Ana SayfaYazarlarSevgili Hacıanne,

Sevgili Hacıanne,

 

Şimdi ‘nasılsın, iyi misin?’ desem, her zamanki gibi zerafetle tebessüm edeceksiniz, biliyorum. Ben soramasam da, siz tebessüm etmiş olun e mi…

 

Yarım yüzyıl geçtiğine inanasım gelmiyor, sizinle ülfetimizin üstünden. Mübarek Ramazan ayının ilk Pazar mektubunu size yazıyorum…

 

Bakanlık onaylı ilk Kur’an Kursunu açmıştınız, İzmir Karşıyaka’da, 1756.sokaktaki iki katlı Rum yapısı evinizin alt katında. Biz de üst katınızda, kiracıydık. Kapınızda bayrak asılıydı, bizim metal pancurlarımızda ya Beatles resmi asılı olurdu, ya yeni gelişen pop müziği sanatçı posterleri, alt kattan Kur’an-ı Kerim okumaları, ilahiler yükselince, kafesteki kanaryalarımız eşlik etmeden duramazdı. Akşamları pencere içine oturup mandolin çalardım, geciktiğiniz bir akşam, kapıyı örtüp çıkarken alkışladığınız hatırımdadır… Marifetli çaldığımdan değil, kalbinizin güzelliğinden…

 

Ne şıngırdaklı mahalleydi, önümüzden geçen tren bile eşlikçiydi, mahallemizin güzel seslerine. Çocuklar verimli toprak, bire bin veren… Yargılamadan, sorgulamadan, ötelemeden, şefkatle ve akılla serpilen her tohum mutlak yeşeriyor, iş , bunu bilerek, çocuğa da saygı duyarak, şefkatle yapabilmede…

 

Dünürünüz hanımefendiyle yürütürdünüz eğitimi, yalnızca Kur’an-ı Kerim değil, güzel ahlak, din kültürü, vatandaşlık bilgisi ve adab-ı muaşeret…İki güzel, incecik, çarşaflı hanım, elele tutuşur, yakındaki asıl evinizden, tantanların oradan yürüyerek gelirdiniz. Tren rayları üstünden geçişiniz hala gözümün önündedir, dikkatle, düşmeme gayretiyle, ama, hızlıca…

 

İçerde mintan yaka yahut hafif V kesim, Sümerbank basması yahut pazen entarili olurdunuz, omuzları da örten krep örtülü, onun altı tülbent başörtülü…Yere hafif basıp küçük adımlarla yürüdüğünüz, kötü söz etmediğiniz, yüksek sesle konuşup gülmediğiniz hatırımda kalmış.

 

Hanımlara ve kızlara öğütlerdiniz, bir çizgi üstünde ve ayaklar birbirine yakın atılarak yürünmesi, sofradan yarı aç kalkılması gerektiğini, her işe Besmeleyle koyulmanın iyiliğini, nefesin mis kokmasını. İnce uzun elleriniz vardı, kendinize, temizliğe, estetiğe önem verirdiniz, kolonya/sabun kokuluydunuz .Ben bahçeden yasemin toplar, getirirdim, ya çam iğnesine geçirtir, odalara koydururdunuz, ya, ders gösterdiğiniz masaya, tabağın içine su koyup, üstüne dizdirirdiniz, yasemin çiçeklerini.

 

Buzdolabı tek tüktü, mahallede bir kişide, yahut birkaç mahallede tek firijder…Bizimkisi Prestcold markaydı, niyeyse kilidi de vardı. Komşuların kıymasını üstüne adını yazarak koyardık, buzluğa, bir de kasayla alınan gazoz şişelerini… Bir gün müfettiş geldi eve, İngiliz satış görevlisi, ah ne mahçubolduyduk, kalaylı tenceredeki sütten, gazoz şişeleriyle yumurtadan bi de komşu kadın adları yazılı kıyma paketçiklerinden gayrısı yok diye, buzdolabımızda…O gün de kısmet işte, bir kurban bayramı sonrasıydı ve tepside sırıtan bir kuzu kellesi vardı, sir kapağı açınca irkilmişti…

 

Buzdolabında soğutup, destiye aktardığımız soğuk suyu size indirirdik , her öğlen bir saat musluktan akan Yamanlar tatlı suyunu Kur’an çalışan öğrencilere ve çifte öğretmenimize …

 

Kızınızı Amerikan mektebinde okutmuştunuz. Buna şaşardık.

