Ana SayfaYazarlarGitmek ama nereye?

Gitmek ama nereye?

 

Gitme arzusu insanın içinde bir yerde bedeninin ve ruhunun bir parçası olarak usluca durur. Yaşamın birçok evresinde depreşen evden, mahalleden, şehirden, ülkeden gitme arzusu için illa ki savaşlar büyük karmaşalar olması gerekmez. Aslında çoğu insan bu arzuyu kuvveden fiile geçirmeyi istemez ama bir ihtimal olarak gitme imkanının uhdesinde olması nefes almasını kolaylaştırır sanki. Bu insanın içindeki sonsuzluk duygusunun doğal bir parçası ve kaçma, çekip gitme, gidip de dönmeme gibi kırgınlığa işaret eden duygulardan farklı, güçlü bir serbesti hissi. Herkes “Küçük Kara Balık” masalındaki gibi hemencecik yola çıkamaz ama gitme fikri aslında gidebilmeyi ima ederek kendini özgür hissetmenin yolunu açıyor. Amerika’da bazı arabalarda bizim kamyon yazılarına benzer biçimde “be free or die” sloganını görmüştüm. İnsanlar özgürlüğüne çok meraklı ve bunu kısıtlayacağına inanılan birçok toplumsal ilişki gibi evlilik de pranga gibi görülebiliyor.  

Revolutionary Road filminin (2008) kahramanları Frank ve April Wheeler çifti (Leonardo di Caprio ve Kate Winslet) 1950 Amerika’sında farklı bir tecrübe yaşarlar; sıradan insanların bezdirici günlük hayatındaki gibi çürümekten kaçınacak ve birbirlerinin hayallerini kapatmayacaklar. Fakat hayat buna izin verecek mi bakalım. Monotonluğa ve sıradanlığa düşme korkusu genç çifti mütemadiyen zehirlediğinden, kafa karışıklığı hayatlarındaki sakin duru güzelliklerin içindeki fevkaladelikleri algılamalarını da perdeler. Evli mutlu ve iki çocuklu ailede yenilik arzusu bitmek tükenmek bilmeyen hayaller ön plandadır daima. 

Frank yaşadıkları küçük şehirde daha önce babasının hayat boyu çalışıp emekli olduğu şirkette, 15. kattaki büroda sıkıcı şirket afişlerini ve görsellerini hazırlayan bir tasarımcıdır ve bütün yeteneklerini kaybettiğini hisseder burada. Hepsi şapkalı takım elbiseli işe gelen yüzlerce tek tip adamdan biri. 1927’de çekilen Metropolis filminde bir örnek giyinip yerin altında çalışan işçiler sanki bu kez kravat takıp üst kata çıkmışlar. Aslında modern hayatın insanı esir alan iş yaşamı Charles Chaplin’in yönetmen ve oyuncu olarak yer aldığı Modern Zamanlar (1936 )filminden başlayarak sert eleştirilere konu oluyor.  

Kahramanlarımız kendilerini ötekilerden farklı ve makus talihlerini kırabilecek devrimci bir ruha sahip olarak görmeye başladıktan sonra bütün huzurlarını yitirirler. Bilinmeyen yer daha iyi bir yere, bilmedikleri hayat daha iyi bir hayata dönüşmüştür.  

April radikal kararlar almadan önce bir ara yol olarak evi değiştirmeye karar verir. Toplumsal kısıtlama ve sınırların tuzağına düşmeyecekleri bir mahallede yaşamak iyi gelecektir ikisine de. Emlakçileri dolaşınca sonunda Revolutionary Road’da tam hayal ettikleri gibi geniş bahçeli mükemmel bir ev bulur. Evin hayatı yüksek ideallere göre yaşamak için bir başlangıç olacağını düşünür. Şehrin dışındaki eve trenle ulaştıklarında görece bir mutluluk duyarlar ama bu Frank’in içindeki gitme ateşini söndürmez. Paris’te yaşama arzusu, orada çok daha iyi nefes alacağına olan inanç daha da kuvvetlenmiş ve karşı konulmaz bir hal almıştır. April ise çocukların büyümesiyle iyice körelmeden tekrar iş bulmuş ve taşındıkları evle çok mutlu olmuştur. İsteklerini bastırmış bir ev hanımı kafasından yeni çıkmıştır daha. 

