Bugün cenaze töreni yapılacak Kraliçe Elizabeth’in vefatı kendi ülkesi Birleşik Krallık başta olmak üzere birçok ülkede üzüntü ile karşılandı. ABD Başkanı Biden ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron sıcak mesajlar yayınlamaktan başka ülkelerindeki Birleşik Krallık Büyükelçiliğini ziyaret ederek taziye defteri imzalamışlardı. Bunu muhtemelen birçok başka ülkede de devlet veya hükümet başkanları yapmıştır. Uzun yıllar İngiliz sömürgesi olan Hindistan bile ulusal yas ilan etmiş, bayrakları yarıya indirmiştir. Birleşik Krallık’ın yeni Başbakanı Liz Truss, Kraliçe Elizabeth’in dünyanın en büyük liderlerinden biri olduğunu söylemeye kadar gitmiştir. Birleşik Krallık halkı her gün yüz binler halinde Buckingham Sarayı önünde saygılarını sunmak ve çiçek bırakmak için yağmurun altında kuyruklar oluşturmuş, yeni Kral III. Charles Saraya her girip çıktığında büyük sevgi gösterileriyle karşılanmıştır. Kraliçenin naaşı Edinburg kentindeki St. Giles katedralinde bulunduğu 24 saat içinde 26000 kişi tarafından ziyaret edildi. Londra’da Westminster Hall’da bulunduğu birkaç gün içinde halk aynı şekilde büyük bir disiplin ve sessizlik içinde Kraliçenin naaşına saygılarını sunma imkânını bulmuştur. Toplam ziyaretçi sayısının 750.000’i bulduğu hesaplanmaktadır. Kuyruklar kilometrelerce uzamış, ayakta bekleme süreleri bir ara 24 saati bulmuştur. Meşhur futbolcu David Beckham da saygılarını sunmak için 13 saat sırada beklemiştir. Gerek Edinburg, gerek Londra’da bu atmosferi protestolarla bozan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir.
Kraliçenin bugün yapılacak görkemli cenaze töreninde de halkın kendisine ve ailesine aynı sevgi gösterisinde bulunması beklenmektedir. Böyle bir sevginin dünyada hiçbir siyasi lidere son dönemlerde gösterilmediği rahatlıkla söylenebilir. Tabii bu sevginin önemli bir ölçüde Kraliçenin tam 70 yıl tahtta kalmış olmasından ve halkının çok küçük bir bölümü hariç başka bir hükümdar tanımamış olmasından kaynaklandığı açıktır. Ancak uzun ömür bu ölçüde sevgi için yeterli değildir. Kraliçenin görevine bağlılığı ve ömrünü halkının hizmetine adadığı sık sık hatırlatılan ve belki bu sevginin kaynağı olan özelliğidir. Tabii karşılığında da çok imtiyazlı bir hayat yaşamıştır. Ancak kimse bunu yadırgamamış, rejim değişikliği değil Birleşik Krallık, hâlâ resmen sembolik devlet başkanı olduğu diğer 14 ülkede bile bir istisna hariç gündeme gelmemiştir.
Türkiye’de ise Kraliçenin vefatı magazin haberi seviyesinde verilmiş, monarşi bazıları tarafından çağdışı görüldüğü için istihza ile başkaları tarafından ise anti-demokratik hatta feodal bir kalıntı olarak tarif edilmiştir. Örneğin bir TV kanalında düzenli program yapan ve benim de tanıdığım bir yorumcu, yeni Kralın ilan törenini feodalite devrinin bir kalıntısı olarak üzüntü ile izlediğini söyleyebilmiştir. Nedense karşısında oturan ve Londra’da büyükelçilik yapmış olan CHP milletvekili bu yoruma karşılık vermemiş, belki de partisinin görüşleriyle bağlı olduğu için verememiştir. Başka bir yorumcunun yazısında Birleşik Krallığın Kraliçe Elizabeth’in hükümdarlığı döneminde “çöktüğünü” okuyunca keşke ülkemizin de aynı dönemde onun kadar “çöktüğünü” görseydik diye hayıflandım doğrusu.