 

Damadınız bir matematik dehasıydı, ama, muşamba tüccarıydı Kemeraltı’nda. Matematikte çuvallayınca doğru yanına, kolayca çözer, öğretirdi. Diyesilerdi ki, Amerika burs vermiş, ama, dünürünüz, yani annesi tek evladını yollamamış oralara.

 

Şükran abla, Mustafa amca, üç oğulları iki de dünür, aynı apartman dairesinde yaşardınız, üç ayrı zamanın üç ayrı kültürün kişileri, barış içinde, keyifle…

 

Kitaba, müziğe, yabancı dile, Kur’an-ı Kerim’e, elimiz, gönlümüz aynı anda düştü, yalnız sonuncu ilimde kaytardık.O da niye?İzin verin anlatayım, biliyorsunuz zaten, birazcık da sizden…

 

Gelmişiz beşinci cüz’e, varmışız işin tadına, ucundan kıyısından, siz çocukları özendirmek için her güzelliği yapmaktayken, misal, orucu bile çocukça tutarken, yani dayanamayıp bozunca, ‘olsun, çocukların orucu, bozulanlar birbirine düğümlenerek, tamama erdirilir’ derken ve biz bundan yüz bulup, inanır, yarı tutup, yarıdan çok bozarak, çocuk orucunu eda ederken…

 

Annem bir kırmızı şort diktirdi…

 

Siz çırpı bacaklı kara kuru öğrenciye, daha on yaşına yeni değmiş üstelik,’ bak evladım, bu şort olmaz, hadi bahçeden inip geldiğin neyse, o zaman olur, ama sokağa çıkarsan, olmaz, uzun etek giysen daha iyi,’ deyince…

 

O zaman nerde konfeksiyon, tanesi bi liraya şort?…Kırmızı keten kumaş alınmış, terzide sıra beklenmiş,iki prova yapılmış, bir şortçuk giyilmiş, keşke demeseymişiniz, ‘ ya şort ya kurs, evladım’ diye…

 

Belki benden umut kestiniz, ışık görmediniz… Öyleyse niye güzel okuyorum diye elinizdeki harfleri gösterdiğiniz metal ince çubuğu masaya vura vura, Yunus Emre ilahisi okurdunuz bana, ödül olarak? O yumuşak kişiliğiniz, yanı sıra çelik gibi iradeniz, güzel yeşil gözleriniz, ince uzun, beyaz, bakımlı elleriniz ve şefkatinizle ben size nasıl hayır diyebilirdim, aramıza şort düşmese?

 

Annemiz çalışıyordu, ben küçük kardeşime gözkulak oluyordum, hele yaz tatillerinde, bakan kadın kaytarıp, benim üstüme yıkıyordu onu. Birlikte geliyorduk, o mızıldanınca yukarı çıkıyorduk, kendi evimize. Herkesin tıpışladığı çocuklardık, erkek kardeşimin can kurtarıcısı şort, bana sakınca, giderek baş kakıncı oldu, nasıl da güzel bir kırmızı şorttu, eriyene ve içine sığana kadar giydim.

 

‘Ya şort ya kurs/biz’, ihtarına çocuğun yanıtı belli oluyor…

 

O dönem Fransızca, Almanca, İngilizce yabancı dil dersleri kura ile belirlenirdi. Çekiliş torbasından İngilizce çıksın diye, hem annem hem siz, üç yüz değil de, niye 270 kere besmele çekmiştiniz, bilmem?

 

Çıkmıştı ama, niyesini bilmem?

 

Bir yandan İngilizce, bir yandan kitaplar, Kur’an kursu ve Yunus Emre ilahileri, hayatın içinde savruluş, sizin evden İzmir’e kendi evimize taşınmak, bizim evin kiracısının evi umumhaneye çevirdiği, mahkeme ve onarım sonrası evin günahlarından arınması için dualarla şartlanmasını yıllar sonra hikaye ettim, Kiracı ‘da, okusanız beğenirdiniz, biliyorum.

