Siyasetimiz, içinde sayısız çelişki barındırıyor ve sanki, “iyi siyasetçi”den bu çelişkileri yokmuş gibi göstermesi bekleniyor. Çünkü, çelişkilerle yaşamak fazlasıyla huzursuz edici. Yüzleşmek ise düşünülemeyecek kadar zor gözüküyor. O nedenle en iyi çözüm, ilgilenmemek gibi duruyor!
Toplumda, siyaseti bilerek ve isteyerek takip etmeme tavrı çok baskın. Evet, insanlar seçimin gelmesini belirli bir heyecanla bekliyorlar ama siyaseti bilinçli bir tavırla takip etmiyorlar. Takip etmemeyi ve birazdan çeşitli göndermelerle bahsedeceğim Against Democracy kitabının (Princeton University Press) yazarı Jason Brennan’ın deyimiyle, “rasyonel bir irrasyonelliği” kendi iradeleriyle seçiyorlar.
Sokaktaki vatandaş bilgisiz, evet! Sokak röportajlarında gözükenler gayet doğru. İnsanlar, olan bitenin içeriğine dair neredeyse hiçbir şey bilmeyebiliyorlar. Çıkan yasaların ne hakkında olduğuna, neden çıkarıldığına ve en önemlisi, olası sonuçlarına dair bilgileri yok. Çok sevilen İHA’ların ya da SİHA’ların açılımını yapabilecek insan da çok az çıkabilir, evet. Ama bu onların cahilliğinden, geriliğinden ve hatta umursamazlıklarından kaynaklanmıyor. Belki de tam tersine, fazlasıyla bilgili ve fazlasıyla ilgili olmak isteyip olamıyorlar, bundan çok acı çekiyorlar. Bu durumdan herkesten çok rahatsızlar. Açıkça görülen şey şu ki en bilgisizler, canları en çok yananlar ve neden olduğunu net olarak anlayamasak da aramızdaki en rahatsız ve huzursuzluk duyanlar. Ve bu nedenle, kayıtsızlıkları vurdumduymazlıklarından değil. Asla değil; canları çok yandığından!
Brennan’ın kitap boyunca anlatmaya çalıştığı gibi bu gibi insanlar, başka çareleri olmadığı için bunu seçiyorlar. Bilmemeyi bilerek seçiyorlar yani. Çünkü birincisi, siyaseti fazlasıyla yozlaşmış, yozlaştırıcı ve çözümsüzlük alanı olarak görüyorlar. Siyasetten büyük beklentileri yok. Farklı partilerden de bir fark yaratmaları beklemiyorlar. Bir kurum olarak siyasete kesinlikle güvenmiyorlar. O nedenle, kişilere güveniyor, en çok da siyasetin bütün bu kirlenmişliğine bulaşmadığını hissettikleri insanlardan medet umuyorlar. Siyaset yapmak için siyaset yapan insanlardan hoşlanmıyor, bir biçimde yüreğinin derinliklerinden gelen bir mesuliyet duygusuyla iş yaptığını hissettikleri insanları arıyorlar. Siyaset yapmayan insanlar daha cana yakın, daha güvenilir ve içten geliyor. Siyaset samimiyetin tersiymiş gibi görülüyor ve bu nedenle söylediklerini, siyaset olsun diye değil, hiçbir sorumluluğu olmasa dahi kendi özel hayatında da bunun kavgasını verecek, aynı şeyleri aynı heyecanla söyleyecek insanları samimi görüyorlar. Laf cambazlığına, söz hokkabazlığına, demagojilerle göz boyamaya maruz kalmamak ve siyasetin kirletici etkisinden kendilerini korumak için de uzak durmayı istiyorlar. Siyasete saygı duymuyor, onu zannedildiğinin aksine önemsemiyor ve bir kelimeyle, ilgilenmiyorlar. Küçümsüyorlar! Seçimi büyük bir heyecanla bekleyenler de ilgilenmiyor, oy kullanıp kullanmayacağından emin olamayan da…
