[25 Ekim 2022] Yukarıda solda, Hûrrem’îyye hareketinin 9. yüzyıldaki önderi Bâbek Hûrremî’nin (Farsça Bābek Hurremdīn’in) tamamen “ressamın muhayyilesi” kabilinden bir resmi. Sağda, Şeyh Bedreddin’in aynı derecede muhayyel, Sufî tinselliği alabildiğine stilize edilmiş bir portresi. Ortada, Firdevsî’nin Şehnâme’sinden, Zerdüşt dinin rahiplerinden Mazdak’ın oklanarak idamını gösteren bir minyatür. Böyle öldürüldüğü, rivayetlerden sadece bir tanesi.
Üçünün de destanlaştırılması için, bakınız: “Halkımız Tarih Boyunca Zulme Karşı Mücadeleler Vermiş Yiğit Bir Halktır.” Bu bir bölüm başlığı. Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi Dâvâsı – Savunma kitabından (1. basım 1974 Eylül, 2. basım 1974 Kasım, s. 81-131). Bu, 12 Mart 1971 askerî müdahalesi ve diktatörlüğü döneminde benim de içinde yer aldığım illegal Maocu örgüt. Elli küsur yıl geride kalmış. Yaşamıyor. Bugün bazı öğrencilerim “Hocam, Maoculuk neydi?” diye soruyor. Onlara Kavimler Göçü veya Karolenj İmparatorluğu veya Çing Hanedanı kadar uzak. Üstelik zamanla, faşizan bir sol-milliyetçiliğe, Çin ve Rus işbirlikçisi bir ulusalcılığa dönüşmüş. Çok karmaşık. Herhangi bir tarih meselesi gibi, tarihselleştirerek, soğukkanlılıkla anlatmaya çalışıyorum.
Fakat her neyse. 1973’te Mamak’ta, 28. Tümen içindeki Askerî Cezaevi’nde yatarken, Sıkıyönetim Mahkemesi önünde yaptığımız bu siyasî savunmanın altında, 141 sanık arasında benim de imzam var. Üstelik, tarih fasıllarının yazılmasına epey de katkım olmuş olmalı. Bu da bir dönemin tarihinin ve aynı zamanda kendi kişisel tarihimin bir parçası. Evet, 20’li yıllarımda böyle düşünüyordum (ve daha bir süre de böyle düşünmeye devam ettim). Kısmen tarihçi ve bilim insanıydım (öyle olmaya çalışıyordum). Ama kısmen de, hattâ büyük ölçüde, radikal bir militandım. İkisi içiçe geçiyor ve örtüşüyor; özellikle ikincisi, tarihe bakışımı büyük ölçüde bastırıyor ve çarpıtıyordu. Kendi şeytanlarımla (ideolojik paradigmamla) yüzleşemiyordum. Militanlıkla olmuyordu bilim ve tarih. Bunu zamanla anlayacaktım.
Şimdi okuduğumda, nasıl bir idealizasyon olduğunu, ne gibi mübalağalar içerdiğini çok net görüyorum, TİİKP Savunması’nın “Halkımız Tarih Boyunca Zulme Karşı Mücadeleler Verniş Yiğit Bir Halktır” bölümünün. “İlkel toplumun eşitlikçi gelenekleri… yüzyıllar sonra gelecek olan Komünizmin müjdecisi” kabul ediliyor. “[E]mekçi yığınların, halk isyancılarının safı” ile direkt bir köprü kuruluyor, 1973-74’te bizim durduğumuz yer arasında. Bu, İslâmiyet öncesi Türkler, İslâmiyet öncesi Orta Doğu, İslâm Halifeliği, Selçuklu ve Osmanlı tarihi içinde isyan ve ayaklanma olarak ne varsa hepsini toptan olumlamayı; hemen bütün siyasal ve düşünsel süreçleri “sınıf mücadelesi”ne indirgeyen salt “aşağıdancı” bir anlayış içinde, hepsine “biz”ve “bizim” diye sahip çıkmayı beraberinde getiriyor.