 

Mezar sorgusu dersinden tırsardım ama, sorgucu melaikeler gelmiş, başında dikilmiş, sen toprağın altındasın, ellerinde gürz var, yanlış yanıtta yerin kırk kat dibine kaktıracaklar seni, dünyanın sorusu, tamam ezber ettirdiniz, ama, dışarıda oyun, günlerden tatil, buzdolabımız bile var, şort da dikiliyor, terzide, sen kalk sorguya çalış…’Ben bu derse girmesem hacıanne?’, dediğime uzun gülümseyişinizi hatırlıyorum…

 

İzmir’in Fetö denen şarlatana başkent yapılmaya başlandığı yıllar, ufukta… Kestanepazarına getirilmemiş henüz, onun Kur’an kursları başlamamış, ama, gücü yetmeyen ailelerin, ille de köy kökenlilerin çocuklarına yazları deniz ve dağ kampları açılmaya başlanmış, saklı gizli, hatta aleni…Siz, ‘yok!’ dediydiniz, bilinmedik bir marifetti, gidilmesindi…

 

Ben kırmızı şortun peşinden gittim, ama, size hizmette kusur etmedim. Hatta ilk ber’at dağıtım töreninde, Camii’de ben de ortalıkta koşturuyordum, kurs arkadaşım hanımlar, uzun etekli beyaz giysiler giyinmişlerdi.’ Şortla gelme ha!’, diye tatlı tatlı ihtar ettiğinize birlikte gülmüştük…Bana da kursu bitirenlerin armağanından verdiniz, içine el yazınızla ‘sevgili kızım Ayşe, bu Kur’an-ı Kerim ömrünün nuru olur, azimle devam edersen…’ yazmıştınız, hiç unutmadım, hatta bir ömür sonra , ad-soyadınızla birlikte eksiksiz söyleyince, torununuz Can abi(romancı C.Eryümlü) şaştı. Azim yokmuş, ne çare? Kutsal kitap nakışlı muhafazasında başucumuzda asılı durdu, ömür boyu, eskiden öyleydi, başta kutsal olanı sonra öteki kitaplar baş tacı edilirdi, yerde yazılı kağıt bile bırakılmaz, yerden alıp yüksekçe yere konurdu.Kitabın ve inanmanın ayağa düşürülmesi, her türlü siyasi dümene alet edilmesi sonraki yılların işi…

 

Niye Şükran abla koleje gitti peki, ilahiyata değil?

 

Bir dil bir insandı, o dönem o okul daha doğruydu.

 

Yıllar yıllar sonra işyerimde dindar bildiğimiz bir adam, yeni doğan bebeğinin adını sorup, hayırladığımda, ‘bebeğin adının anlamı Cennet Kapısı demek, ama, senin gireceğin kapı değil o, Ayşe hanım!’ dediğinde nasıl kırıldım…Benim gireceğime inancım, öyle bir beklentim zaten yok, ama, bu aleni böyle söylenirse, ayıp, o kişinin ayıbı…Bir an seni hatırladım, o olsa ne derdi diye ve inan olsun sen söyledin benim dilimle, “o kapıdan kimin gireceği kimin giremeyeceği hiç belli olmaz, o takdir hiçbirimizde değil. Bakarsın sen kapıyı tık’lattığında ben açarım, bekçi diye ve içerden derler ki, ‘söyle ona, başka kapıya!’…”

 

Dindar olmak ne demekti Hacıanne, dolaşık olanını kastetmiyorduk, hızlıcasını merak ediyorduk ve olabildiğince kolayını…

 

‘Dosdoğru insan olmak’ demekti, Peygamber efendimiz de öyle demişti.

 

Ne zormuş…

 

İnsan olabilmek ve öyle kalabilmek zaten zor, dosdoğru insan olmak, bin kere zor…

 

Olanlara helal olsun, siz gibi güzel inanan ve güzel öğretenlere rahmet olsun…

- Advertisment -