Çözüm süreci yılları, Akil İnsanlar Heyeti olarak sahadayız.
İç Anadolu’da bir şehrimizin üniversitesinde tertip edilen bir toplantıya katıldık. Heyecanlı bir topluluk çoktan yerini almış, konferans salonunu hınca hınç doldurmuştu. Salona girip bize ayrılmış masaya geçtiğimizde bir uğultu koptu. Yüksek gerilim mekânın her tarafında kendini hemen belli ediyordu. Karşımızda çoğunlukla akademisyen ve öğrencilerden müteşekkil bir topluluk vardı. Çatılmış kaşlarla gözünü bize dikmiş sabırsızlıkla bekleyen bu topluluk, adeta “birazdan başınıza gelecekleri görürsünüz” der gibiydi.
Her neyse, toplantı başlama vuruşunu yaptık. Adet olduğu üzere önce Heyet Başkanımız Ahmet Taşgetiren, neden orada bulunduğumuzu ve bilhassa bu toplantıyı yapmaktaki maksadımızı anlatan bir açılış konuşması yaptı. Sürece dair lehte ve aleyhteki duyguları ve düşünceleri kaydedeceğimizi, suallere de elden geldiğince cevap vermeye çalışacağımızı belirtti ve sözü salona devretti.
Sorular ve yorumlar yağmur gibi yağmaya başladı. Ancak gerek bunların içeriğinden ve gerek bunlara eşlik eden el-kol hareketlerinden anladık ki, muhataplarımızın kahir ekseriyetinin bizimle konuşmak ve tartışmak gibi bir amaçları yoktu. Onlar bizi yargılamak istiyordu. Yüksek bir ses tonuyla ve üst perdeden bir dille bizi hesaba çekiyorlardı. Hem sürece ve hem de her birimize yönelik aslı astarı olmayan ithamlarda bulunuyorlardı.
Arada makul bir ses çıktığında hemen onun üzerine de çullanıyorlardı. Sadece bize değil, kendi içlerinde farklı düşünen birine de tahammülleri yoktu. Aykırı tek bir fikir o salonda duyulmamalıydı.
“O bayrağı öpebilir misin?”
Taşgetiren, her zamanki sakin ses tonu ve nazik üslubuyla ortamı yumuşatmaya, toplantının devamını sağlamaya çalışıyordu. Ama ne mümkün; “hainler”, “bölücüler”, “emperyalistlerin uşakları”, “ABD’nin ve AB’nin çocukları”, vb. laflar havada uçuşuyordu. O esnada biri eliyle beni işaret etti ve “Vahap Coşkun’a sormak istiyorum” dedi: “Arkanda bir Türk bayrağı var; sen o bayrağı öpebilir misin?”
Toplantının usulü şöyleydi: Heyet üyeleri bizzat kendilerine bir soru sorulduğunda bunu not eder ve sırası geldiğinde cevaplardı. Ben de notumu aldım. Sorudaki imayı anladığımı belli eden bir ifadeyle doğrudan soruyu soran akademisyene baktım. Bir meslektaşına bu tür bir soru sormaktan hiçbir rahatsızlık duymadığı açıktı. Aksine gözleri, düşmanını köşeye sıkıştırmış olmanın verdiği bir memnuniyetle parıldıyordu. Görevini ifa ettiği için kendinden hoşnuttu; artık arkasındaki kalabalığın en zayıf yerinden vurulmuş düşmanını parçalamasını zevkle seyredebilirdi.
Cevap babında önümdeki deftere bir şeyler karaladım. Fakat ben konuşma sıramı beklerken salondaki tansiyon da giderek yükseldi. Öyle ki bağırmalar, çağırmalar, hakaretler, tehditler, kürsüdekilere parmak sallamalar katlanılabilir seviyeleri aştı. Konuşabilmenin asgari şartları ortadan kalkınca Taşgetiren de toplantıyı sonlandırdı. Üniversiteden ayrıldık ve diğer faaliyetler için şehir merkezine gittik.
“İstiklal Marşı’nı biliyor musun?”
Oğuzhan Uğur’un “Mevzular: Açık Mikrofon” adlı programında, HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’na yöneltilen sorular ve tepkiler, bana o toplantıyı ve o soruyu tekrar hatırlattı.
Türkiye’de siyasetçilere yüklenmek genel bir kaide ama hele bu siyasetçi bir de devlet ve toplumun büyük bir kesiminin “günah keçisi” gördüğü, lanetlediği bir partinin temsilcisi olursa, kitlede onun canına okuma iştiyakı da tavana çıkıyor. Gergerlioğlu’nun maruz kaldığı da buydu; kendinden son derece razı ve razı olduğu ölçüde de kızgın bir kitle ona dersini vermek için mikrofonlara sarıldı:
“Arkanızdaki Gazi Mustafa Kemal Atatürk portresinden rahatsız mısınız?
“Suriye’de yakılan Türk bayrakları ve taşlanan asil Türk askerleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
“Menemen’de taş üstünde taş bırakmayan Atatürk, sizin örgütünüze, partinize ne yapardı?”
“Rahmetli Abdullah Çatlı’nın bir sözü vardır, terör örgütleriyle oturulmaz, kafasına sıkılır.”