Neyse ki Kraliçenin Türkiye’ye 1971 yılında yaptığı ilk devlet ziyaretinde İsmet İnönü ile görüşmesinde tercümanlık yapan eski meslektaşım Daryal Batıbay’ın verdiği bilgilere dayanarak İnönü’nün torunu Gülsün Bilgehan tarafından “Cumhuriyet” gazetesinde yayınlanan yazı bu görüşmedeki sıcak atmosferi yansıtarak önemli bir eksiliği telafi etmiştir. Bu tür yazıları görmeye pek alışmamış gazetenin okuyucularını belki düşünmeye sevk etmiştir. Yoksa, Kraliçeyi emperyalizmin maşası, Birleşik Krallığı ve onu yönetenleri Türkiye’nin ezeli düşmanı olarak gösteren ulusalcı/ulusolcu basın meydanı boş bulacaktı. Artık onlar mı doğru düşünüyor yoksa Kurtuluş Savaşı kahramanı İnönü mü onun kararını yazıyı okuyanlar verecektir.
Ancak, Kraliçenin vefatı ve yeni Kralın tahta çıkışı üzerine ülkemizde yapılan yorumlar yine monarşi, cumhuriyet ve demokrasi kavramları hakkındaki kafa karışıklığının yansımasına yol açmıştır.
Ülkemizde okumuşlar da dahil çoğu insan monarşiyi bir çeşit istibdat ile cumhuriyeti ise demokrasi ile eş anlamlı görürler. Gerçi Arap ülkelerindeki monarşilerin büyük çoğunluğu demokratik değil. Bunun yanında Arap ve Müslüman ülkelerindeki Cumhuriyetlerin hiç birisi de demokratik değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta Semerkant’ta katıldığı ve halkların iradesini bastırmak dışında ne işe yaradığı pek belli olmayan Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) zirvesinde yer alan Devlet Başkanlarının hiçbiri demokratik seçimle başa geçmemişlerdir. Nitekim, 9 Devlet başkanından en az üçü (Putin, Lukaşenko, Reisi) birçok ülkenin en yüksek düzeyde katılacağı Londra’daki törene dahi davet edilmemiştir. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in zirveye katılan karşıtlarını “renkli devrimlere” karşı dikkatli olma konusunda uyardığına da belki işaret etmekte fayda var. Zirve sırasında her ikisi de ŞİÖ’ne üye olan Tacikistan ile Kırgızistan arasında kanlı bir kapışmanın meydana gelmiş olması ŞİÖ’nün aczinin yeni bir örneğini teşkil etmektedir.
Belki Birleşik Krallıkta meydana gelen hükümdar değişikliği bu konuya biraz daha yakından bakmaya fırsat teşkil edebilir.
Bilindiği üzere demokrasi eski Yunan kökenli bir kelime olup, halkın yönetimi demektir. Yunanistan’ın resmi adı cumhuriyet anlamında “Elen Demokrasisi”dir. Ancak Batı dillerinde cumhuriyet için ayrı bir kelime vardır. Onun kökeni Latince “res publica” yani “umumi şey” kelimelerinden gelir. Demek oluyor ki cumhuriyet ile demokrasi kelime anlamlarında dahi aynı şey değildir.
Nitekim, Avrupa’da mevcut dokuz monarşi tamamen demokratik yöntemlerle yönetilmektedir. Hatta denebilir ki, parlamenter sistem devlet başkanı anayasal bir hükümdar olduğunda daha rahat ve ahenkli çalışıyor. Yıllardan beri ve son günlere kadar kısa aralıklar dışında sosyal demokratlar tarafından yönetilen İsveç’te 1970’li yıllarda anayasa reformu yapıldığında cumhuriyet rejimine geçilmesi parlamentoda oya sunulmuş ancak reddedilmiştir. Bu demek değil ki hükümdar bilfiil ülkeyi yönetiyor. Tersine seçilmemiş bir devlet başkanı seçilmiş bir başbakan ve parlamento ile rekabete girecek konumda olmadığı için sistem içinde sürtüşmeler meydana gelmemektedir. Oysa Finlandiya, Avusturya, Portekiz vs gibi Cumhurbaşkanlarının halk tarafından seçildiği ancak yönetim tarzının parlamenter demokrasi olduğu ülkelerde Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında sürtüşmelerin meydana gelebildiği biliniyor. Örneğin, Finlandiya AB’ye 1995 yılında girdiğinde AB zirvelerinde ülkenin kimin tarafından temsil edileceği bir tartışma konusu olmuştu.
Tabii yetkisiz veya yetkileri çok sınırlı anayasal bir hükümdarı halk veya seçilmişler tarafından seçilen bir devlet başkanına tercih edilmesinin nedenleri ne olabilir diye sormak mümkündür. Birleşik Krallık anayasal sistemini 19uncu yüzyılda irdeleyen Walter Bagehot adlı yazar devlet yönetiminin biri “dignified” (ağırbaşlı, onurlu) diğeri “efficient” (verimli) olmak üzere iki veçhesinin olduğunu; birincisinin monarşi, ikincisinin ise seçilmiş parlamento tarafından temsil edildiğini, bu ayırımın muhafazasının çok önemli olduğunu söylemişti. Ülkeyi o tarihten bu yana yöneten herkes bu ayırıma sadık kalmıştır.