Dolayısıyla 15 Ekim Cumartesi söyleşisinde (videosu için bk 19 Ekim, genişletilmiş yazılı versiyonu için bkz 22 Ekim) sözünü ettiğim, solun sınıf bazında belirlenmiş kahramanları galerisi, genişliyor habire. Erol Toy Azap Ortakları romanında Şeyh Bedreddin’i Kapital’den cümlelerle konuşturduğunda gülmüştüm ister istemez. Meğer bir zamanların Maocularının kavrayışı da çok farklı değilmiş, meselâ “Sasanîlere karşı Mazdak dini ve Mazdakçılık” hakkında ne övgüler düzdüğümüze, ya da “Sünniliği benimseyen hakim sınıflara karşı, ezilen köylü ve göçebelerin çeşitli Batınî mezheplerinde toplanmaya başlaması”nı nasıl övgüyle anlattığımıza bakılırsa. “Mal ve mülkün ortak olması düşüncesi” Babek isyanında (816-838), sonra Basra limanı ve çevresindeki Zenc isyanında, sonra 874 yılının Karmatî ayaklanmasında hep sürüyor. Abbasî Halifeliğinin zulüm ve sömürüsüne karşı kitleler “kurtuluş için ayaklanmaktan başka yol olmadığını” kendi tecrübeleriyle öğreniyor (ama kim, hangi ayaklanmayla kurtulmuş; ya da Babek isyanında Araplara karşı Fars proto-milliyetçi reaksiyonun payı neymiş; bunlara hiç değinilmiyor). Hepsi jenerik bir Bolşevik Devrimi ve Sovyet yönetimi, ya da Çin’in Halk Komünleri ve sonra Büyük Proleter Kültür Devrimi imajında ebedîleştiriliyor: “Zenginlerin malları köylüler ve göçebeler arasında bölüştürülüyor, isyan bölgelerinde toplum işleri demokratik kurullarda hallediliyordu.”
Oradan geçiyoruz Türklerin Orta Doğu’ya gelişine — ve “eski Hurremî, Mazdakî, Karmatî hareketleri”nin yarattığı gelenek, her nasılsa 1059’da Selçuklulara karşı patlak veren Türkmen ayaklanmasında; Sünnî ulemaya karşı Batınî mezhep ve tarikatlarının tekrar yükselişinde; “ihtilalci bir Batınî mezhebi olan İsmailîler”de ve “Hasan Sabbah’ın 1087’de kurduğu gizli teşkilât”ta; 1153’teki büyük Oğuz isyanında; 13. yüzyıl ortalarında, Baba İlyas’ın müridi Baba İshak’ın başını çektiği Babaî ayaklanmasında… hep devam ediyor. “Baba Resul” Selçuklu saltanatının devşirmeleri ve müttefiki Frank şövalyeleri tarafından yakalanıp öldürülüyor gerçi (burada, retrospektif biçimde Ortaçağa oturtulmuş bir “dış” ve “yabancı” düşmanlığını sezmemek olanaksız). Ama ardından, “Moğollara uşaklık” eden hanedana, ya da ortak “Moğol ve Selçuklu zulmü”ne karşı bu sefer 1248 Türkmen ayaklanması, Ağaçeri Türklerinin isyanı, Niğde ve Sivrihisar isyanları, 1277-78 Karaman Türkmenlerinin büyük ayaklanması, Türkmen şeyhi “Cimri”nin isyanı geliyor.
