Ana SayfaYazarlarEditoryal bağımsızlık: Fransa’da olan Türkiye’de neden olamıyor? (2)

Editoryal bağımsızlık: Fransa’da olan Türkiye’de neden olamıyor? (2)

 

Medya patronlarının, sahibi oldukları gazetelerin ve televizyonların editoryal kadrolarının işlerine karışma, hatta onları yönetme çabalarına karşı iki farklı gazeteci tutumunu Fransa ve Türkiye örneklerini karşılaştırarak ele almaya başlamıştık…

 

Geçen yazıda, Fransız televizyon kanalı iTélé’nin patronunun bu yöndeki girişimlerine, haber merkezinde çalışan 120 gazeteciden 95’inin istifa ederek cevap verdiğine dair çok taze bir örneği aktarmış, bunu, Türkiye’deki editoryal gerekçelerle istifa pratiğinin cılızlığıyla mukayese etmiştim.

 

Yazıda, patronlardan gelen yönlendirmelere karşı Türkiye’de gazetecilerin süngülerinin neden bu kadar düşük olduğu sorusunu da sormuş, sorunun cevabının Türkiye’deki kurum kültürü, bireyselleşme, ast-üst ilişkilerindeki genel kabul görmüş anlayışlar vb. çerçevesinde, başka deyişle ülkenin sosyolojisi bağlamında aranması gerektiğini söylemiştim.

 

Şimdi, bu tespitimin biraz eksik olduğunu; sahipliğin başka, editoryal sürecin başka olduğuna dair anlayışın bir türlü nüfûz edemediği bu tuhaf gazetecilik kültürünün, doğrudan doğruya mesleğin Türkiye’deki özgün gelişim tarihiyle bağlantılı bir yanının da olduğunu düşünüyorum…

 

Patronun iş ortağı genel yayın yönetmenleri

 

Kanaatimce bu süreç, kendisini patronun iş ortağı olarak konumlayan ve bunda bir sorun görmeyen genel yayın yönetmenlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte başladı (simge isimler tabii ki Ertuğrul Özkök ve Zafer Mutlu’dur).

 

Aslında formülün mucidi patronlardı ve onlar açısından son derece akıllı bir taktikti bu. Böylece, yarı gazeteci-yarı işadamı haline gelmiş bulunan genel yayın yönetmenlerinin de birlikte çalıştıkları gazetecileri “şirket çalışanları” gibi görmeye başlayacaklarını ve onları adım adım gazetecilikten “şirket yöneticiliğine” terfi ettireceklerini biliyorlardı.

 

Öyle de oldu… Gazetelerin üst düzey editoryal kadroları, bir süre sonra hakiki bir gazeteciliğin “birçok şeyin kaybedilmesini göze almayı” gerektiren bir çaba olacağını anladılar… Kaybedilecekler arasında yalnızca yüksek maaşlar yoktu, patronun tavla arkadaşı olmak, hafta sonları birlikte yat gezilerine gitmek gibi ayrıcalıklardan vazgeçmek de vardı.

 

Bu yeni gazetecilik 1990’lar karanlığından doğmuştu ve bunda şaşıracak hiçbir şey yoktu. Çünkü o yıllar, susmayanların ezildiği, susanların ise abâd edildiği; susması ve susturması karşılığında medyanın önüne “eti senin kemiği benim” diyerek onlarca bankanın atıldığı yıllardı.

 

Medya patronları, kendi bankalarının onlara verdiği kredilerin bir kısmını da gazete ve televizyonlarının üst-orta düzeydeki editoryal kadrolarının “mutluluğu” için harcadılar… Yayıncılık faaliyeti içindeki editoryal kadroların, patronların istek ve “rica”larına karşı bu kadar boynu bükük olmalarını, Türkiye’deki gazeteciliğin bu özgün yakın tarihini hesaba katmazsak tam olarak anlayamayız.

 

O patronun o masada ne işi vardı?

 

Yılmaz Özdil’in anlattığı hakiki bir gazetecilik öyküsü, Türkiye’deki medya patronu-gazeteci ilişkisini anlamada çok ilham verici:

 

“Seneler evvel. Bi gazete patronu… Zart diye kapıyı açar, gelip yazıişlerine oturur, birinci sayfa toplantısını yönetmeye başlar. Ne var haberlerde? Şunlar var bunlar var filan, sayarlar. O zamanlar dijital teknoloji yok, fotoğraflar dia halinde masada… Rastgele birini alır, şöyle ışığa doğru kaldırır, inceler, ‘bence enteresan kare, göbekte üç sütun olabilir, sen ne dersin?’ diyerek, yanında oturana uzatır. Yandaki alır diayı, bakar, ‘hakikaten çok güzel, dört sütun bile olabilir’ der. Sırayla elden ele gezer, kimi üç sütunun daha oturaklı duracağını söyler, kimi beş sütuna kadar çıkar.

 

“Döner dolaşır… Gene patrona gelir. Bi daha bakar, inceler, ‘doğrusunu isterseniz, manşet bile olabilir, neden biraz daha büyük koymayalım ki?’ diyerek, gene yanında oturana uzatır. Yandaki alır diayı, daha bi alıcı gözüyle bakar, ‘kesinlikle haklısınız, şahane kare, yedi sütun cuk oturur’ der. Sırayla elden ele gezer, kimi dokuz sütuna kadar çıkar, kimi daha da uçar, sayfayı komple kapatmayı önerir.

 

“Döner dolaşır… Gene patrona gelir. Çöpe atar! Küfrederek, çıkıp gider. Yaşanmış hadisedir. Yalakalık böyle bi şeydir.”