Ve ikincisi, toplumun çok büyük bir kısmı (yani, ironik bir biçimde demokrasiye hayatiyet veren geniş çoğunluk) kendilerini ellerinden hiçbir şey gelemeyecek kadar çaresiz ve güçsüz hissediyor. Güçlü lider, bütün bu güçsüzlükleri şahsında toplayarak gücünü kazanıyor sanki. İnsanların çaresizliklerinden besleniyor. Siyaset bu noktada bir tür çaresizliğin çaresine dönüşerek araç olmaktan çıkıp bizatihi nihai amaç haline geliyor. Seçimi kazanmak için kazanmak gerekiyor, sonrası ya da başka üst amaçlar için değil. Kendilerini çaresiz ve fazlasıyla güçsüz hisseden kitleler, bu duygudan kurtulmak için mutlaka birileriyle özdeşleşmek zorunluluğu duyuyor. O andan itibaren liderlerin ne söylediklerine değil kim olduklarına, kendi çaresizliklerini yaşamış olup olmamasına bakıyor. Diğer bir deyişle, bu kesimler için liderin de vaktiyle kendini güçsüz ve çaresiz hissetmiş, tam da bu nedenle siyasete zorunlu olarak bulaşmış insanlardan olması gerekiyor. Bile isteye siyaset yapmak ayıplanıyor ve hor görülüyor. Bunu bulduklarında, siyaseti takip etmeyip olabildiğince geriden izlemek acıyı dindirdiği gibi eğlenceli bile olabiliyor. çünkü nihai anlama ve amaca ulaşılmış oluyor. Tam da bu nedenle, Türkiye’de seçimler amaca giden yolun ilk adımı değil varış noktası ve bitiş çizgisi gibi algılanıyor. Esas olan söz konusu bu kişiyi ya da kişileri bulmak, diğer her şey ikincil! Siyasetin amacı bu. Her kim ki insanları bu amaçtan çıkarıp siyasetin içine çekmeye çalışırsa rahatsız ve huzursuz edici bir etki yapıyor (sokak röportajlarının yaptığı gibi). Bunu bozan herkese karşı huzursuz bir öfke duyuluyor. Çünkü hem siyaset büyük bir anlam kayması yaşamış durumda hem de insanların ellerinden başka bir şey gelmiyor ve gelmeyecek, bunu biliyorlar. Ellerinden gelen tek şey sandıklara kendi elleriyle attıkları zarflardan ibaretmiş gibi bir duygu bu!. Zarfları içlerindeki sayısız duyguyu lidere duyurmak istedikleri bir mektup gibi sandığa atıyorlar bu yüzden.
Amerikalı yazar Brennan, bunun bir demokrasi sorunu olduğunu, demokrasinin bugüne kadar aşırı şekilde yüceltildiğini, özellikle siyasete katılmanın fazlasıyla önemsendiğini ama gerçeğin bunun tam tersi olduğunu söylüyor. Siyaseti yakından izleyip, buldukları her kanaldan katılım gösteren insanlarla kayıtsız biçimde uzak kalmayı seçenleri kıyaslıyor ve çarpıcı bir biçimde siyasete dahil olundukça yozlaşmanın arttığını, insanların geçmişe kıyasla daha kötü kişiler haline geldiklerini ileri sürüyor. “Arkadaşlarınıza bakın” diyor mesela. “Siyasete bulaşmadan önceki hallerine ve sonrasına, ne demek istediğimi anlarsınız!” Dahası, katılımın insanları, entelektüel ve ahlaki olarak geliştirmediğini, tam tersine geriye götürdüğünü ve bozduğunu, “civic enemies”e (s.26) dönüştürdüğünü, yani gündelik hayatın içinde birbirimize düşmemize neden olduğunu, kamplaştırdığını savunuyor (Bizim Malatya’da “soyka kalasıca [soyha galasıca] siyaset” diye bir kullanım olması boşuna değilmiş meğer!).
