Başarı tesadüf olmadığı gibi başarısızlık da tesadüf olmaz. Eğitim sisteminin bir konuşmayla rastgele şoklanmasının ardından, “eğitimde başarısızlık” üzerine hayli söz sarf edildi.
Başarısızlık eğitimle sınırlı değil; her alana yayılmış durumda. Bu günlerde insanlar MTV’ye gelen yüzde 40 artışa isyan ediyor. Kamu harcamalarındaki kontrolsüz ve popülist artışın, ekonomik problemleri çözmek yerine üstünü örtmeye veya ötelemeye dönük politikaların sonuçlarını görmeye başlıyoruz. Başarısızlık alanlarına adalet ve yargı sistemi, FETÖ ile mücadele veya dış politika da eklenebilir.
Bir başarı hikayesi olarak başlayan AK Parti iktidarı nasıl bu noktaya geldi?
Parti amigoları, dünyanın bir “üst akıl” marifetiyle bizi içerde ve dışarda dört bir taraftan kuşatmış ve diz çöktürmeye yemin etmiş olması sebebiyle, yaklaşmakta olan büyük başarının geciktiğini söyleyeceklerdir.
Dikkatimizi onlardan uzaklaştırıp daha makul olanlara çevirdiğimizde, belki bazıları iktidarın enerjisini ve dikkatini Gezi, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz badirelerini savuşturmak için harcadığını, bu yüzden diğer alanlarda tökezlediğini söyleyebilir.
Ben bu olayların genel önemini kabul etmekle birlikte, başarısızlığın temel sebebini başka yerde görüyorum. Kendilerine şu soruyu sormalarını öneriyorum:
Eğer AK Parti bu olayları şu anki politika ve söylemleri ile karşılamak durumunda kalsaydı, saldırıların altından kalkabilir miydi acaba?
Başarısızlığın kökeni dışsal değil, içsel. İktidarının ilk evresinde AK Parti’nin önünde neyin yapılacağına, neyin takip edileceğine, neyin doğru olduğuna dair bir model vardı. O modele göre hareket ediyordu. Baskıcı ve yozlaşmış bir rejim karşısında, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin genel çerçevesi içinde bir mücadele veriliyordu. Başarısı kanıtlanmış olan ve AK Parti’nin politikalarına da yön veren bu model, liberal-demokratik modeldi.
Önüne koyduğu modele uygun icraatta bulunduğu sürece, bunun başarılı sonuçlarını da aldı. Örneğin, yozlaşmış ve yolsuzluğa batmış ülkelerin tanıtıcı unsuru olan, sadece faizi ödenebilen borçlarla çevrilmiş devâsâ bütçe açıklarının yerine, denk bütçeye yönelik katı maliye politikaları güttü.
İlk dönem AK Parti’nin sadece hükümet değil, iktidar olma mücadelesini içeriyordu. AK Parti iktidarının ikinci dönemi, aynı zamanda istediğini elde ettiği dönem oldu. 12 Eylül anayasa referandumu başarısı ardından gelen Haziran 2011 genel seçimleri bu dönemece işaret eder.
O dönemde İstanbul il başkanı olan Aziz Babuşçu’nun, Nisan 2013 yılında bir toplantıda geçmiş on yıla ve gelecek on yıla dair yaptığı bir kıyaslamadaki sözlerini hatırlayalım:
“… liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak.”
Bu konuşmanın önemi, AK Parti’nin muktedir olmasıyla birlikte önceki on yıl boyunca referans aldığı sosyal-siyasal modeli terk ederek, yerine dâvâsını taşıdığı “medeniyet tasavvuru”nu veya “İslami toplum” modelini referans alacağının ilânı olmasında yatar.
Gerçekten de yıllar içinde AK Parti iktidarının liberal-demokratik modeli terk ettiğine, daha önce yaptıklarını tersine çevirmeye başladığına, otoriter ve güvenlikçi bir yönetim anlayışına kaydığına tanıklık ettik. AK Parti iktidarının Kemalist devletçi reflekslere geri döndüğünü, eski bürokratik ve ideolojik kalıplara, yargı ve tutumlara sarıldığını, hamaset ve beka kaygısı siyasetsizliğine teslim olduğunu gördük.
