Ana SayfaYazarlar10 yıl önce Dink’in bedeninin yanı sıra neyi vurmuşlardı?

10 yıl önce Dink’in bedeninin yanı sıra neyi vurmuşlardı?

 

Daha ilk aylarında (24 Ocak ve 19 Ocak) iki büyük siyasi cinayetle (Uğur Mumcu ve Hrant Dink) açılan 1993 ve 2007 birbirlerine ne kadar çok benziyor.

 

Gerek 1993 gerekse de 2007 öylesine büyük olaylara ve alt üst oluşlara sahne oldu ki, bugünden geriye bakıldığında, iki cinayetin de olup bitecekler için bir işaret fişeği, tetikleyici ilk adım anlamına geldiği kolaylıkla görülebiliyor.

 

Dilimin ucuna geleni söylemeden edemeyeceğim: Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik, bizzat Başbakan’ın dile getirdiği ve Kılıçdaroğlu’na zırhlı araç tahsisiyle sonuçlanan somut suikast girişimi, akla ister istemez bunun yeni bir “Ocak suikasti” planı olup olmadığı sorusunu getiriyor. Allah muhafaza, böyle bir suikast gerçekleşseydi nurtopu gibi bir kaotik yıla daha adım atmış olacaktık; tıpkı kaotik 1993, tıpkı kaotik 2007 gibi…

 

Dink cinayeti: Sadece “ortalık karışsın” diye değil

 

Türkiye’nin, büyük siyasi cinayetleri izleyen kaotik ortamlar üzerinden siyasi sonuçlar devşirmede eline pek az ülkenin su dökebileceği bir ülke olduğunu biliyoruz. Bu “yeteneğin” en fazla kristalize olduğu alanlardan biri de, söylemesi acı ama,  hedef seçiminde ortaya çıkıyor. Türkiye’nin siyasi cinayet örgütleyicileri, amaçladıkları kaotik ortama uygun siyasi cinayeti belirlemede her zaman isabet kaydediyorlar, fakat bazı cinayetler, “daha isabetli” oluyor. Hrant Dink cinayeti hiç kuşkusuz Uğur Mumcu cinayetiyle birlikte “daha isabetli” cinayetler zincirinin başını çekiyor.

 

Şimdi bir adım daha atıp sorayım: “İsabet” ölçüsüne vurulduğunda, bu iki siyasi cinayet arasında da bir karşılaştırma yapılabilir mi?

 

Bence yapılabilir… Uğur Mumcu sert ve taraflı bir politik figürdü. Zaten onu katledenlerin amacı da, Mumcu’nun temsil ettiği toplumsal kesimlerin öfkelerini bilemekti. Bu açıdan bakıldığında, Mumcu cinayetinin, onun kadar sert ve köşeli bir politik figür olmayan Hrant Dink cinayetinden daha büyük bir siyasi etki yaptığı söylenebilir.

 

Fakat Hrant Dink’in ölümünden önce toplumda yarattığı etki üzerinde düşündüğümüzde ve bu etkinin dalga dalga yayılma istidadı göstermekte olduğunu hatırladığımızda,  onun katlinde başka bir “isabet”in varlığını da görebiliriz.

 

Geçtiğimiz yıl, Hrant Dink’in ölüm yıldönümünde Al Jazeera Turk’te kaleme aldığım İnsan ve kamusal figür olarak Hrant Dink başlıklı yazıda, 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’in şahsında gerçekte neyin vurulduğunu anlatmaya gayret etmiştim.

 

Yarın, Dink’in ölümünün üzerinden on tam yıl geçmiş olacak. Bu vesileyle, yukarıda zikrettiğim yazıyı kısaltarak bir kez de Serbestiyet okurlarının dikkatine sunuyorum:

 

İnsan ve kamusal figür olarak Hrant Dink (Al Jazeera Turk, 19 Ocak 2016)

 

Hrant Dink bundan tam dokuz yıl önce, 19 Ocak 2007’de, bizzat devletin savcısının iddiasıyla, devlet içindeki çeşitli güçlerin iştirak ettiği kolektif bir cinayete kurban gitti.

 

Her cinayette bir kişi aramızdan eksilir, geriye kalanlar, gidenin ardından onun adına üzülürler. Bazı cinayetlerde ise kalanlar yalnız gidenin adına değil kendi adlarına da üzülürler. Çünkü bilirler ki, giden, kendisiyle birlikte onların umutlarını da götürmüştür. Hrant Dink, benzersiz insani özellikleri ve bu özelliklerin şekillendirdiği kamusal önemiyle tam böyle bir insandı.

 

Yurtdışında verdiği bir konferansın ölümünden birkaç yıl sonra ortaya çıkan bir videosunu dinlediğimde,“İtiraf etmek çok acı ama” diye yazmıştım, “bunları dinledikten sonra, onu yok etmeye karar verenlerin nasıl bir ‘isabet’ kaydettiğini takdir etmemek elde mi?”

