Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISamsa tatlıları, Armutalan sırtları ve Harp Okulları

Samsa tatlıları, Armutalan sırtları ve Harp Okulları

Rektörü Prof. Dr. Erhan Afyoncu Türkiye-Avusturya milli maçından sonra o malum X paylaşımını yapmasaydı, çoğumuz Milli Savunma Üniversitesi’ni unutmuş olmaya devam edecektik. Türkiye siyasetine etki eden habitusunu, aralarındaki grup bağını fiziksel ve tarihsel olarak kıracak biçimde araya serpiştirilmiş sivil (“yabancı”) yöneticileri ile Milli Savunma Üniversitesi fikri, Harp Okullarının uzun tarihsel hikayesini inkıtaa uğratmak üzere atılmış bilinçli ve stratejik bir adımdı. Bu, Türkiye’nin rejimi açısından da hayatiydi.

I

Feminist yazar Cynthia Enloe 1989’da “Bananas, Beaches and Bases” başlıklı bir kitap yazdı. Kitap Türkiye’de “Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler” adıyla 2003’te basıldı.

Kitabın başlığındaki birbiriyle ilgisiz gibi gözüken bu tuhaf nesnelerin her biri aslında bir şeye atıf yapıyor ve o şeyler üzerinden birbirine bağlanarak anlamlı hale geliyordu.

II

Türkiye’nin en feci hercümerçlerinden birinin yaşandığı 15 Temmuz’dan sadece iki hafta sonraydı. Onlarca general ve amiral kelepçelenmiş, akıl almaz yerler akıl almaz biçimde bombalanmış, kum yüklü belediye kamyonları askerî kışlaların önlerinden henüz ayrılmamış, genelkurmay karargâh binasının parçalanmış kapıları henüz onarılmamıştı. Duvarlarda mermi izleri duruyor, tutuklamalar, sorgulamalar, el koymalar devam ediyor, kimin kim olduğuna ilişkin belirsizlik sürüyor, Hulusi Akar’ı Akıncı’dan Çankaya Köşküne indiren helikopterde yanında oturan Genelkurmay Proje Yönetim Daire Başkanı Tümgeneral Mehmet Dişli, bu inişten birkaç saat sonra tutuklanıyordu.

İşte böyle bir hercümercin tam ortasında, 15 Temmuz’dan sadece iki hafta sonra, 31 Temmuz 2016’da bir Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yayımlandı: 669 sayılı KHK.

Bu KHK ile yeni bir üniversite kuruldu: Milli Savunma Üniversitesi.

Onca hengâme sürerken yayımlanan bu KHK, Harp Okullarını, Harp Akademilerini ve Astsubay Meslek Yüksekokullarını, yani tüm askerî okulları, bağlı bulundukları Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlarının ve Genelkurmay Başkanının elinden koparıyor ve bu Üniversiteye bağlıyordu.

Sivil rektörü, korgeneral eşiti yetkilere sahip olacak ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilecekti. Harp Okullarının her birinin başına da sivil birer dekan atanacak ve bu dekan Harp Okulu Komutanı ile eşit statüde ve tümgeneral yetkilerinde olacaktı. KHK’da, üniversitede görev yapacak öğretim elemanlarının özlük hakları dahi düşünülmüştü. Evet, tüm bunlar o hengâme içinde tasarlanabilmişti.

Kışlalara mesaiye giden subay ve astsubayların belediye kamyonlarının şoförlerinin süzücü bakışlarının arasından geçerek nizamiyelerden girmek zorunda olduğu, genelkurmay karargâh binasındaki parçalanmış onlarca kapının onarılmasına sıranın gelmediği o hengâme içinde Milli Savunma Üniversitesi diye bir üniversite kurmanın kimin aklına, nasıl gelmiş olabildiğine çok az kişi hayret etti.

Kararı kim vermiş, metni kim kaleme almış, organizasyonla ilgili detayları kim, ne zaman, nasıl, nerede planlamıştı?

Sonraki yıllar boyunca da az sayıda kişi böyle bir üniversitenin varlığından haberdar oldu.