“Tutturmuşsunuz bir Kürt meselesi diye, binlerce insanın ölümüne neden oldunuz açtığınız fitneyle.”
“Kürtler, anadillerini konuşurlarsa Türkçeyi nerden öğrenecekler?”
Aynı sorular, aynı ezberler…
Doğrusu bir anı ve bir program üzerinden çok büyük genellemelere varmak istemem. Lakin bu iki hadisede açığa çıkan ve bilhassa Kürt meselesinde kendini büyük bir özgüvenle ortaya koyan bir zihniyet var ki, o zihniyet hakkında birkaç kelam etmek isterim.
Hem iktidar hem de muhalefet cenahında köklü ve yaygın olan bu zihniyetin taşıyıcılarında konuşma, anlama ve tartışma emarelerine rastlanmaz. Onlarda etkileşim içine girme, karşılıklı öğrenme ve mümkünse ortak bir zemin bulma gibi bir gaye bulunmaz. Uğur’un programındaki soru sahiplerine bakın. Hemen hepsinin milim taviz vermeyecekleri fikirleri ve çok keskin tavırları var. Hayat, onlar için “evet” ya da “hayır”dan ibaret; siyah ve beyazdan başka bir renk bilmezler.
Sosyal meseleler çetrefildir; birçok boyut barındırırlar ve farklı nedenlerden kaynaklanırlar. Dolayısıyla bu meselelere farklı açılardan bakılabilir ve farklı çözüm reçeteleri sunulabilir. Bir kimsenin görüşlerinin çoğunluktan ayrışması, o şahsın otomatik bir şekilde mahkûm edilmesini gerektirmez. Ancak bu mutlakçı zihniyetin sahipleri, bu basit gerçeği reddeder ve “evet” ya da “hayır” haricinde herhangi bir cevabı kabul etmezler.
“At gözlüğü”
Kafalarındakine uymayan her fikre karşı aşırı bir tepki gösterirler. Aslında gerçek manada bir soru sordukları ve cevap bekledikleri de söylenemez; onlar sadece doğrulanmak isterler. Zihnen çok konforlu bir alanda dururlar ve herkesten de dünyaya kendi durdukları noktadan bakmalarını talep ederler. Ama biri bunun mümkün olmadığı gerçeğini yüzlerine vurup “dünyaya at gözlüğüyle bakmayın” diye uyardığında ise, sinirleri tepelerine çıkar. Onların herkese karşı istedikleri sıfatı kullanma imtiyazları vardır, ama başkalarının onları eleştirme hakkı yoktur.
Üzerinde konuştukları konuda doğruyu temsil ettiklerinden eminler. Ne bilgi eksiklikleri, ne temel gerçeklerden bihaber olmaları, ne de önyargıları onların tezlerine duydukları imana halel getirmez. “Kürt meselesi yoktur” diyorlarsa Kürt meselesi yoktur. O kadar basittir, gerisi lafı-ı güzaftır.
Binlerce köy yakıldı. Milyonlarca köylü zorunlu göçe tâbi tutuldu. Hayatını kaybedenlerin sayısı onbinleri buldu. Yargısız infazlar ve kaybetmeler vaka-i âdiyeden sayıldı. Halka sistematik işkence uygulandı. Hepsinden öte Kürtlerin varlığı dahi inkâr edildi, onlara “Sen aslında yoksun” denildi, dilleri ve kültürleri yok sayıldı, aşağılandı. Artık sağır sultan bile bunları duydu, ama kendini had bildirme makamında görenler büyük bir kibirle “Kürtlere ne olmuş ki? Memlekette bir Kürt sorunu mu var?” diye sorar ve dahası bundan hicap da duymazlar.
Kendilerine hak başkalarına günah
Kendileri için hak gördüklerini başkaları için günah sayarlar. Tenakuz apaçıktır ama bu da onların doğruluğuna zarar vermez. Kürtler dillerini konuşamazlar ama bu da onların ve memleketin iyiliği içindir. Nihayetinde her zaman Kürtlerin onları anlamaları gerekir; onların ise Kürtleri ya da başka birilerini anlamak gibi bir dertleri yoktur.
Ancak buna rağmen demokratlık ve muhaliflik payesini de kimseye kaptırmazlar. Uğur’un programındakilerin büyük çoğunluğu muhtemelen muhalefet partilerine oy verecekledir. Onlara sorduğunuzda iktidar aleyhine çok şey duyarsınız; AK Parti’nin otoriterliğinden, nobranlığından, yasakçılığından şikâyet ederler. Ancak rahatsızlık belirttikleri tavırların aynısını -hem de daha iktidar olmadan- göstermekten de imtina etmezler.
Programı seyrettiğinizde, iktidar olması halinde bu zihniyetin, bugün eleştirdiklerini yarın misliyle yapacağını düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. En azından ben alamadım.
Ne diyeyim; Allah memleketi, herhangi bir sorumluluk duymayan, hal ve hareketlerinin başkaları üzerinde nasıl bir tahribat yarattığıyla alakadar olmayan ve sadece kendisi için hak ve özgürlük isteyip başkalarının hak ve özgürlüklerinin üzerini kırmızı kalemle çizen böylesi demokratlardan ve böylesi muhaliflerden korusun!