Ülkemizde devlet işleri ile ilgili saydamlığın nerede ise tamamen kaybolduğu bir gerçektir maalesef. Medyanın büyük ölçüde iktidarın kontrolüne geçmesinden sonra otosansür kavramı belki Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana görülmemiş boyutlara ulaşmış, halk ülkede ve dünyada meydana gelen gelişmeleri resmi ağızlar dışında öğrenme imkanından mahrum tutulmaya başlamış, muhalefet de kendi dar kısır döngüleri içinde savrulurken iktidarı eleştirme görevini yapamaz olmuştur. Ülkenin en önemli sorunlarında gördüğümüz bu durumun aslında nerede ise her alanda mevcut olduğunu söyleyebiliriz.
Dış ilişkiler üzerinde duracak olursak, milletimiz oldum olası yabancı ülkeler ve devlet insanları söz konusu olduğunda onlara yukarıdan bakan, sert bir dil kullanan, gerekirse hakaret eden devlet adamlarından hoşlanmıştır. Yabancı karşıtının “ağzına reçel doldurdu” tabiri gençliğimden beri sık sık işittiğim, halkımızın bu şekilde bilinçlendirilmesini sağlayan medyanın da ezelden beri çok sevdiği ve takdir ettiği bir hareket tarzının özetidir.
Eskiden bu yaklaşım medyanın tekelinde iken ve devlet insanları söylemlerinde yine de daha dikkatli davranırken son yıllarda bu tür hakaretamiz ifadelerin yetkililerin ağzında da had safhaya ulaştığını görüyoruz. En yüksek seviyeden itibaren bakanlar ve diğer siyasetçilerin içeride karşıtlarına kullandıkları üslubu ve hakaretamiz ifadeleri dışarıdaki muhataplarına kullanmaktan da ayrı bir zevk aldığını, halkın da bundan hoşlanacağı düşüncesiyle hiç çekinmeden en ağır hakaretleri savurduklarını görüyorum. Dış muhataplarıyla böyle bir hareket tarzına nadir istisnalardan birinin Milli Savunma Bakanı olduğunu söyleyebilirim. Yunanlı muhataplarıyla görüşürken dahi üslubuna dikkat ettiği, hakaret etmekten çekindiğini görüyorum. En azından hakaret etmenin özellikle dış ilişkilerde yarar sağlamayacağını idrak ettiği için onu kutlamak gerekir.
Hakaret bazen bilgisizlikle de buluşunca komiklik derecesine ulaşıyor. Örneğin Rotterdam’ın aslen Faslı ve Müslüman olan Belediye Başkanına birkaç yıl önce “nazi” suçlaması iktidar tarafından savrulduğunda, cevaben kendi kökenine işaret etmiş, ayrıca şehrinin İkinci Dünya Savaşında gerçek naziler tarafından yerle bir edildiğini terbiyeli bir üslupla hatırlatmıştı. Dış basında bu olay yetkililerimize karşı alaycı bir şekilde kullanılmıştı. Diğer taraftan kendisini doktora muayene ettirmesi tavsiyesine muhatap olan Fransa Cumhurbaşkanı, yine “nazi” olmakla “suçlanan” Almanya’nın o zamanki Başbakanı, çok genç olduğu için muhatap alınmayacağı iddia edilen Avusturya’nın o zamanki Başbakanı ya bu hakaretlere tepki göstermemiş, ya da Rotterdam Belediye Başkanı gibi farklı bir üslup kullanmayı tercih etmişler ve alaycı cevap vermişlerdir. Kamuoyumuz belki bu itişmelerden hoşlanmış olabilir ancak iktidarımızın dışarıdaki prestijinin bundan sadece zarar gördüğü açıktır.
Gerçi son zamanlarda artık iktidar hakaretamiz ifadeler kullanmamaya özen göstermeye başlamıştır. Ancak karşıtlarının maruz kaldıkları hakaretleri unuttuklarını düşünmek safdillik olur. Nitekim yapılan üst düzey ziyaretlere bakılınca bunların nerede ise tamamının uluslararası toplantılara katılım için veya demokratik olma iddiası olmayan ülkelere yapıldığı görülüyor. Batı ülkelerinden devlet veya hükümet başkanı düzeyindeki ziyaretler de çok seyrekleşti. Belli ki hakaret dalgaları iz bırakmış, bu ve başka nedenlerle iktidara karşı derin bir güven bunalımı oluşmuştur. Bu güven bunalımının kaybolmasının iktidar değişmezse yıllar alacağını, hatta belki hiç kaybolmayacağını, değişirse dahi yeni geleceklerin aynı hataları işlememelerine bağlı olacağını söylemek gerekir.