Haberdar olan az sayıda kişinin çoğu da buranın Milli Savunma Bakanlığı için güvenlik uzmanı filan yetiştiren bir okul olduğu izlenimine sahip oldu.

Buranın Kara, Hava ve Deniz Harp Okullarının ve Kara, Hava ve Deniz Harp Akademisi’nin iplerini eline alan bir kurum olduğunu; Kara Harp Okulu Komutanının amirinin Kara Kuvvetleri Komutanı değil MSÜ’nün sivil rektörü olduğunu, yahut, Hava Kuvvetleri Komutanının kendisine pilot subay yetiştiren Hava Harp Okulu üzerinde hiçbir şekilde kontrol yetkisinin kalmadığını ise çok çok daha az sayıda kişi bildi.

Rektörü Prof. Dr. Erhan Afyoncu Türkiye-Avusturya milli maçından sonra o malum X paylaşımını yapmasaydı, çoğumuz Milli Savunma Üniversitesi’ni unutmuş olmaya devam edecektik.

III

“Bu hengâme içinde bunu düşünmenin sırası mıydı?” şeklindeki sorum belki de gerçeği bilerek örten yanıltıcı bir sorudur.

IV

Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, “yapı mı, fail mi?” tartışmaları etrafında ince ince işlediği “habitus” kavramı üzerinden çok önemli şeyler söyledi. Kolektif yatkınlıklar olarak tanımladığı habitus, bireyi sarıp sarmalıyor, bireyler eylerken bu habitus içinde doğaçlamalar yapıyordu.

Bir gecekondu mahallesinin, bir gazetenin, bir siyasi partinin veya bir ordunun kendine özgü bir habitus’u vardı ve bireyler, yaratıcı doğaçlamalarını ancak o habitus içinde yapıyordu. Habitus bedene kazınıyor ve sadece düşünme biçimini değil, bireyin kılığını-kıyafetini, vücut dilini, yürüyüş biçimini, kaslarının hareketini, mimiklerini, gülme şeklini dahi etkiliyordu. Habitus, bir kolektif yatkınlık, bireydeki toplumsallık, şimdileşmiş tarih ve öznelleşmiş nesnellik idi.

Şimdileşmiş tarih…

V

Asker hatıratlarına dayanan doktora tezim için, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’dan 2000’lerin asteğmenlerine kadar uzun bir tarihsel döneme ait, sayısı 150’yi aşan asker hatıratlarını okuyup bitirdiğimde kafamda bir duman, bir bulut, bir fikir olarak bir şey belirmişti:

Hatıratlarında birbirleri hakkın­daki hesaplaşmalara, atışmalara ve görece karşıt konumlanmalara rağmen, mesela İsmet İnönü ile Ali İhsan Sabis’i, Alparslan Türkeş ile Dündar Seyhan’ı yahut Kenan Evren ile Nevzat Bölügiray’ı ortaklaştıran, onları benzeştiren bir şey vardı.

Bu, toplum ve si­yasete dair tavırlarını da belirleyen, aynı habitus’tan geldiklerini kolayca duyuran bir “benzer ses”ti.

Bu habitus, bu benzer ses nerede oluşuyordu?

Söz konusu habitus, diğer yandan da bugünün bir subayının, çağdaşı olan bir Fransız subayındansa mesela Enver Paşa ile daha kolay iletişim kurmasına elverecek nitelikteydi sanki. Sanki Kazım Karabekir bugün çıkıp gelse ve leb dese, 2000’lerin herhangi bir subayı leblebi dediğini anlayacak, sanki Rauf Orbay askerî öğrenci olarak 2000’lere çıkıp gelse Kara Harp Okulunun bir yatakhanesinde şimdinin Harbiyeli arkadaşlarıyla kolaylıkla şakalaşabilecek, yahut içtimaya geç kalan Cebesoy 2000’li Harbiyeli arkadaşları tarafından hemencecik “idare edilebilecek” gibiydi.

Bu bakımdan, var olduğunu iddia ettiğim şey basitçe “askerî bir dil” değil, “kendine özgü bir askerî dil”di.