TİİKP Dâvâsı – Savunma, her fırsatta çok sert çizgiler çekiyor, “uzlaşıcı” kabul ettiği hareketler ile “tek yol devrim” yanlıları diye tarif edebileceğimiz maksimalistler arasında. “Batınîliğin uzlaşmacı değil ihtilâlci akımları” öne çıkarılıyor. Mevlevîlerin halk ve Türk düşmanlığının, ya da Büyük Selçuklularda Nizamülmülk’ün, Osmanlılarda Koçi Bey’in “feodal düzen ve sömürü” yanlılığının karşısına, Yunus Emre veya Muhyiddin Abdal’ın dizeleriyle çıkılıyor. Gene Osmanlının ilk yıllarında, Fetret Devri’yle yaşanan kriz bağlamında, tabii Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’e büyük önem veriliyor (“Yiğit, şehit, katil, işkenceci”de, Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan kâh Karayılan, kâh Çolak İsmail bölümlerini aktarırken, Nâzım’ın dört beş yıl önceki Şeyh Bedreddin Destanı’nı (1936) tamamen atladım; oysa geleneksel tarım toplumlarının köylü ayaklanmacılığının teorik idealizasyonunu asıl orada buluyoruz. Kuşkusuz buna, konumuz bağlamında Hilmi Yavuz’un Bedreddin Şiirleri’ni de eklemeliyiz.) Ardından, 16. ve 17. yüzyıllarda, deniyor, “Bedreddin taraftarlığının genel Alevîlik cereyanıyla birleşmesi” yaşandı. (Bunun arkasındaki yakın dönem gerçekliği ise, 1960’larda gerek TİP’te, gerek diğer Marksist/Marksizan örgüt ve akımlarda, bütün nefes ve semalarıyla birlikte, bir tür yarı-mistik Alevî solculuğunun ağır basması. Yani bir kere daha tarihe bakış, aynen E. H. Carr’ın 1961’de kaydettiği gibi, güncellikten geçmişe akıyor.) Hamzavîler, 1511 Şahkulu isyanı, 1519 Bozoklu Celal isyanı, 1520’lerde Rumeli’de Hıristiyan köylülerin ayaklanmaları (Ohri, Avlonya, Yanya, Manastır), sonra gene Baba Zünnun, Domuzoğlu, Yekçe Bey, Veli Halife, Seyyit Üzeyir ve 1526’da Alevî dedelerinden Kalender Çelebi isyanları birbirini izliyor. 16. yüzyılın ikinci yarısında, şehirlerde Suhte isyanlarına ve kırsal alanda patlak veren Celâlî isyanlarına geliyor sıra. Köroğlu Ruşen, Kalenderoğlu Mehmet övülüyor. Celâlîlerin halka verdiği (belki PKK’nın hendek ve barikat savaşlarıyla karşılaştırılabşilecek) zarar, röportaj metninde de işaret ettiğim gibi, hiç yok bu anlatımda. “Tarihte üretici güçler ve insan emeği üzerindeki baskıların kalkmasına yönelik her hareket, o gün için başarı şansı olmasa da, ilerici bir karakter taşır.” Hepsinin üzerine böyle bir sünger çekiliyor.
Peki, nereden kaynaklanıyor? Bu hikâyenin, tarihe bu şekilde (devletçi, saltanatçı, “yukarıdan”cı anlatımın tek-yanlılığına karşı, bu kadar “aşağıdan”cı bir başka tek-yanlılıkla) bakmanın kökeni, Marx’ın kendisinde. Tarihin bilimsel yasaları ve kaçınılmaz gidişatı, dolayısıyla işçi sınıfı devriminin zorunluluğu tezlerine potansiyel sosyalistleri inandırmak için, ekonominin yanı sıra felsefeye de başvurma çabasında. Daha önce de yazmış olmalıyım (ama geri dönüp kontrol edemiyorum artık): Marx ve Engels öncelikle birer devrimsever (revolutionary değil revolutionist) olarak çıktı yola. 1815-1848 arasının bütün Restorasyon kuşakları gibi, bir önceki devrimi, gelmiş geçmiş en büyük altüst oluşu, bütün devrimlerin ağababasını kaçırdıklarına hayıflanıyor ve bir sonraki devrimin özlemi içinde yaşıyorlardı. Fakat nereden gelecekti bu yeni devrim? 1789’un tekrarı mı olacaktı?
