Kirazın Tadı (1997) Abbas Kiyarüstemi’nin sineması hakkında değil sadece, sinemanın mahiyeti ve imkanları üzerine büyük ipuçları veren bir başyapıt. Cannes’da Altın Palmiye’yi alması boşuna değil. Bizi sürükleyip götüren genç adamın adı Bedii, manası gözü gönlü okşayan, güzellik ölçülerine uyan demek. Fakat intihar kararı almış ve en makul uygulanabilir yöntemi bulmuş kendince. Sabah gün doğmadan bir şişe uyku ilacı içip ücra yerdeki bir ağacın altına kazdığı çukura gelip yatacak ve ölmeyi bekleyecek. Ölüsünün açıkta kalmaması için birinin gelip üzerine yirmi kürek toprak atması lazım, fakat önce iki kez seslenecek Bedii bey diye, cevap verirse onu elinden tutup çıkaracak çukurdan, vermezse toprak. Bu iyiliği karşılıksız kalmayacak yüce gönüllü kişinin, fedakarlığının karşılığı olarak arabadaki iki yüz bin tümeni alıp gidecek gönül rahatlığıyla.
Kiyarüstemi sinemasında gerçeğin duyulardaki yansıması, hayalin gerçeğin yerini alması, tasavvurun müşahhas olanın önüne geçmesi, ne dersek diyelim malihulyanın gücü var. Görüntünün hipnotize etmesi sayesinde olacaklara teslim olmaktan başka bir şey gelmiyor seyircinin elinden. Bir şey anlatmaktan daha çok, enerjisini anlatılamayanı sezdirmeye adamış bir yöntem izleniyor. Geçtiğimiz aylarda Ankara’da ses getiren bir fotoğraf sergisi açan yönetmen, fotoğrafın insana sonsuz seçenekler sunmaya daha yatkın oluşundan dem vuruyor, harekete geçip insanı sürükleyen görüntülerin bu imkanı ketlediğini söylüyordu.
Müntehir adayı Bedii bir arazi jipini şehrin gelişmekte olan dış mahallerinde sürerken bizi karşılaştırdığı demir yığınları, beton bloklar, mezar taşı parçaları, demirci dükkanları boşuna değil, hepsi intiharın yapı taşları sanki. Tek bir ağaç ya da yeşil alan bulunmayan tepelerin üstünden, keskin virajlarla dolu uçurumların kenarından geçen toprak yol. Bunlar sadece intihar düşüncesinin insanın içinde yeşeren hiçbir şey bırakmamasıyla açıklanamaz, aynı zamanda kentleşme sanılan betonlaşmanın yarattığı yeni durumun insanı ölüme sürüklemesinin yarattığı rezonans hali.
Yönetmen bir yandan da bizi halkın dezavantajlı gruplarının içinden geçirmeyi ihmal etmez. Yüzlerce insanın arabaya yaklaşıp iş istediği amele pazarı mesela. Sonra araba mezarlığında paslı kaportalar arasında şoförcülük oynayan çocuklar, atılmış sağlam poşetleri toplayıp satarak hayatını kazanan genç adamlar.
Öldüğü varsayılan bir insanın üzerine toprak atmak gibi tuhaf ürkütücü bir işi yapacak kişiyi paraya dayanamayacak yoksul kişiler arasında ararken, bizi dolambaçsız bir ahlaka sahip olan saf yalın insanlarla karşılaştırır. Kürt bir asker, Afgan bir medrese öğrencisi, doğa müzesinde görevli bir akademisyen, metruk bir taş fabrikasının bekçisi.
Dünyadan kopmanın getirdiği geri çekilme insandan da soğumayı getirir ve artık onları hoş tutma gereği duymaz Bedii. Her insanda ters giden şeyleri bulup çıkarması, hayatın yaşamaya değmezliğine bir gönderme sanki. Telefon kulübesinde rastladığı demirci paraya ihtiyacı olmadığını söyleyip teklifi dinlemeye bile gerek görmediğinde öyle ısrarcı ve sert davranır ki adamla kavganın eşiğinden dönerler. Her yoksul satın alınabilir diye bir şey yok, giderayak bunu anlar hiç değilse. Koşulları tevekkülle karşılamayı bilen, onurunu her şeyin üzerinde tutan insanlar hiç de az rastlanır değildir. Nesilden nesile aktarılan doğrular, vaat edilen çıkarlar ne kadar çekici olursa olsun, öyle bir çırpıda terk edilemez.