April’in annelikten ceza gibi bahsetmesi Frank’in canını sıkmaktadır ama yoğun çalışma temposu ev işlerinde ona yardım etmesine imkan vermez. Gerçi April, yemeği hazırlama, çocukları okula yollama, evi temizleme, çöpü dökme gibi sorumluluklarının yanında kendine zaman ayırmayı, mesela şehrin tiyatrosunda rol almayı da başarır. 

Dünyada ABD’de yaşamak için can atan milyonlarca insan varken Frank buradaki hayatın umutsuz boşluğundan Paris’e kaçmak istiyor. Paris’te hayat olduğuna, insanın ancak böyle bir şehirde yaşadığını hissedebileceğine, aldığı nefesin orada bir kıymeti olacağına inanmakta. Fakat bağrına taş basarak kalacak gibidir, karısının işini kaybetmeyi, çocukları belirsiz bir yaşama belki sefalete sürüklemeyi göze alma ithamlarına karşı “işimi sevmiyorum ama sorumluluklarımdan kaçmayacak kadar da yürekliyim, ailesini gözetmeyen biri olamam” diye karşılık verir. 

Kadınların her zamanki ezeli ikilemi. Hem maceraya atılacak adam istenmez, aile için uygun olmamakla, sorumluluğu taşıyamamakla suçlanır zavallılar, öte yandan da hayallerinin peşinden koşacak kadar gözüpek değil diye küçümsenirler.  

Bir çift boşanan sayısız kimsenin aksine birbirinden kopmadan hayallerini gerçekleştirebilir inancı var April’de. Frank’ın hayallerinin önünde bir engele mi dönüştüm düşüncesi en büyük kabusu bu yüzden. Frank ise onun kendi isteklerini beklentilerini anlatmamasından rahatsızdır. “Benimle konuşmayarak kendi arzularını anlatmayarak aptal duyarsız kenar mahalle kocası rolü veriyorsun bana, ama ben bu rolü oynamak istemiyorum” der.  

Sonunda April onun gitme isteğini, ‘Paris’teki insanlar canlı, yaşıyor, nefes alıyor, hissediyorlar’ duygusunu devralır. Bir miktar birikmiş parasını Paris’teki ilk ayları için seferber etmeye hatta kocası iş bulana kadar bakıcılık dahil herhangi bir iş bulup çalışmaya hazırdır. Frank bunu kabul eder hatta komşulara da söylerler yakında gideceklerini. En yakın komşuları olan yaşlı çiftin matematik profesörü oğlu ruhsal sorunları olan hatta deli gözüyle bakılan biridir ama ince zekasıyla gitmenin faziletlerini anlatır onlara. Kalmak pişman olmaktır, gitmek fikri ruhu sardıysa gitmekte ferahlık vardır. Gitmenin matematiği çok açıktır aslında.

Fakat beklenmedik bir gelişmeyle Frank iş yerinde terfi alıp oldukça yüksek bir maaşa geçince bu onu çok mutlu eder, çünkü babası ölene kadar aynı pozisyonda çalışıp aferin bile denmeden emekli olmuş, sönük bir hayat mahkumudur. İşteki babasını aşan başarısıyla Paris hayali sönümlenir. Şehrinde kalıp yeni pozisyonunun tadını çıkarmaya karar verir. Yaşamındaki bu küçük iyileşme onu hayata döndürmüştür neredeyse. Her bir güzellik ve yenilik gitmeye dahil demek ki. 

Paris için bir kez havalanmış olan April ise kocasının buna tek başına karar veremeyeceğini artık gitmek istemediğini söylemesine rağmen, onu ikna edeceğini düşünürken üçüncü hamileliğini öğrenerek yıkılır. Gitmenin önünde büyük bir engel olacağını düşündüğü bebeği düşürmek için ilkel yöntemlere başvururken hayatını kaybeder. 

Kendini çocuklarına adayan Frank’ın mahallesinde genç kadının hayali silinip süpürülmüştür bile. Gidenin izi bile kalmadan neşeli hayat sürüp gider lüks evlerin sıralandığı caddede. Hayaller parlamış ve hayatın gerçeklerine çarpıp tuz buz olmuştur bir kez daha. 

- Advertisment -