Öyle zannedenler ve hep aynı formülü denemekten bıkmayanlar, bu arada sırf “küçük öncü”nün şiddetini savunanlar da vardı (örneğin Auguste Blanqui). Marx ve Engels ise farklı bir mecraya girdi. Felsefe kökenliydi bu iki genç aydın (Sol Hegelciler); ekonomiyi ancak daha sonra keşfettiler (Engels Marx’a öğretti). Sanayi kapitalizmini görüp tanıyınca, aradıkları devrimci aktörü, faili (agent), yeni proletaryanın şahsında bulduklarına hükmettiler. Sosyalist bir parti kurabiliriz. Bu yoksul ve sefil, ama aynı zamanda kalabalık ve kolay örgütlenebilir işçi sınıfına, kendi talep ve çıkarlarını sistematize eden bir programla gidebiliriz. Kendi tarafımıza çekebiliriz. İçinde kök salabiliriz. Kapitalizmin giderek derinleşmesi kaçınılmaz olan krizleri bize uygun tarihî fırsatı sunduğunda, bu birikimi, bu kitle temelini iktidarın zorla ele geçirilmesi ve burjuva düzeninin tümüyle alaşağı edilmesi doğrultusunda seferber edebiliriz.
Marksist sosyalizmin siyasî projesi bu şekilde özetlenebilir. 1848’de artık formüle etmişlerdi bu fikri (Komünist Manifesto). Ancak bu haliyle, henüz etik bir tercihti; piyaanın ve özel mülkiyetin olanca tahribatına karşı, “iyi bir şey”di sosyalist devrim (veya devrimci sosyalizm). Ama Marksizmin kurucularına bu yetmedi. Bunun üzerine, bir de bilimsellik iddia bindi. Marx ve Engels de kendi çağlarının insanıydı. 19. yüzyılın genel ortamının, düşünsel atmosferinin dışına çıkamadılar. Söz konusu ortam son derece bilimci, bilimperestti. Her türlü tartışmada bilime yaslanmak, benim pozisyonum bilimseldir, bilimin gereğidir diyebilmek, çok etkili oluyordu. Gene aynı ortamda, yeni toplumsal bilimler de yükseliyor, kabul görüyor, meşruiyet kazanıyor ve kurumlaşıyor, hepsine ayrı birer bölüm veriliyordu. Bu koşullarda Marksizm kendisine süper-bilimci bir konum benimsedi. Ekonomi, Sosyoloji ve Siyaset Biliminin üzerinde, bilimlerin bilimi veya asıl sosyal bilim olma hevesindeydi. İşçi sınıfı devrimi ve sosyalizm tasavvurunu da, artık sırf etik bir tercihten, tarihin gelişme yasalarına uygun bilimsel bir kaçınılmazlık mertebesine taşıyordu.
Dolayısıyla 1848’den sonraki yıllar, büyük ölçüde sosyalizmin bilim yoluyla temellendirilmesi, ek argümanlar bulunması, etrafında bütün bir teorik çerçevenin örülmesi çabasıyla geçti. Bu destekler de büyük ölçüde ekonomiden geldi. Marx Kapital’i bunun için yazmaya koyuldu. Emek-değer ve artı-değer teorisini kurdu. İlk cildini 1867’de yayınladı. Arkasını getirmeye ömrü yetmedi. Bir yoruma göre, kasten savsakladı, çünkü devrimin Batı Avrupa’nın en gelişmiş kapitalist ülkelerinden çıkacağı öngörüsünden vazgeçmiş, gözünü daha doğudaki geri despotizmlere dikmişti. Onun için, Batı proletaryasını ekonomi yoluyla kapitalizmin çöküşünün bilimsel zorunluluğuna ikna etmekle pek ilgilenmiyordu artık (Gareth Stedman Jones). Devrimseverliği kendine başka mecralar arıyordu.
