Hayır!

 

Zalimlerin ve onların kurbanı olan mazlumların olduğu bir dünya bizi tanıklığa çağırır. Hiç kan dökülmemiş, çocuklar hiç yetim kalmamış, ıstırap yürekleri kavurmamışçasına dünyanın eskisi gibi döndüğü düşüncesine bir itiraz bekler bizden. Kalpten çıkacak ve yine kalbe dokunacak bir nida. Istırabı, zulmü, kıyıcılığı inkâr etme eğilimlerine karşı durmaya, merhamet ve müdahaleye çağırır bizi dünya. Yaşadığımız toplumsal örselenmelerden sonra kurbanlık halet-i ruhiyesinden çıkabilmek ve iyileşebilmek için gizli iç kaynaklarımızı seferber edebilmemiz ve ego gücümüzü yeniden canlandırmamız gerekir. Yılgınlık ve yası umutla yeniden dengeleyerek, çaresizliğin insanı felç eden duygusunu, hayata yeniden katılıp eylemde bulunarak yeneriz.
 

İçimizdeki hıncı bırakarak, unutmadan ama öfkeyi bir yurt edinmeden geleceğin kapılarını aralarız. Umudu diri tutan, ıstırabın derinliğini kavrayabilmektir. Mevcut gerçekliğin sunduğu merceğin dışından bakarak sorulmamış soruları sorabilir ve  naiflikle suçlanmayı göze almak pahasına, "mümkün olanın sanatı"nı deneyebiliriz. Çatışma süreçlerinden karamsarlıkla çıkamayız. Belki ne ahmaklığınız kalacaktır ne de hayalperestliğiniz, ancak iyimserliği elden düşürmeden yola devam etmelisiniz. Ancak iyimserlikle daha derinlerde yatan imkânlara ulaşabilir ve inşa edici bir değişim sürecini canlı ve diri tutabilirsiniz.

 

Ama her şey bağışlanabilir mi? Herkes bağışlanabilir mi? Yaptığı kötülükten ötürü hiç nedamet getirmemiş birini nasıl bağışlayabiliriz? Eşini ve ufacık yavrusunu kalleş bir terör saldırısında kaybeden kadına kim affetme üzerine bir vaaz verebilir? Onarılamaz ve telafi edilemez bir acı için, hangi özür, hangi af dileyiş yeterince güçlü olabilir? 

 

Bu yazıda bir  “öfke ahlâkı”ndan söz edeyim istiyorum. İnşa edici bir değişimin ve adaletin kurucusu olarak öfke. Bir hatırlama biçimi ve dönüştürme gücü olarak öfke. Masumların bir hayatta kalma biçimi olarak öfke. Çünkü geçmiş geçmez, hınç ve öfke gibi kuvvetli duygularımıza yerleşir, soluk alıp vermeye devam eder. Zalimliğin çok sonrasında bile yaşamaya devam eder geçmiş, belleği tarumar eder. Travmatik anılar geçmiş ve bugün arasındaki sınırları muğlaklaştırır. Kapısını kapatıp çıkmazsınız geçmişin, belleğe nakşedilmiş olan daima kımıldar ve bugüne katılır. 

Geçmişi sadece geçmişte bırakmak kâğıt üzerinde kolay olsa bile, yaşanan hayatta bu mümkün değil. Her şeyi, ne pahasına olursa olsun onarma iştahı, neyi onarmanın mümkün veya arzu edilebilir olduğuna dair muhakemeyi zayıflatır. İyileşme dili bazen teselli edilemez, dile dökülemez, hazmedilmez acıya karşı bir nezaketsizlik tonuna bürünebilir. Kurbanın hınç ve öfkesi; tımar vurulması, hizaya sokulması istenen bir kör kuvvet gibi algılanır. Oysa konuşulamayan yerde susmayı becerebilmek ve onarılamaz olana yer açmak, şifa bulmayacak öfkeye de söz hakkı tanımak gerekir. 

