Ana SayfaYazarlarDinî cemaatler tehdit mi, nimet mi?

Dinî cemaatler tehdit mi, nimet mi?

 

Dinî bir cemaat gibi görünen Gülen Cemaati’nin 15 Temmuz’da gözü kara ve eli kanlı bir terör örgütüne dönüşmesi, cemaatlerin devlet ile ilişkisi konusunu tartışma gündemimize taşıdı. Her meselede olduğu gibi burada da ifrat ve tefrite giden duygusal tepkiler üzerinden çözümler öne sürülüyor. Oysa bu konular tartışılırken duygu yerine aklın, önyargı yerine bilginin, anlık-konjonktürel bakış yerine tarihsel perspektifin hâkim olması gerekir.

 

Hem Kemalistlerin hem de AK Partililerin çoğu cemaat – devlet ilişkilerinin nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda önyargılarını ve korkularını yansıtan bir perspektife hapsoluyorlar gibi geliyor bana.

Kemalistler bilindik laikçi ezberleri ve korkularıyla Gülen Cemaati felaketini fırsata çevirerek din ve dindar alerjilerini yansıtan değerlendirmeler yapıyorlar. Bütün cemaatleri genel olarak kötüleyen, onları hırsız, ahlâksız ve yobaz sayan anlayışlarını FETÖ örneği vesilesiyle yeniden piyasaya sürmeye başladılar. Cemaatlerin yasaklanması, ticaret, basın-yayın ve eğitim gibi faaliyetlerinin durdurulması veya cemaat mensuplarına devlet kapısının kapatılması gibi önerileri hararetle savunuyorlar. Gülenciler yerine devletin şimdi başka cemaatlerin eline teslim edileceği korkusunu yayıyorlar. 

 

Kemalistler dinî cemaatleri büyük bir tehdit olarak gören ve temelde yasaklamak, baskılamak, sivil ve kamusal alanda bu cemaatlerin hayat alanlarını daraltmak üzerine kurulu bir perspektif sunuyorlar.

 

Oysa Kemalistlerin unuttukları, ya da aslında hiç kabul etmeye yanaşmadıkları gerçek ortada duruyor. Gülen Cemaati’nin bu ölçüde güçlenmesi ve devletin her kademesine sızmasında, laiklik adı altında dindarlara ve dini cemaatlere karşı yürütülen baskıların ve getirilen yasakların doğrudan katkısı var. Bu örgüt söz konusu baskı ve yasakları işaret ederek hem kendi üyeleri hem demokrat ve muhafazakâr kamuoyu karşısında gizli-saklı, kamuflajlı ve hattâ kriptolu bir halde bulunmasını meşrulaştırabildi. 

 

Normal koşullarda sinsilik, riyakârlık, dolandırıcılık ve hile içerdiği için gayri ahlâkî kabul edilebilecek eylemleri olsun, dinî bir cemaatte normalde absürt kaçacak din-dışı, hattâ din karşıtı uygulamaları olsun, üyelerine kabul ettirirken söz konusu baskı ve zulmü de gerekçe göstermiş olduğu muhakkak. Bu gayri ahlâkî, gayri dinî ve hattâ gayri hukukî faaliyetler, zalim bir rejimde ayakta kalmanın ve kendini korumanın kötü ama zorunlu yolları olarak savunulmuş olmalı.

 

İnsanın meşru tercihlerine ve hayatın doğal akışına karşı yapılan her türlü olumsuz müdahale durumunda olduğu gibi, dinî cemaatler üzerine konacak herhangi bir baskı, yasak veya kısıtlama da ters tepmeye ve öngörülemeyen sonuçlar, bilhassa yasağı getirenlerin arzularının hilâfına sonuçlar doğurmaya mahkûmdur. 

 

Kemalistler, AK Parti’nin iktidar yürüyüşünde, Gülen Cemaati’nin devlete sızmasında veya toplumun daha dindar görünür hale gelmesinde, dindarlara yönelik baskıcı, yasakçı, dışlayıcı uygulamaların ve nefret söylemlerinin etkisinin de bulunduğunu görmeli. Kemalistler hayatın ve tarihin kendilerine tekrar tekrar öğrettiği dersleri artık almaya başlamak zorunda.

 

Diğer tarafta, AK Partililer cephesinde de başka bir hatâlı perspektif var.  Onlar ise cemaatleri tümden reddetmek yerine, güvenilir gördükleri cemaatleri devlete bağımlı hale getirmek ve âdeta bu cemaatlerle devlet arasında organik bir bağ kurmak doğrultusunda bir eğilim gösteriyorlar. Bu eğilim sadece dinî cemaatler için değil; İHH veya Ensar Vakfı örneklerinde gördüğümüz gibi, diğer STK’lar için de geçerli.

 

AK Partililer, destekçilerini genişletmek dışında, dinî cemaatlerin (ve diğer STK’ların) örgütlü ve hiyerarşik işleyişinin yarattığı güçten çeşitli şekillerde faydalanmayı umuyor gibi görünüyor. Bu güçten faydalanabilmek için bu cemaat ve STK’ları AK Parti’ye bağlı ve sadık kılmak, bunun için de öncelikle devlete bağımlı hale getirilmelerini sağlamak biçiminde işleyen bir anlayış söz konusu sanırım. Oysa bu bağlılık-bağımlılık ilişkisi, Gülen Cemaati örneğinde görüldüğü gibi her zaman tersine dönmeye müsaittir.

