek”in yasaklanması, yok olması yıllar süren zorlu bir mücadelenin başarısı. Zira tarafları var, taraftarı da güçlü. En basit, “masum” görünen cümlesi, özeti belki “Hayvan insan içindir!”. Etiyle, sütüyle, derisiyle, gücüyle değil sadece, “eğlencelik” de elbette. 

Oynatanın “hususi cazibesi

Cumhuriyet döneminin ilk hayvansever derneği Himaye-i Hayvanat Cemiyeti 1924’de kurulduğunda bu zulmün mücadelesini de veriyor. 100 yıl önce… Köpek, horoz dövüşleri, deve güreşlerinin yanında ayı oynatmanın da yasaklanmasını istiyor. 

Ayı oynatıcılığı 1929’da yasaklanıyor ama halkın nabzını tut(tur)ma yarışındaki gazetelerin çoğu bu karara karşı. Yazarlar da kalemini “insan”ın keyfine göre yontuyor. Dönemin Cumhuriyet Gazetesi yazarı Agâh İzzet’in ayrıntılı “nefsi” müdafaası ise dillere destan: “Yağız tenli, burma bıyıklı, iri kemikli bir çingene erkeğinin elindeki zilli tefi şıkırdatarak kocaman bir ayıya göbek attırmasındaki hususi cazibeyi inkâr edebilir misiniz?

Hayvanların hukukunu muhafaza için yapacak başka işleri kalmamış. Her gün bir iki gerdan kırıp göbek atma mukabilinde seyircilerin verdikleri fındık fıstıkla beslenen, Çingene evlerinde aile efradından biri gibi muamele gören zavallı ayıcıklar bu durumdan kim bilir ne zararlar görmüşlerdir?” 

Kazık kadar ayısın git çalış 

“İnsancıl” sayılmasa da “insan”dan yana bu görüşü 40 yıl sonra gazeteci, yazar Burhan Felek de köşesinde seslendiriyor; “Ayı oynatılmasına karşı olanları bir türlü anlayamıyorum”. Genelde “anlayamıyorum” kalıbıyla başlıyor öyle yazılar… Hani lafın gelişi “İnanın anlamaya çalıştım” gibilerinden. 2 Haziran 1969’da yayınlanan yazısının başlığı da yaratıcı:“Ayılar ve Dayılar!” Dayılar hayvanseverler tabii: 

“Dünyanın her yerinde ayı vahşi, daha doğrusu gayri ehli bir hayvandır. Ama Türkiye’de ayı ehlidir. Biz onu terbiye etmişiz, şehre, mahalleye sokmuşuz, ona ekmek parası kazandıracakhünerler öğretmişiz. (Başıboş, oturmuş-uzanmış, o sevimli patisini uzatmış bir ayı görse “Kazık kadar ayısın git de çalış…” diyecek belli.)

Belki bunu bir zulüm sayıp ayıcılara kızanlar vardır. Yanlış, çok yanlış! Ayı terbiye etmek de bir nevi marifettir. Bazı arkadaşlar ayı oynatılmasına pek üzülürler, pek utanırlar. Neden? Dağda kalsa ne olacaktı? Ya postunu almak için öldürecekler ya açlıktan soğuktan vaktinden evvel ölecekti değil mi? Şimdi gelmiş aramızda göbek atıp para kazanıyor, hem kendi geçiniyor hem sahibi. Kötülük bunun neresinde?” Kötülük insanda diyemiyor tabii. 

Bunların tümü “şefkatli” yaklaşımlar! Sonraki yıllarda “Ya o ‘iş’le geçinenler ne olacak?”soruları, “Önce insan” karşılaştırmaları o “meslek” yasaklandığında ünlü gazetecilerin röportajlarına da konu oluyor.  

Değer”in değersizleştirdiği değer

Ayı oynatmanın 1990’larda yasaklanması, hayvanseverlerin sonuç alan, hayatı, algıyı, bakışı değiştiren uzun soluklu mücadelelerinin bir durağı. Toplumsal değerlerle mücadele, o “değer”lerin değersizleştirdiği değerleri savunmak öyle bir şey. Toplumsal değişim insanları arenasına karşı öfkeyle de çıkartabilen, tribünlerini öyle de dolduran bir mesele. 

Neferlerinin delilikle, meczuplukla suçlandığı, halleri-duruşlarıyla da ötekileştirildiği, alay edildiği Türkiye’de öncü, azimli mücadelelerden… Bıkmadan-usanmadan süren, büyüyen mücadeleyle kazanılan hakların güncel örnekleri o alanda. 