Ağır bir acıya uğramamış bir insanın hayatı usulca ilerler ve yarının daha vaatkâr olduğu, bize türlü armağanlar sunacağı düşünülür. Doğal zaman duygusu içinde yaralar iyileşir, insanlar işine gücüne bakar, hayat devam eder. Yaygın sezgi, zamanın geçişiyle birlikte öfkenin de zayıflayacağı, “onarıcı adalet” uygulamalarıyla birlikte hıncın söneceği şeklindedir. Ancak insanlığa karşı işlenen suçlarda bu kural işlemez. İnsanlığa karşı işlenmiş suçlarda zamanın dehşeti kurbanların ruhuna ilk günkü gibi nüfuz eder. Dağları eriten zaman, kederin bu türlüsünü eritemez. Olup bitmiş ve geçip gidilecek bir örselenme hali değildir bu, farklı bir zaman tasavvuruna gereksinir, geçmiş bugünde yer alır, geçmiş bugünde gerçekleşir. Darmadağın edilmiş benlik, her şeyi aşırı hatırlayarak parçalarını birleştirmeye çalışır. Hınç içindeki insan geçmişe dönmek, geçmişte yaşamak ve yapılmış olanı feshetmek arzusuyla yanıp tutuşur. Hınç sadece geçmişte yaşamak değil ama aynı zamanda onu açık ve bitmemiş bırakmak da demek. Kurban, olmuş olanın olduğunu kabullenemediği için, geçmiş açık ve bitmemiş bir haldedir. 

Geçmiş, geçmek bilmez. Açık yara kabuk bağlamaz, sızlamaya devam eder, cerahatlenir. Arendt’in yazdığı gibi, “gerçek kötülük bizi dehşetiyle dilsiz bırakır, söyleyebileceğimiz tek şey, bu asla olmamalıydı olur.”  Bu aynı zamanda yaşanmış olan deneyimin aktarılamaz oluşundan kaynaklanır. Böylesi büyük bir acıyı yaşamamış birisine, o acının çemberinden geçen birisi kendisini ne kadar anlatabilir? Dil lal olur, sessizlik içe doğru bükülür. Walter Benjamin’e göre, ilk cihan harbinde savaş alanlarından dönenler deneyimlerini aktaramamış, dilsizleşmişlerdir. Deneyimin aktarılamıyor oluşu, savaş alanlarından dönenlerin yaşadıkları travmadan dolayı değil, savaş deneyiminin daha önceki deneyimler ile kıyas kabul etmemesinden ve ortak noktalarının bulunmayışından kaynaklanmaktadır.

 

"Hiç kimse, hatta bir aziz bile, kendisinde bir öfke ve taşkınlık kapasitesi, hatta nefret yeteneği yoksa, bir adalet duygusuna sahip olamaz" diye yazar Robert Solomon. Kötülüğe duyduğumuz öfke ve nefret olmaksızın adaleti talep edemeyiz. Kuşkusuz duygudaşlık ve merhamet adalet için kaçınılmazdır ama bizi adaleti aramaya sevk eden şey, kızdığımız ve değiştirmek için eylemde bulunduğumuz dünyadır. İhtimam ve şefkatle başlayan bir adalet arayışının gölgesinde, öfke ve hiddet gibi "olumsuz" duygular var olabilir. "İnsanın, dünyayı değiştirmek, acılara son vermek için bir şey yapmak istemeden şefkat duyması da pek mümkün değildir; her şefkat eylemi aynı zamanda devrimci bir eylemdir ve dünyanın mevcut haline yönelik bir kızgınlık, işlerin mevcut gidişatı karşısında söylenen Sartre tarzı kocaman bir "Hayır!" gerektirir". Adalet talebi bu yönüyle dünyanın mevcut haline bir meydan okuma, kötülüğü icra edenlere karşı bir kızgınlık ve hatta nefret halidir. Öfke, savunmasız yoksulların silahıdır. 

İnsan duygusu, adaleti sağlayan son sığınaktır. Kaybedebileceğimiz için sever, bağlanabildiğimiz için yas tutarız. Öfkelendiğimiz için dünyayı değiştirmek isteriz. Öfke bizi kuvvetlendirir, bize bir ses ve güç verir. Dünyayı, zulme ve kıyıcılığa kocaman bir ‘Hayır!’ diyerek daha güzel bir yer kılarız. Ufak bir mırıltı halinde başlayan bu isyan, kimileyin büyük devrimlerin fitilini ateşler. Öfke, "ben adaletim" derse kör bir güce dönüşür, yakar yıkar, yağmalar. Adalet talep eden öfke ise inşa eder, dönüştürür. Adalet isteyen öfke, masumların ve  mazlumların bayrağıdır. O halde, onarılamaz acılara ve affedilemez cürümlere tanık olduğumuzda, yumruklarımızı öfkeyle sıkalım. Hayır! Sizin bomba yüklü arabalarınıza! Hayır! İnsan öldürmek için duyduğunuz o iğrenç iştaha! Hayır! Şeytanla yarışan yıkıp yok etme kibrinize!

Vurdumduymazlık en büyük kötülüktür. Dünya değişmeyi hak ediyor  ve biz kötülüğe seyirci kalamayız.

    

- Advertisment -