İşte bu nedenle, demokrasilerde siyaset küçük bir azınlığın profesyonel işi haline geliyor. Her seçimde olan şey, yönetici azınlığın el değiştirmesi oluyor, o kadar. Çok az kişi biliyor bilinmesi gerekenleri. Brennan, ironi yüklü bir şekilde şöyle diyor: “İş siyasete geldiğinde, bazı insanlar her şeyi biliyor, bazıları hiçbir şey ve bazıları da hiçbir şeyden de azını biliyor.” (s.54)
Hiçbir şey bile bilmemek, hiçbir şeyin azını bilmek nasıl oluyor demeyin. Bu işte tam da insanların bunun için çok uğraştıklarını gösteriyor. İnsanlar çok çalışarak hiçbir şey bilmemeyi öğreniyorlar zaman içinde ve gündelik hayatın geçim kaygısı, gelecek endişesi gibi yakıcı meselelere boğulup gittikçe, bilmemek daha az acı verici oluyor. Şurası çok açık ki pek çok demokraside -başta bizimki olmak üzere- insanlar siyaseti daha çok bilme meselesi olarak da görmüyorlar. Seçime kadar gözlerini kapayıp seçim günü vazifesini yapıyor ve acil yakıcı sorunlarına yeniden dönüp her şeyi yeniden unutarak ancak hayatlarını idame ettirebiliyorlar. Aradıkları kişi daha çok bilen değil daha çok hissedebilen oluyor!
Brennan’a göre demokrasilerde “ortak akıl”dan söz etmek mümkün değil çünkü hiçbir iktidar salt akla dayanarak varlığını sürdüremiyor. Öte yandan siyaseti yakın takip etmek, sıradan bir seçmen için hiç de akıllıca ve rasyonel değil. Çünkü bir şeyin rasyonel olması için elde ettiklerimizin harcadıklarımızın üzerinde olması gerekli. Oysa siyaset bunun tam tersi bir sonuç çıkarıyor ortaya. “Rasyonel kayıtsızlık teorisi şunu söyler ki çoğunluk insanlar kayıtsız kalmayı seçerler çünkü siyasal bilgiyi elde etmenin olası maliyeti elde edilecek bu bilgiden gelecek faydanın üzerindedir.” (s.76). Durum buysa, kim siyasete neden gereğinden fazla ilgi göstersin sorusunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu? Basitçe, faydası maliyetinden çok olan insanlar!
Eğer her şey fayda-maliyet hesabından ibaret olsaydı açıklaması da kolay olurdu fakat bereket versin siyaset sadece akla -ve de ortak akla- dayanmıyor! Brenann’a göre, bilgisizlik arttıkça beraberinde irrasyonalite de artıyor ve seçmen tercihleri de o oranda önyargılı ve partizanca olmaya başlıyor (s.80). Yenme yenilme, alt etme-üstüne çıkma oyununa dönüşüyor. Bu yaşandığında ortada gerçek anlamda siyaset kalmıyor. “Siyasi kabilecilik” (s.84) durumu bu esnada ortaya çıkıyor.
Toparlamak gerekirse, Brennan siyasal irrasyonelliğin neden rasyonel olduğunu anlatmaya çalışıyor kitapta (s.102). Çünkü, yazının başına dönerek söylersek, özellikle yozlaşmanın ve çaresizliğin ana özellik olduğu politik kültürlerde siyaset, tam da akılla açıklanamayacak bir nitelik kazanıyor. İnsanlar, düşünülemeyecek kadar zor bir durumdan kurtulmak için düşünmemeyi bile isteye seçiyor ve güvenebilecekleri tek şey olan yüreklerinden gelen sese kulak vermek dışında seçenekleri kalmıyor.
Sorun şu ki yüreklerinden gelen ses çoğu zaman çaresiz bir haykırış oluyor ve o oranda çok bağıranlar kazanıyor. Siyasetse ölüyor!