Afganlı talebe Herat’ta birçok medresenin kapanması yüzünden, babasının isteği üzerine buralara ilahiyat eğitimine gelmiş, cüz’i miktardaki bursu yeterli olmadığından amelelikle hayatını kazanmaya başlamıştır. Bedii kırıcı bir tonda sorduğu orada medrese kıtlığı mı vardı sorusuna yanıt almış olur böylece. Mülteci sevmezlerin sözcüsüdür o an bir bakıma.
Poşet toplarken parmağını cam kesmiş genç de içinde insan yatan bir çukura toprak atmayı reddedince Bedii’nin hışmından kurtulamaz; çöplerden bulduğu yepyeni tişörtü giymiştir ama üzerindeki yazıda ne yazdığını bilmez, bu ise kınanacak bir haldir ona göre. İnsanlardaki bütün aksi durumlar dünyanın gidişatının bozukluğu hakkındaki haklılığının emareleri anlaşılan. Ertesi gün intihar edecek olan bir adamın işlerin hiçbir insan için yolunda gitmediğini kendine kanıtlamak istercesine sorduğu agresif sorularda insan profillerinin parıldaması.
Arabasına binen yorgun asker teklifine sıcak bakmamış, sadece vaktinde kışlasına yetişmek istemekte. O ise neden savaş bittiği halde hala ülkesi olan Irak Kürdistanına dönmediğini sorgular. Cevap basittir aslında, çatışmalar bitince savaş bitmiş olmaz. Gadre uğramış insanların sonuçlarla mücadelesi on yıllarca sürer, mültecilik, konukluk uzar böylece. Kürt asker ölen halasının eşinde kalıyor, ülkesinde çiftçilik yapıyor, yakında dönmeyi düşünmüyor, dokuz kardeşin hepsi çalışıyor ve kendisi okulu bırakmış.
Büyük bir para teklifi karşısında afallamayan berrak bir ahlakı var. Ne iş yapacağım değil ne kadar kazanacağım diye düşünmesi gerektiğini söyleyen Bedii karşısında kafası karışmayan bir delikanlı. Sana bir temel kazman söylendiğinde burada ne yapılacağını sorar mısın, hastane, hapishane, okul ya da tımarhane olması ilgilendirir mi seni sorusu karşısında biraz aklı karışsa da önerilen muğlak kazanç biçimi karşısında arabadan atlayıp arkasına bakmadan bayır aşağı kaçması harika bir sahne. Hak ve adalet duygusundan uzaklaşma ihtimalinden, bir kötülüğe bulaşma şüphesinden şeytan görmüş gibi uzaklaşması. Mülteciliği, Kürtlüğü, askerliği, toyluğu birer birer sınanmış ve hiçbir kalemde kaybeden olmamıştır.
Kuş uçmaz kervan göçmez bir tepedeki taş kırma fabrikasının Afgan güvenlik görevlisini de çukuru ve işi görmek üzere yerinden oynatmak mümkün olmaz. Kendine yalnız bir yaşam kurmuştur derme çatma bir kulübede. Fabrikanın kimsenin çalamayacağı kadar ağır olan iş makinesini beklemektedir. Vaadedilen ne olursa olsun görevinin başından ayrılması imkansızdır. Herkes İmam Ali’nin mezarının Necef’te olduğuna inansa da ona göre kendi şehri olan Mezar-ı Şerif’tedir. Afgan savaşında İran’a gelen iki üç milyon Afganistanlıdan biri olarak işine şükürle bağlanmış biri.
Medrese öğrencisi kuzeni biner arabaya, çukuru görmek üzere. Sarmıyor onu bu intihar işi, canı veren ve alanın Allah olması gerekir. Kendini öldürmek de cinayettir mantığı. Hadisler ve oniki imam zatına eziyeti de yasaklar. Büyük günahtır.
Bedii bir yol bulmuştur, mutsuz olmak da günahtır ve insan devam edemeyeceğini anlayabilir birgün, başkalarını aileni dostlarını incitmek daha küçük bir günah değildir. Merhametli olan Allah yarattığı hiçbir şeyin acı çektiğini görmek istemez, illa yaşamaya zorlamaz ve bu hakkı vermiştir.