 

Yılmaz Özdil’in anlattığı hikâye gerçekten de çok şey anlatıyor, fakat buradan sadece “yalakalık” dersi çıkartırsanız hikâyeye yazık etmiş olursunuz… Buradaki doğru soru şudur: O patronun o masada ne işi vardı?

 

Bir gazeteci bu soruyu “ne var bunda canım” diye cevaplar ve bunda sisteme dair bir problem olmadığını düşünürse, o tür toplantılardan “yalaka”ların çıkmasını, hatta günün birinde kendisinin de o hale gelmesini hiç yadırgamamalıdır.

 

Yakın tarihten iki enstantane

 

Geçen yazının sonunda, gazeteciliğimizin yakın tarihinden birkaç enstantane ile Türk gazeteciliğinin patrona karşı editoryal bağımsızlık hassasiyeti faslında ne kadar nasipsiz olduğunu göstermeye çalışacağımı söylemiştim… Şimdi sıra ona geldi…

 

Bugünlerden de bir sürü örnek verilebilir ama (“bugünlerde örneğe ne hâcet” diyen okurlar tamamen haklı), ben aylar süren dönemlere yayıldığı için “unutulmaz” niteliği kazanan iki eski örneğe baş vuracağım burada…

 

Birinci örnek: 1990’ların sonuna gelindiğinde deniz artık bitmiş, medya patronlarının önüne atacak banka kalmamıştı. O koşullarda büyük medya patronları, iktidardaki üçlü koalisyonu, aynı anda hem gazete hem televizyon sahibi olmayı mümkün kılan bir Radyo Televizyon Üst Kurumu (RTÜK) Kanunu hazırlamaya zorladılar.

 

O dönemde medyayı domine eden iki büyük grubun gazetelerinin (Hürriyet, Milliyet ve Sabah), kanun tasarısına karşı muhalefet edenlerin üzerinde estirdiği terör dalgası, “editoryal”in “patronun çıkarları” içinde tamamen eridiğini açık bir biçimde ortaya koydu. Kesinlikle “gazetecilik” olarak değerlendirilemeyecek bir “şey”di okurlara sunulan… Öyle ki, tasarının Meclis’te oylanacağı gün, Milliyet gazetesinin editoryal yönetimi, koalisyon partilerinden birini kızdıracağı düşüncesiye beş yazarının yazılarını sansürledi. (Medyanın o günlerdeki başka “şey”lerini 23 Ocak tarihli İktidara yakın medyanın hali ve referandum başlıklı yazımda hatırlatmıştım.)

 

İkinci örnek: RTÜK Kanunu, dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in son döneminde hazırlanmıştı… Kartel medyası hem 28 Şubat’ın yumuşatılmış bir versiyonunun sürdürmek hem de RTÜK Kanunu’nun sağ-salim parlamentodan geçmesini sağlamak için Demirel’in cumhurbaşkanlığı süresini beş yıllığına uzatacak bir Anayasa değişikliği için üçlü koalisyonu zorlamış, sonunda bunda da muvaffak olmuştu.

 

Kartel medyasının Demirel’in görev süresini uzatmak için sergilediği performans, birkaç ay sonra gündeme gelecek “RTÜK gazeteciliği”nin peşrevi gibiydi… Aslında ortada gazetecilik falan da yoktu, sadece haber kılığında propaganda vardı (hoş günümüzde iktidara yakın gazeteler propagandaya haber kıyafeti giydirmeye bile gerek görmüyorlar) ve propaganda, “Baba” yeniden seçilmezse Türkiye’nin batacağı üzerine kurulmuştu.

 

Fakat o günlerin asıl hikâyesi, “normal” bir gazetecinin gözlerini parlatacak manşetlik bir mektubun, patronların arzuları doğrultusunda üç büyük gazetenin “editoryal”i tarafından görmezden gelinmesine dairdi…

 

Mektubun sahibi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di; bir süre sonra büyük bir gürültüyle batacak bir bankanın sahibi olan yeğeni Murat Demirel’in (mektuptaki ifadeyle "Banka sektöründe tecrübeli, muteber bir işadamı olarak dürüstlüğünden şüphe duymadığım Sayın Murat DEMİREL’in”) Azerbaycan’da bankacılık yapabilmesi için bu ülkenin cumhurbaşkanı Aliyev’e gönderilmişti.

 

Mektup ilk kez, Demirel’in görev süresinin uzatılmayacağının kesinleşmesinden kısa bir süre sonra, 5 Nisan 2000’de küçük bir gazetede yayımlandı. Fakat sonradan ortaya çıktı ki mektup, devlet içinden birileri tarafından ondan bir yıl önce sızdırılmış, sırasıyla Hürriyet’e, Sabah’a ve Milliyet’e servis edilmiş, fakat üçü de yayımlamamıştı.

 

Mektubu sızdıranların, başvurdukları gazetelerin o sırada Demirel'in görev süresini uzatmak için militanca bir çaba içinde olduğunu, dolayısıyla ellerindeki “malzeme”den pek hoşnut kalmayacaklarını hesaplamamış olmaları düşünülemez. Muhtemelen, "Nihayet gazeteci bunlar, isteklerinin hilafına sonuç doğuracak olsa bile böyle bir haberi görmezlikten gelemezler" diye akıl yürütmüş olmalıydılar. Fakat hesaplayamadıkları bir şey vardı: Mektubu ilettikleri gazeteciler çoktan “normal” gazeteci olmaktan çıkmışlardı.

 

Sanırım Fransa’da olanın burada neden olamadığı biraz olsun anlaşılmıştır.

 

 

 

- Advertisment -