Öyle mücadelelerde her destek, katkı değerli. Ayı oynatmanın yasaklanmasında o yıllarda çıkan Barış Manço’nun “Ayı” şarkısının önemli payının olduğunu da yazıyor kaynaklar: Buramıza geldi artık hâkim bey, takdir sizden biraz da ite kaka…”

Geleneklerdeki “İt boğuşu”

Bugün yasaklansa, azalsa da sonu bir türlü getirilemeyen “Köpek dövüşleri” de böyle yaklaşımlara, âdetlere, “gelenek”lere sırtını yaslıyor. Yazılarımda o tür dövüşleri “İt boğuşu”adıyla kadim bir gelenek olarak cansipârâne (köpeğin canını fedâ ederek yani) savunanlaradeğinmiştim. O dala tutunan “akademik” araştırmalara da… O “gelenek”in tarihinde dövüştürülen horozlar bile hep zamansız ötüyor.

Sokakta yaşayan canlılar yine gündemde. Özellikle -önce ve şimdilik- köpekler. Hayvanseverlerin zorlu çabalarıyla, “insan” merhametiyle hayatını birkaç yıl sürdürebilen köpeklerin, kedilerin koşullarının düzeltilmesi, iyileştirilmesi yönünde değil elbette gündeme gelen. 

İnancımızkültürümüzşefkatimiz

Cumhurbaşkanı Erdoğan da vurguladı: “Başıboş sokak hayvanlarıyla ilgili artan şikayetlerinfarkındayız. Bu sorunu inşallah inancımıza, kültürümüze ve şefkat medeniyetimizin bize vazettiği ilkeler çerçevesinde mutlaka çözüme kavuşturacağız.”

Ben fiiliyattaki “inancımıza”, gerektiğinde çoktan seçmeli, eğilebilir bükülebilir, can alıcı“kültürümüze” ve bilhassa “şefkat medeniyetimize” ne inanıyorum, ne de güveniyorum. İnsana, doğaya birçok “tasarruf”uyla, “icraat”ıyla hayata yerleşen bu iktidara, onun zihnimdeki net siluetine, niyetine, bakış açısına bu mevzuda (da) itibar etmiyorum. 

İnsana, can”a dair birçok eksikliklere, inanılmaz “tercih”lere, yaptırımlara, adaletsizliğe, haksızlığa, vurdumduymazlığa açık bir keyfiyetin, zihniyetin, gerisindeki (art) düşüncenin bu konuda da işlememesi zor. 

İğneyle de, şekerle de zehir

Laf-ı güzafı ayıkladığında elde var köpekleri uyutma! Ki o kılıfla donanımında argo anlamıyla insanları uyutma da var. Nitekim o açıklamanın ardından sosyal medyada fitillenen bireysel “çözüm”ler, ölümcül öneriler, ağız köpürten hevesler, hatta katliam naraları bile ortada. Zehri enjektörle değil sokakta ete, yemeğe, yani “şeker”e bürüyerek ağızdan, “toplu aşı”yla vermek.

Tarihiyle hayvanlara reva görülen insan zalimliğinin uyutmayla arasındaki -varsayılan- düşünsel mesafeyse “şefkat medeniyeti”, o masalın sonu “Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir arpa boyu yol gittik”e bağlanır. Öldüren değil, yaşatan yasa… 

1

SENİ SEVİYORUM AMA SEN OLMAZSAN”

İnsanın kendine benzettiği, arzusuna göre biçimlendirmeye çalıştığı canlılar, hayvanlar her çağın eğlencesi, ihtirası… Evcilleştirilen hayvanı kendisine benzetmek, ona ısrarla, katı disiplinle, hatta eziyetle, cezayla insanların hareketlerini öğretmek, o taklitlerin karşısında kendini iyi, başarılı, mutlu hissetmek insanın çoğu kez başa çıkamadığı zaafı, günahı. Hatta onu istediği kalıba sokma ihtirası “hayvan terbiyeciliği”nden “insan terbiyeciliği”ne gezinen bir tarih de… Hangisi önce bilemedim. 

Reha Mağden yıllar önce o pencereyi ardına kadar açarak Gençlik Parkı’nda birlikte gittiğimiz “Bülbül Ötüşlü (Ötümlü) Kanarya Yarışması”nı Birgün’deki yazısına, ardından da “kalem ele küsmeden” kitabına almıştı. Yıllar önce diyor ki, madem kanaryayı seviyorsun onun bin bir eziyetle neden bülbül gibi ötmesine çalışıyorsun. Üstüne bir de ödüllendiriyorsun: “Türkiye on yıllardır kendi vatandaşlarının geniş bir kesimine ‘seni seviyorum ama sen olmazsan’ diyor. 

(…) Burada (Türkiye’ye uyarlayarak) sözünü ettiğim sadece Kürtler ve din ve inanca başkalarından daha çok vurgu yapanlar da değil. Türkiye, kendi çizdiği prototipe uygun olmayan hiçbir şeyi sevmiyor ve ona düşman. Bu, bu ülkenin hiç hak etmediği bir kompleksinürünü olabilir mi? Bu ülke kendi değerlerini algılamakta güçlük mü çekiyor?” 

- Advertisment -