Genç öğrencinin öğütlerini yersiz bulup susturan Bedii, yüksek bir ücretle özel eğitim alması gereken engelli çocuğunun hatırına arabaya binen doğa bilimleri akademisyenine mukavemet edemez. Adam çukuru görüp işi kabul eden ilk kişidir. Dönüş yolunda bildiği ne varsa anlatmaya koyulur. Bedii derdini anlatmaya yanaşmasa da o bilir ki her problemde canlılar bu yolu seçselerdi, yeryüzünde tek canlı kalmazdı. Kendi hikayesi de az tuhaf değil. İlk evlendiğinde belaların sonu gelmeyince intihara tevessül etmiş ve elindeki ip atmakla dala sarılmayınca ağaca çıkmak zorunda kalmış. Ne zamanki bir dut yüzüne değer, onları yemeye başlar, bu müstesna tadın diriltici mucizesiyle hayata yeniden tutunur. Okula giden çocuklar ağacı sallamasını isterler ve doyasıya yerler. Bir dut tanesi koşulları değilse de hayata bakışını değiştirmiştir. Peki Bedii yıldızları, dolunayı, günbatımını artık görmek istemiyor mu, mevsimleri, pınardaki suyun, daldaki kirazın tadını, Allahın kulları için yarattığı müstesna nimetleri bırakıp gitmek mi istemekte. (Filmin adı tam burada gizlenmiş.) Bu didaktik nutka da cevap sonradan yine izdüşümle gelir. Adamı iş yerine bıraktıktan sonra uzun yoldan hızla geri dönmesi, deli gibi koşarak ona ulaşması ve seslenmenin ötesine geçip yeni bir kural daha koyması; canlı olup olmadığını iyice anlamak için iki de taş atmasını rica eder adamdan. Yaşıyor olabilirim düşüncesi dolanmaktadır aklında.
Kiyarüstemi devrim zamanında ülkesini terketmeyi reddetmiş halkıyla birlik içinde olmuş bir yönetmen. Araba, yol, yalın insanların ruhu, toprak, ağaç ve doğa sinemasının baş aktörleri. Hafız’ın Mevlana’nın sağlam felsefesinin toplumdaki iz sürücüsü. Film baştan sona geleneğin, sağlam bir inancın toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz eden rahmetin içinden geçiyor.
Bedii’nin kazdığı çukurun başında oturup şehre son kez baktığı seyrettiği gece sahnesi. Onu intihara sürükleyen ya da ona öyle görünen ne varsa hepsiyle yüz yüze. Tek taraflı bir yüzleşme anı. Bir ölünün oturup dünyadaki macerasını seyretmesi sanki. Film boyunca katedilen keskin virajlı uçurumlu bulutlu toz toprak taşlık yolların ima ettiği gerçek, varlığına son vermenin yolu gül bahçesine çıkmıyor. Zaten her yamaçta ölümün beklediği bir hayat yoluna işaret eder bu dönemeçler. Kameranın açıları, hareketin içinden taşan insan gelgitleri, anlatımdaki kıvraklık. Bir kepçeden dökülen molozların hafriyat çukurunu dolduruşundaki geri dönülmezlik sahnesinde toprağın ve taşların sesi. Bu seyire gölgesinin düşmesi, gölgeden geçmesi bütün molozun. Gölge üzerinden gömülmenin deneyimlenme anı.
Senaryonun aslında kelimelere değil sese uğultuya haleye dile gelmeyene göre doğrudan uğultu mırıltı diline odaklandığını, göz kapalıyken görülen muhteşem bir hissiyat levhasına bakılarak yazıldığını algılamak mümkün. Sinemanın romandan fazlasını vadeden kısmı da budur zaten. Kelimenin üzerinde uçmak.
Seher vakti çukura yattığında, simsiyah bulutların arasından bir görünüp bir kaybolan dolunayın ışığı üzerindedir artık. Birden seyirciyi uyandıran kameralarla dolar ortalık. Yönetmen oyuncuları arasında görülür ve intihar edip etmediğini kimsenin bilemeyeceği bir çekim karmaşası yaşanır. Her şey bir rüya. Bedii ölmüş ölmemiş.