 

Beni bu acı itirafa sevk eden videoda Hrant Dink, kendisini “Türk devletinin tezlerini incelikli bir biçimde savunmakla” eleştiren bir topluluğa karşı şöyle hitap ediyordu:

 

‘Biribirinin doktoru iki toplum’

 

“Hasta iki toplum var: Türkler ve Ermeniler… Ermeniler büyük bir travma yaşıyor Türklere yönelik, Türklerse Ermenilere yönelik büyük bir paranoya yaşıyor. İkisi de klinik vakalar… Kim tedavi edecek bizi? Fransız Senatosu’nun kararı mı, Amerikan Senatosu’nun kararı mı? Kim reçeteyi verecek? Kim bizim doktorumuz? Ermeniler Türklerin doktoru, Türkler de Ermenilerin doktoru… Bunun dışında doktor, ilaç, hekim mekim yok. (…) Türklere diyorum ki, ya, Ermeniler niye bu kadar ısrar ediyor bu sorunun üzerinde, diye sorun kendinize… Biraz empati yapın, o zaman bu duruşta belki biraz onur görebilirsiniz… Ermenilere diyorum ki, Türklerin ‘Hayır, bu bir soykırım değildir’ demelerinde de bir onur görmeye çalışın. Nedir o onurlu duruş? ‘Bir Türk olarak ben soykırıma karşıyım, ırkçılığa karşıyım, soykırım Allah’ın belası bir şey, nasıl ya, benim atalarım böyle bir şey yapamaz, çünkü ben yapmam.’ Dolayısıyla burada da bir onurlu duruş vardır.”

 

İstisnai insani ve kamusal özellikler

 

Hrant Dink, herhangi bir siyasi-toplumsal husumette karşılıklı cepheleri oluşturan tarafların birlikte nefret ettikleri o istisnai insani ve kamusal özelliklere sahip figürlerden biriydi. O insanlardandı ki, varlığıyla mevcut husumeti adeta anlamsızlaştırıyor, bu da geleceklerini husumetin devamında görenleri çılgına çeviriyordu.

 

“Bunun gibi 10 kişi daha olsa işimiz bitik” diye düşünen husumet erbabının böyle birinin “işini bitirmeyi” kafalarına koymalarından daha doğal ne olabilir? Hrant Dink’in “yok edilmesindeki isabet” derken bunları kast ediyorum.

 

Varlığıyla mevcut herhangi bir husumeti anlamsızlaştırmak, sadece düşünce ve söz gücüyle başarılabilecek bir şey değil. Bu, bambaşka bir şey, tanımlama girişimlerini sekteye uğratacak (neredeyse metafizik çağrışımlar uyandıran) bazı özellikler, bir “sihir” gerektirir. Hrant Dink’te bunlar vardı ve husumetin ondan birlikte nefret eden tarafları bunun farkındaydı.

 

Dink’in en yakın arkadaşı Etyen Mahçupyan, onun bu yanını şöyle anlatıyor:

 

“Hrant öylesine sahici bir insandı, fikirlerini öylesine samimiyetle anlatır, duygularını öylesine içinden geldiği gibi paylaşırdı ki, dinleyenlerde söylediklerinin ‘doğru’ olduğuna dair yoğun bir sezgisel kabul yaratırdı…”

 

Önyargı kırıcısı

 

Hedef seçilmesinde daha doğrudan siyasi “yarar” beklentileri de etkili oldu elbette. Fakat ben onun uzun vadede yaratacağı “önyargı kırıcı” etkisinin daha fazla ilerlemeden durdurulmasındaki “yarar”ın, daha doğrudan siyasi “yarar”ların bile önüne geçtiğini düşünüyorum.

 

Ölümünün üzerinden dokuz yıl geçti ve ilk kez bu yıl şahit olduğumuz bazı gelişmeler, onun devlet içinden örgütlenmiş kolektif bir cinayete kurban gittiğine dair kuşkuların yargı tarafından da ciddiye alındığını ortaya koymuş bulunuyor.

 

Umarız bu cinayet, onda parmağı olan herkesin hak ettiği cezayı aldığı bir cinayet olarak geçer tarihe. Şayet böyle olursa, yalnız bir insana karşı değil, o insanın istisnai özellikleri nedeniyle topluma karşı yapılmış büyük bir haksızlık da bir nebze olsun karşılığını bulmuş olacaktır.