Bu ayırımın en büyük faydası istikrar ve devamlılığı sağlamış olmasıdır sanırım. Devlet başkanını günlük siyasi tartışmaların dışında ve tarafsız bir konumda tutmak parlamenter sistemin bir gereğidir aslında. Nitekim, Türkiye’de 1961 yılında kabul edilen anayasa Cumhurbaşkanına öyle bir konum vermiş, o yüzden de ilk Cumhurbaşkanları askerler arasından seçilmiş. Sonradan gelen Cumhurbaşkanlarının hiç birisi siyaset üstü bir konuma kendilerini yerleştirememişlerdi. Yeniden Parlamenter sisteme geçtiğimiz takdirde bu sorun ile karşılaşacağımıza şüphe yok. Tarafsız, partiler üstü ancak devlet tecrübesi olan Cumhurbaşkanı nerede ve nasıl bulunacak? İtalya ve hatta Almanya bu dilemmayı, siyasi hayatı bitmiş, dolayısıyla görev süreleri bittikten sonra günlük siyasi hayata dönmeyecekleri bilinen kişileri o göreve getirmek suretiyle çözmektedirler.
Anayasal monarşiler ise bu sorunu devlet başkanlığı makamını veraset yoluyla geçen bir kurum haline getirerek çözmüşler. Bu sistemin de en azından İkinci Dünya Savaşı sonrasında gayet iyi çalıştığı biliniyor. Hatta iki defa Cumhuriyet denemesi yapan ve çok kanlı bir iç savaşa sahne olan İspanya, diktatörlük döneminden sonra krallığı tekrar ihdas etti ve devlet başkanlığı makamını siyasi tartışmaların dışına çekti.
Birleşik Krallık Avrupa’da monarşiyi muhafaza eden ülkelerin en büyüğü ve aynı zamanda en eski geleneklere sahip olanıdır. Biz Cumhuriyetimizin 100üncü yılını gelecek sene kutlayacağız. İngiltere ise 2066 senesinde devlet ve monarşi oluşunun 1000inci yılını kutlayacaktır. İngiltere’nin ilk Kralı olarak bilinen Normandiyalı William ile yeni Kral III. Charles arasında çok uzak da olsa kan bağı vardır. I. William’ın birleştirdiği İngiltere’nin başında o günden bugüne 1649-1660 dönemi hariç hep Krallar ve Kraliçeler bulunmuştur. 1649 yılında bir iç savaş sonunda iktidarı ele geçiren ve devirdiği Kral I. Charles’ı idam ettiren Cromwell ülkeyi 9 yıl askeri diktatör olarak yönetmiş, ölünce oğlu yerine geçmiş ancak o bu yönetim tarzının ülkeye uygun olmadığını anlayarak yerini idam edilen Kral I. Charles’ın oğlu II. Charles’a bırakmıştır. III. Charles da onların uzak halefidir. 2066 yılında I. William ile kan bağı olan V. William veya onu oğlu VII. George muhtemelen tahtta olacaktır. O tarihlerden bugüne zamanla hükümdarın yetkilerinin erimesine, ülke tam anlamıyla temsili bir demokrasi şeklini almasına rağmen çağdışı oldukları izlenimini veren gelenekler muhafaza edilmiştir. Bu geleneklerin bazılarını Kral III. Charles’ın tahta çıkışının ilan edildiği 10 Eylül tarihli, ilk defa televizyonda yayınlanan Privy Council (Kralın Has Meclisi) toplantısında ve sonrasında gördük. Bugün cenaze töreninde de yine çok eski gelenekler göze çarpacaktır. Gelecek yıl yapılması beklenen Kralın taç giyme töreninde de farklı geleneklere şahit olacağız.
Tabii özellikle ülke yönetiminde hiçbir törensel geleneğe sahip olmayan ve ortalama yirmi yılda bir rejim değiştiren ülkemizde bütün bu törenler şaşırtıcı gelebilmektedir. Ancak Cumhuriyetin 100üncü yılına yaklaştığımız şu sıralarda hâlâ devlet başkanını sorunsuz, kavgasız, buhransız ve herkesin kabul edebileceği bir yöntemle seçemeyen ülkemiz halkının Birleşik Krallıkta meydana gelmekte olan gelişmeleri alaya almak veya onların anti-demokratik ve feodal olduklarını iddia etmek yerine gıpta etmesi belki daha hayırlı olurdu.