Öte yandan, teorik bina kat kat yükselmeye devam etmekteydi: Marksist Felsefe, Marksist Tarih, Marksist Ekonomi. Diyalektik Materyalizm; üzerine Tarihsel Materyalizm; üzerine Kapitalizmin Ekonomi Politiği. Bu çerçevede, içinden çıktıkları Hegelci felsefeye de geri döndüğünü görüyoruz Marx ve Engels’in. Hegel’de çelişki kavramı vardı. Çelişkiden doğan hareket anlayışı vardı. Bir temel çelişkinin zamanla kendini açımlaması (ve dünya tarihini, insanlık tarihini yaratması) vardı. Tez-antitez-sentez vardı. İnkârın inkârı vardı. Hepsini aldı, Marksizmin kurucuları. Aldılar ve sadece felsefe alanının kendisinde değil, aynı zamanda tarihte (tarih teorisinde) ve ekonomide (ekonomi teorisinde) kullandılar.
Burada kendimi sadece tarihe nasıl uyguladıklarıyla sınırlayacağım. Kilit kavram, “ilkel komünizm”di. Hem bilimsel bir ilerleme, hem ideolojik bir abartıydı. 19. yüzyılın ortalarında, hem jeolojik ve biyolojik zamanın, hem tarihsel zamanın gerçek boyutları yeni yeni keşfediliyor ve biraz da zor idrak ediliyordu. Canlıların evrimi nosyonu ile toplumların evrimi nosyonu elele, kesişerek ve birbirini etkileyerek ilerlemekteydi. Dinozorlar Çağı gibi, bugün Prehistorya dediğimiz alan da yeni yeni keşfediliyordu. Devletsiz, devlet-öncesi, uygarlık-öncesi, sınıflaşmanın henüz derinleşmediği, “sosyal mesafe”nin çok açılmadığı, kadınların erkeklerle eşit ve yer yer daha üstün kabul edildiği, toprak (arazi) bazında değil kandaşlık (akrabalık) bazında örgütlenip yaşayan toplumlar da varmış demek! Antropolog ve arkeologlar arasında, öncelikle eşitlikçi, sosyalizan, sosyal adaletçi olanlar (Henry Lewis Morgan gibi), sırf ampirik-bilimsel değil aynı zamanda etik-politik kaygılarla bu tür bulguların üzerine atladı.
Onların da üzerine Marx ve Engels geldi. Bir yandan, değişimin, evrimin, toplumsal gelişmenin altını daha da kuvvetle çizdiler (bkz Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni). Diğer yandan, çok abarttılar, klan ve kabileler âleminin eşitlikçilik düzeyini. (1) Kutsal Kitaplardaki “cennet” ve “yitik cennet” fikriyle; (2) (Thomas Hobbes, John Locke, David Hume, Adam Ferguson, Adam Smith gibi) 17. ve 18. yüzyıl düşünürlerindeki “doğa durumu” (state of nature) fikriyle birleştirdiler. Adını “ilkel komünizm” koydular. Bakın, dediler, komünizm insanlığın geçmişinde de var ve geleceğinde de olacak. Bir zamanlar eşitlikçi bir “cennet” vardı ve özel mülkiyetle, sınıflaşmayla, devletle “yitirildi” (Paradise Lost). İnsan “düştü” sınıflı toplumlara (the Fall of Man). Ama o “cennet,” çok daha büyük ve ileri biçimde, geri gelecek. Bu, “helezonî tırmanış”ın bir parçası. Tez: sınıfsız toplum (ilkel komünizm). Antitez: sınıflı toplum (kölecilik, feodalizm, kapitalizm). Sentez: tekrar sınıfsız toplum (modern sosyalizm ve komünizm). Ya da inkârın inkârı. Sınıflı toplum: ilkel komünizmin inkârı. Sosyalizm ve komünizm: inkârın inkârı. Tarihin diyalektiği böyle işliyor. Güvenelim. İnanalım. İçimizi ferah tutalım.
Sosyalistler arasında, daha 19. yüzyılın ikinci yarısında bu masalın felsefi-metafizik karakterini ilk gören ve eleştirenlerden biri, “revizyonist” diye çok karalanan Eduard Bernstein (1850-1932) oldu.