 

Bu bağımlılık belirli bir veya birkaç cemaatin üyelerine makam-mevki ayırmak, faaliyetlerinde diğerlerine gösterilmeyen müsamahayı ve kolaylığı göstermek, devlet eliyle çeşitli ayrıcalıklar sağlamak, kamu güç ve imkânlarını diğerleri aleyhine olacak şekilde bu cemaatlere (veya STK’lara) tahsis etmek gibi yollarla kurulmaya çalışılıyor gibi görünüyor. 

 

15 Temmuz’da ne kadar yıkıcı olabileceği görülen Gülen Cemaati deneyimine rağmen, bu anlayışın sorgulandığına veya yeni bir perspektif ihtiyacı duyulduğuna dair en azından dışarıya yansıyan pek bir emare göremiyoruz. Bunun istisnası olarak, Diyanet İşleri Başkanı’nın dinî cemaatlerin devlet tarafından kayıt ve denetim altına alınabileceği yönündeki önerisi üzerine başlayan sınırlı bir tartışma var. Ancak bu tartışmada göze batan öneriler, devletin Diyanet eliyle cemaatleri kendi kontrolü altına alması, bu arada dinî anlayış ve yorum farklarının Diyanet’in İslâm yorumu ile baskılanmasını arzu eden bir içeriğe sahip. Velhasıl, burada da sorun var.

 

Bağlılığı ve sadakati bağımlılıkla sağlamaya çalışan anlayış da, tüm cemaatleri devletin kontrolünde toplayıp din alanında bir devlet tekeli yaratmaya çalışan anlayış da, ne ahlâken doğrudur, ne de arzu edilir sonuçları üretmek bakımından işe yarayabilir.

 

AK Partililer de tarihten ve tecrübeden ders almayı bilmeliler. Kemalist vesayet mekanizmalarının şerrinden kaçarken kendilerini ve devleti neredeyse tamamen FETÖ’ye teslim etmek gibi bir hatâ işlediler. FETÖ’nün devlete sızması eski olabilir, ama hem devlette hem sivil alanda bu kadar yayılıp güçlenmelerinde iktidarın verdiği desteğin rolü büyük. Bu işte bir çaresizlik olduğu kadar aymazlık da bulunduğunu kabul etmek gerekir. 

 

Cumhurbaşkanının biraz pişmanlık, biraz sitemle söylediği meşhur “ne istediler de vermedik” sözü bu desteğin çapını göstermesi bakımından dikkate değer. İktidardan zamanında aldıkları bu destekle elde ettikleri gücü, özelde AK Partililerin genelde tüm ülkenin canına ve varlığına kast ederek geri dönüştürdüklerini hiç unutmamak lâzım. Şimdi tekrar, belirli cemaat ve/ya STK’ları devletin özel korumasına almaya veya güvenilir kadrolar olarak devletin içine özel olarak yerleştirmeye girişmek hatâsına düşülmemesi gerekir.

 

AK Partililerin alması gereken ikinci ders, devletleşen, devlete bulaşan, devlet tarafından kontrol edilen sivil toplumun pek de matah bir şey olmadığı, hattâ ölümcül olabileceği gerçeğidir.

 

15 Temmuz’da darbenin durdurulmasında resmi kurumlar ve devlet memurları değil, sivil-özel kurumlar ile sivil-sıradan insanlar öncü rol aldı. TRT ve memurları darbeye direnemedi, örneğin o bildiri metninin okunmasına “göz yumdu”; özel kanallar ve çalışanları ise bir şekilde direnmenin yolunu buldu. Bana sorarsanız, AK Parti ve teşkilâtı hâlâ büyük ölçüde sivil kalabildiği, henüz tam anlamıyla “devletleşemediği” için bu darbeye direnebildi. Devlete hükmetmek ile devletleşmek arasındaki fark her zaman önemli.

 

Bu konuda ikinci tecrübe, bizzat AK Parti siyasi hareketinin, Türkiye’de köklü bir değişim ve dönüşümü sağlayabilecek ve kendisini iktidara taşıyacak bir zindelik ve potansiyele, büyük ölçüde, devletin dışında kalabilmiş olması sayesinde sahip olabildiği gerçeğinde yatıyor. FETÖ gibi devlete bir şekilde dahil olmaya çalışmadığı için, sivil alanda kendi özerkliğini, topluma dayanan sahici gücünü ve zindeliğini yaratabildi. Bu sayede köhnemiş bir devletin hastalıklarına tutulmaktan ve virüsleriyle enfekte olmaktan korunabildi.

 

Her iki kesimin de diğerini suçlamadan önce biraz kendisine bakması, özeleştiride bulunması ve kendi deneyimlerinden gerçek dersler çıkarmaya çalışması, bu meseleleri tartışırken daha doğru ve sağlıklı bir zemine ulaşmak için şart görünüyor.

 

Bu bağlamda, dinî cemaatler ne “sırf” tehdittir, ne de “sırf” nimet.

- Advertisment -