Bu kendine özgü askerî dil nerede oluşuyordu?

150 yıla yayılan bir zaman diliminde askerlerin süreklilik gösteren benzer niteliklerine daha yakından baktığımızda, bunların aynı zamanda, onların topluma ve siyasete dair tavırlarının içine yerleştirildiği formlar, kalıplar olduklarını görüyorduk. Çoğu, farkında olsun veya olmasın, belki de kaçınılmaz olarak, bu formlar içinde hareket ediyorlar, düşüncelerini o formun içinden yürütüyorlardı.

Bu dil, bu formlar, bu habitus nerede oluşuyor ve nasıl bu denli az değişerek ve ana bir izleği koruyarak yüz yıl öncesinden bugüne gelebiliyordu?

Askeri liselerin ve Harp Okullarının bu bahisteki belirleyiciliği çok açıktı.

Anlaşılan, küçük arkadaşlık öbekleri, mikro karşı koyma biçimleri, minik dedikodular, küçük yaramazlıklar, buradan türeyen afacan ve yoğun bir “suç ortaklığı”, koğuş sohbetleri, tren yolculukları, yahut Harp Okulu mutfağında pişen ve nesilden nesile aktarılan bir yemek türü, hiç sevilmeyen bir kereviz veya çok sevilen bir samsa tatlısı, “yemeyen bana versin”ler, “hâlâ çıkıyor mu o kereviz/samsa tatlısı?”lar, Temmuz’un kavurucu sıcağında İzmir/Menteş’in dik Armutalan sırtlarına çıkarken birlikte taşınan bir MG3 makinalı tüfeğinin ağırlığına akşam çadırda edilen sinkaflar, sanılanın aksine, yönetmeliklerden, tüzüklerden, kanunlardan, resmî törenlerden çok daha “yapıştırıcıydı”. Hannah Arendt’in ferasetle yakaladığı gibi: “Askeriyede sivil alandaki dostluk biçimlerinden çok daha yoğun biçimde hissedilen ve çok daha güçlü olduğunu kanıtlayan bir tür grup bağı bulu”yorduk.

Harp Okullarının Türkiye siyasetine etki eden habituslarında, bu dostluk biçimlerinin ve grup bağlarının rolü büyüktü. Bunlar, kendilerini tüzüklerin, emirlerin, yönetmeliklerin soğuk nefesine karşı mesafelendirmeyi de başarabilen, gerektiğinde onlara rağmen de hareket edebilen şeylere benziyordu. “Gereklilik” halinin belirlenmesinde ise yine o habitus etkili oluyordu.

Bana kalırsa, bu grup bağını fiziksel ve tarihsel olarak kıracak biçimde araya serpiştirilmiş sivil (“yabancı”) yöneticileri ile Milli Savunma Üniversitesi fikri, Harp Okullarının bu uzun tarihsel hikayesini inkıtaa uğratmak üzere atılmış bilinçli ve stratejik bir adımdı.

Siviller samsa tatlısını da, Armutalan sırtlarının terini de bilmiyordu; içtimada bulunmayan bir arkadaşlarını idare etme riskini üstlenmek için anlamlı bir neden bulmaları da güçtü.  

Grup bağı kopartılmıştı.

Bu, sadece ordunun iç yönetimi açısından değil, kolaylıkla anlaşılabilecek dolaylı sonuçları itibarıyla Türkiye’nin rejimi açısından da hayatiydi.

Bu adımın yaşamsal önemini en iyi bilen, 31 Temmuz 2016 gibi çok erken bir tarihte o hercümercin ortasında Milli Savunma Üniversitesinin kurulmasını sağlayan mekanizmaydı diyeceğim, ama bu eksik bir önerme olacak.

Zira Hulusi Akar’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde Proje Yönetim Daire Başkanlığında yürütülen, Milli Savunma Üniversitesinin kurulmasına ilişkin ilk çalışmalar, 2015 gibi çok daha erken ve şaşırtıcı bir tarihte başlamıştı ve âdetâ zamanını bekler gibiydi.

- Advertisment -