Dini referanslı icraatında ise, (örneğin eğitim adına) daha fazla İHL açmak, başarılı seküler okulları “almak” veya daha fazla din dersi koymakla uğraştığını gördük. Başarısızlığı kendileri de kabul ettiğine göre, bunlar işe yaramamış.
Göremediğimiz şey ise, AK Parti’nin kendi medeniyet modelini hayata geçirmesiydi.
Eskiyi yıkarken liberal-demokratik model referans alınmış ve başarılı bir performans sergilenmişti. Buna karşılık AK Parti iktidarı kendi rejimini inşa etmede başarısız oldu. Sebebi ise, referans alınacak, işe yarar ve arzuya şayan bir “medeniyet modeli”nin aslında ellerinde olmamasıydı. Kurumları, ilkeleri, unsurları, hedefleri, araç ve yöntemleri tanımlanmış, adil ve uygulanabilir böyle bir model yoktu.
Hükümetten hiç kimsenin orta ve uzun vâdede ne yaptığı ve ne yapacağını bilen bir görüntüsü yok. Bir o tarafa bir bu tarafa, sürekli bir yalpalama hali var. Cumhurbaşkanının bir konuşmayla kaldırdığı TEOG, yarın cumhurbaşkanı fikir değiştirirse bir hafta arayla tekrar getirilir. Dün artan vergi oranı yarın kalkar.
Belli bir “iyi toplum ve iyi siyaset” modeli referans alınmadığı için, her konuda bugün hararetle savunulan, yarın şiddetle taşlanabiliyor. Bugün beyaz olan, üç ay sonra siyah olabiliyor.
İktidar âdetâ körlemesine uçuyor. İktidara yön veren sadece iki hedef var gibi görünüyor; ne olursa olsun iktidarda kalmak ve büyük devlet olmak (bunun gerekli ve yeterli koşullarını sağlamadan, bu konuda yeterince düşünüp gerekeni yapmaya yanaşmadan).
Bazıları İslâmî siyasi toplum modelinin inşa edilememesini İslâmcıların iktidar ve parayla olan sınavı kaybetmesine bağlıyor. Bu, işin başka bir boyutu. Ancak asıl sorun, elde böyle bir modelin olmaması — herhangi bir modelin ahlâk veya özgürlük bakımından tercih edilir olup olmayacağı veya modelsizliğin genel olarak ülkenin çıkarına olup olmayacağı tartışmalarından bağımsız olarak.
Bence Türkiye’de İslâmcılar henüz bununla yüzleşebilmiş değil. Başarısızlığı kişisel zaaflara ve yozlaşmaya, amansız düşmanlara veya liderin yanıltılmasına yükledikleri sürece de bir farkındalık yaşanması zor görünüyor.
Liberal-demokratik sosyal-siyasal modelin şimdiye kadar ortaya çıkmış tek “İslâmî” alternatifi, Taliban veya İran örneklerinde görülen din temelli totaliter sistemler. Türkiye’deki İslâmcılar, istemedikleri bu aşırı örnek ile liberal-demokratik model arasında kendilerine bir alternatif bulamıyor.
Çünkü yok. Başarısızlık ve yönsüzlük halinin sebebi, liberal-demokratik siyasal modelin referans alınmaktan vazgeçilmesi. Çözüm, liberal-demokratik vizyona geri dönüşte yatıyor.
Liberal-demokratik modelden vazgeçince elde iki şey kaldı.
İlki, Kemalist devletin bilinen zihnî ve icraî kalıpları. O yüzden iktidara “yeşil Kemalist” yakıştırmasını daha sık duyar olduk.
İkincisi ise, Türkçülük ve (daha yoğun kullanılmış) İslâmcılık ile harmanlanmış tipik bir sağcılık. O yüzden MHP – AK Parti koalisyonu kusursuz işliyor ve ekonominin göz bebeği inşaat sektörü oluyor.