“Saat 9’u 5 geçe saygı duruşu için yapılan ani fren, zincirleme kazaya neden oldu.”
10 Kasım akşamı internette bir gazetede okuduğum bu haber aklıma bir başka saygı duruşunu getirdi. Kitabı raflarımda bulamadım, okuyalı da çok uzun zaman oldu, ama Gün Zileli’nin anılarında anlattığı bir sahneyi hiç unutmuyorum (Yarılma, İletişim Yayınları, 6. baskı, 2015). Altmışlı yılların sonları, öğrenci hareketinin radikal zirvesine ulaştığı dönem, günlerden 10 Kasım. Ankara’da Dil Tarih’in bahçesinde öğrenciler saatin dokuzu beş geçmesini bekliyor. Fabrika düdükleri, ziller, kornalar zamanın geldiğini ilan ediyor, solcu öğrenciler rap diye hazır ola geçiyor.
Saygı duruşu sırasında öğrenciler DTCF’nin bahçe kapısının önünden, dışarıdan bir adamın yürüyüp geçtiğini görüyor. Ata’ya saygısızlık! Vay hain! Herkes öfkeleniyor, adamı tutsalar kim bilir ne yapacaklar, ama yapacak bir şey yok, bir dakikanın dolmasını beklemek zorundalar! Dolduğunda, bir grup hemen kapıya koşuyor, ama adam şanslı, gözden kaybolmuş, tehlikenin farkına bile varmadan paçayı kurtarıyor.
Eleştirel Tarih Yazıları kitabında (Liberte Yayınları, 2005) Mete Tunçay şöyle yazar:
“Atatürk’ün resimleri (evlerimizde de var ya) devlet dairelerinin, hatta özel işletmelerin bütün odalarında asılı; heykelleri meydanlarımızı süslüyor; büstleri okul bahçelerinde, köy alanlarında. Ölümünün yıldönümlerinde dokuzu beş geçe saygı duruşuna kalkıyoruz. Her ulusal bayramda onu yücelten söylevler çekiyor, yazılar yazıyoruz; şimdiye dek söylenmemiş bir övgü cümlesi bulmak için kafamızı zorluyor, birbirimizle yarışıyoruz. Ama askerler, kurumsallaşan törenlerinde hepimizi geçiyor: Kara Harp Okulu’nda yoklama yapılırken, onun okul numarasını okuyup ‘İçimizde’ diye bağırıyor, şehirlerimizin kurtuluş bayramlarında büstünü kucaklayıp koşturuyorlar.”
Atatürk’ün “büstünü kucaklayıp koşturmak” (bunu bir metafor olarak kullanır ve gerçek bir büstü yüklenip gerçekten koşmayı kastetmezsek) memleketimizde yeni bir şey değil elbet, ama nispeten yeni bir anlamı da var.
Necmettin Erbakan’ın 1996’da başbakan olmasından veya belki Recep Tayyip Erdoğan’ın 1994’te İstanbul belediye başkanı seçilmesinden bu yana ve özellikle de 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesinin ardından, Atatürk rozeti ve Türk bayrağı nitelik değiştirdi. Her ikisi de normal anlamlarını kaybetti ve artık “Ben şeriatçı/dinci/İslamcı değilim ve bunlara karşıyım” anlamına gelmeye başladı.
Bu karşıtlık belki bir ölçüde ‘endişeli modern’lerin kendilerine İslamî bir yaşam tarzı dayatılacağı korkusunu yansıtıyordu (ve bu korku Genelkurmay’ın tüm propaganda mekanizmaları kullanılarak sürekli depreştiriliyordu), ama daha önemli ölçüde sınıfsal bir içeriğe sahipti. Memleketin ‘geleneksel efendileri’ ellerindeki dizginleri taşralı, kaba saba, kıllı, eğitimsiz, Batı görmemiş bir kalabalığa kaptıracaklarını hissediyor, direniyor, rozetle bayrağı silah olarak kullanıyordu.
Yirminci yüzyılın başlangıcında yeni bir burjuva cumhuriyeti yaratmanın ideolojisi olarak görev yapan Kemalizm, yirmi birinci yüzyılın başlangıcında aynı cumhuriyetin üst ve üst orta sınıflarını yoksul ve dindar kitlelere karşı savunmanın ideolojisi olarak görevine devam etti.
Buraya kadar bir sorun yok. Devletin kuruluş ideolojisini, ideolojik çimentosunu, resmî ideolojiyi devlet ve egemenler elbette savunacak. Başta asker olmak üzere, devletin bütün kurumları elbette büst kucaklayıp koşturacak. Başka ne yapacaklardı ki?
Sorun olan, garip olan, Türkiye’ye özgü bir saçmalık olan şu: Burjuva devletin kurucusunu solcular ve sol partiler niye kutsar? Uzun etmeyeyim ama Marx işçi sınıfının mevcut devleti devralıp kullanamayacağını, devletin yıkılıp yerine proletaryanın kendi devletinin kurulması gerektiğini anlatır. Yani solculuk devletin resmî ideolojisiyle, nasıl söylesem, barışık olmamayı gerektirir en azından. Bu durumda, ölümünden 84 yıl sonra hâlâ Atatürk’e coşkulu sevgi ve saygı mesajları göndermek solculukla nasıl bağdaşabiliyor? Nasıl bağdaştığını Mihri Belli çok güzel anlatır (Yunus Emre’den Bill Gates’e, Cadde Yayınları, 2003):
“Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nın başına geçmek üzere Samsun’a çıkışının tarihi olan 19 Mayıs’ın Gençlik Bayramı olarak ilk kutlanışı 1935 yılında oldu. Okullar ve spor kulüpleri İstanbul’da Fenerbahçe Stadyumu’nda toplandılar. Geçit merasimi orada yapılacaktı. Kolej jimnastik takımı olarak biz de oradaydık. Kol başında ben vardım ve kocaman bir Türk bayrağı taşıyordum… Geçit resminde bizim yerimiz gerilerdeydi. Geldiler, ‘Bayrağın başta geçmesi gerek, bayrağı ver’ dediler. ‘Bayrağı vermem… Bayrağı biz taşırız’ dedim ve direndim… Sonunda… razı oldular. Evet o ilk gençlik bayramında ayyıldızlı al bayrağı kol başında taşıyan ben oldum… O dönemin ulusal gururunu körükleyen sloganlar, bizim duygularımızı da ifade ediyordu. Okul arkadaşlarım için aynı şeyi söyleyemem ama o ulusal gurur beni derin bir anti emperyalist görüşe vardırdı. Oradan da Marksizme zaten bir adım…”
“Ulusal gurur” ve millî çıkarları savunmaktan ibaret olarak görülen bir antiemperyalizm insanı Marksizme götürmez. Yakınına bile götürmez. Milliyetçilikle başlamıştır, milliyetçilikle biter. Türk bayrağıyla yola çıkmıştır, o bayrak hiç elinden düşmez. Ve her 10 Kasım’da Mustafa Kemal için gözyaşı döker.