 

Bu son bölümde, dokuz yıl önce kaybettiğimiz insanla birlikte bizim de neler kaybettiğimizi anlamamıza yardımcı olsun diye onu yakından tanıyanların tanıklığına başvuracağım. Gelin okuyalım ve öldürülmeseydi yaratacağı etkinin ne surette olacağını birlikte tahmin etmeye çalışalım:

 

Ayhan Aktar: Konferans sırasında (2006’da Bilgi Üniversitesi’nde düzenlenen meşhur Ermeni konferansı – A. G.) ABD’de “asılsız Ermeni iddialarını yalanlamak için” kurulmuş olan Turkish Forum’un yöneticilerinden Fatma Sarıkaya, Amerika’dan “milli görev duygusuyla” gelip salondaki yerini almış ve açılış oturumundan itibaren toplantıyı sabote etmek amacıyla elinden gelen her türlü densizliği yapmıştı. Aynı gün Hrant’ın da, “Dünyada ve Türkiye’de Ermeni Kimliğinin Yeni Cümleleri” başlıklı bir konuşma yapması bekleniyordu. Oysa o tamamen içten gelen bir üslûp ve olanca samimiyetiyle “Su Çatlağını Buldu” hikâyesini anlattı. O nefis konuşmasından sonra Fatma Hanım’ın Hrant’la sarmaş dolaş birlikte ağladıklarını bugün gibi hatırlıyorum. Toplantıdan sonra “Yahu Hrant, ne yaptın o kadına öyle” diye sorduğumda, “Vallahi ben bir şey yapmadım, o kendisi geldi, boynuma sarıldı,” demişti. Aradaki buzdağlarının erimesi için Hrant’ın olanca samimiyetiyle o dayanılmaz hümanizmini ortaya koyması yetmişti.

 

Nilüfer Göle: Hrant, Türklerin yüreğini de Diaspora’nın yüreğini de yumuşatabileceğine, sözünü duyurabileceğine içtenlikle inanıyordu. Herkesin yüreğini kendisininki gibi sanıyordu.

 

Taner Akçam: Bundan on yıl öncesine kadar Türkiye’yi ziyaret etmeyi çok isteyip de başına iş gelmesinden korkanların haddi hesabı yoktu. “Pasaportumda Ermeni ismi var, Türkiye’ye gitsem beni tutuklarlar mı” diye soranların da… Bunların içinde Diaspora içinde adı çok bilinen ve Türk-Ermeni ilişkilerine katkıda bulunabilecek çapta olanlar da vardı. Hrant, “Sen onları bana yolla,” derdi. Ben de bağlantıları kurar, Hrant’ın adını ve Agos’un adresini verirdim. Hrant onları karşılar, ya alır Agos’taki odasında karşısına oturtup anlatırdı ya da Boncuk’a götürür ve orada konuşurdu. Ve bu insanların her biri ABD’ye döndükten sonra gerçekten de Türkiye ve Türkler konusunda korkularını üzerlerinden atmış, tutumlarını değiştirmiş olurlardı. Hrant bir nevi “önyargı kırma makinesi” olarak işlev görüyordu.

 

Etyen Mahçupyan: Hrant öylesine sahici bir insandı, fikirlerini öylesine samimiyetle anlatır, duygularını öylesine içinden geldiği gibi paylaşırdı ki, dinleyenlerde söylediklerinin “doğru’ olduğuna dair yoğun bir sezgisel kabul yaratırdı. Bu kadar sahici ve sahici olduğu kadar akıllı, duyarlı ve sevgi dolu birinin kanaatinin sizinkinden daha değerli ve hakikate daha yakın olduğunu hissederdiniz. O noktadan sonra Hrant’ın söyledikleri veya savundukları da arka planda kalırdı. Çünkü şimdi karşınızda hamuru özel bir insan bütün heybetiyle durmaktaydı. Dolayısıyla, belki de asıl mesele bir anda böylesine ikonlaşma potansiyeline sahip bir insanın kendisini bir azınlık kimliğiyle sunması ve bunu iftiharla taşımasıydı. Eğer Hrant kalitesiz bir kişilik olsaydı, onu öldürmek için bir dürtü de belki duyulmayacaktı. Ama o varlığıyla, duruşuyla ve sahiciliğiyle hepimizi az veya çok ezdi. (…) Keşke Türkiye Hrant’la aynı sahicilikte ama karşıt görüşlerde insanları kamusal alana çıkarabilse ve topluma bu tartışmadan geriye bir tek duygusal kaynaşmanın kendisi kalabilseydi. Olmadı ve Hrant yalnız kaldı. Yalnız kaldıkça da büyüdü. Ve büyüdükçe hazmedilemez hale geldi. Bu olayda katledilen bir insan değildi sadece, sahiciliğin kendisiydi.

 

NOT. Güneş gazetesi, Hrant’ın ölümünün onuncu yılında korkunç bir şey yaptı. Böylece anladık ki, on yıl önce onun bedeninin yanı sıra başka bir sürü şeyi vurmayı hedefleyenler bu hedeflerine ziyadesiyle ulaşmışlardır. Halil Berktay’ın konuyu ele aldığı Buharin’i anlamak başlıklı yazısı (17 Ocak) sanıyorum bütün Serbestiyet yazarlarının ortak duygu ve düşüncelerini dile getiriyordu. Son zamanlarda gazetecilik adına girişilen “en dibe ulaşma” yarışında bunu alt edebilecek başka bir performansla karşılaşma ihtimalimiz herhalde yoktur. Hepimize geçmiş olsun.

- Advertisment -