Dış politikamızda özellikle son zamanlarda karşılaştığımız başka bir sorun tutarsızlıktır. Tutarsızlığın bence iki yönü var. Birincisi iktidarın çeşitli kanatları arasındaki söylem farkı, ikincisi ise de pek anlaşılmaz ve izah edilmeyen ancak sık sık görmeye alıştığımız U dönüşleridir. Geçtiğimiz günlerde ikisine de şahit olduk. İstiklal Caddesinde meydana gelen ve tüm ülkeyi üzen, üzerindeki sis perdesi kalkmamış olan bombalı terör eylemi üzerine İçişleri Bakanı doğrudan doğruya ABD’yi işaret etmiş, onun taziyelerini kabul etmediğini ve onunla ittifakımızı sorgulamanın zamanının geldiğini söylemesinden birkaç saat sonra Cumhurbaşkanı dünyanın öbür ucunda ABD Başkanı ile masaya oturmuş, taziyelerini kabul etmiş ve Twitter hesabından bunu duyurup teşekkür etmiştir. Benim neslimden olanlar koalisyon dönemlerinde bu tür olaylara sık sık rastlandığını, koalisyon hükümetlerini oluşturan farklı partilere mensup bakanların, bazen de aynı partide olup birbirlerinin rakibi olan bakanların farklı ve hatta birbirine zıt görüşler dile getirdiklerini hatırlarlar. Bu durumda koalisyonu oluşturan parti liderleri araya girer etrafı yatıştırır, müteakip kavgaya kadar da sular durulmuş olurdu.
2018 yılından bu yana yaşadığımız katıksız başkanlık rejiminde aslında böyle durumlara rastlanmaması gerekir. Bu rejimde milletvekili dahi olmayan bakanların statü olarak bürokratlardan farkı yok. Beyanlarında yukarının çizdiği söylemin dışına çıkmamaları beklenir, en azından ilke olarak. Bunun olmaması, aslında Türkiye’nin fiili bir koalisyon tarafından yöneltildiğinin işareti sayılmalıdır. Tabii son söz yine Cumhurbaşkanına aittir şüphesiz. Ancak, düzenli aralıklarla farklı görüş beyan eden yetkililere karşı herhangi bir müeyyide uygulanmaması başkanlık rejiminin tam oturmadığını, iktidarın farklı mensuplarının kullanacakları ifadeler hakkında talimat almadıklarını, alıyorlarsa da cezalandırılma korkusu içinde olmadıklarını, en azından bazıları için gösterir. Tabii bu durumu hem yurt içinde hem de yurt dışında izleyenler tebessümle karşılıyorlardır muhakkak.
Tutarsızlığın bir diğer ve belki de daha şaşırtıcı yönü keskin dönüşlerdir. Bunun son bir örneğini Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında Katar’da meydana gelen el sıkışma olayı teşkil etmektedir. Burada en azından benim dikkatimi çeken husus, iki ülke arasında yakınlaşmada ilk birkaç adımın Türkiye tarafından atılmış olmasıdır. Yukarıda da hatırlattığım gibi bir çok konuda saydamlıktan yoksun olan ülkemizde neler olup bittiğini takip etmek kolay değildir. Mısır’ın ülkemizden başlıca isteklerinin birisi buraya sığınmış ihvancıların sınır dışı edilmesi ve televizyon kanallarının susturulmasıydı. Kanallarının susturulduğu iddia edilmişse de bir ihvancı bunu inkâr etmiştir. Ayrıca sayıları 30’un üstünde olan bu kişilerin gözaltına alındığı rivayet edilmişse de teyidi gelmemiştir. Benim aklıma gelen el sıkışma sahnesini yaratan Katar Emirinin bu kişilere ülkesinde sığınma sağlamayı önermiş olabileceğidir. Ancak bu konu da karanlık noktalar arasında, en azından şimdilik.
Mısır’la mevcut ihtilaflarımızın belki de daha önemlisi Libya’da iki ülkenin farklı yönetimleri desteklemesidir. Ondan başka Türkiye’de bazı çevrelerin çok sevdiği Mavi Vatan “doktrininin” temel direği iktidarımızın desteklediği ihvancı Trablus yönetimiyle yapılan deniz hudut ve hidrokarbon araştırma anlaşmalarıdır. Mısır bu anlaşmalara şiddetle karşı çıkmış, Yunanistan ve Kıbrıs ile bu anlaşmalarla uyuşmayan farklı sınırlandırma anlaşmaları yapmıştır. Nitekim daha iki hafta önce Trablus yönetimiyle aynı alanları kapsayacak hidrokarbon araştırma anlaşmasının yapılmasını protesto eden Mısır Dışişleri Bakanı Semih Şükrü bu durumda Türkiye ile diyalogu kestiklerini açıklamıştır. Şimdi iktidar Mısır’la yakınlaşma uğruna Mavi Vatan tezlerinden ve Trablus yönetimiyle yapılan, uluslararası deniz hukuku kurallarına uygunluğu tartışmalı anlaşmalardan, daha da önemlisi o yönetime sağladığı ve büyük ölçüde ayakta kalmasına yardımcı olan askeri destekten vaz mı geçecek? Daha kısa bir zaman öncesine kadar Sisi’ye her türlü hakareti yağdırmakta beis görmeyen iktidarımız birdenbire neden 180 derece dönme ihtiyacını duydu? Karşılığında Mısır’dan beklentiler nelerdir? IMF yardımları olmasa ekonomisi çökecek olan Mısır Türkiye’ye ekonomik yardımda bulunamayacağına göre acaba arkasında Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler duruyor da onlar mı iktidarımıza çok ihtiyacı olan paraları verme konusunda bir ön koşul olarak bu el sıkışma sahnesini dayattılar? Bunları bilmiyoruz çünkü iktidar artık sorgulanma alışkanlığına sahip değil, soru sorulduğunda aklına eseni söyleyebilmektedir.
Ancak gelişmelerden en azından şimdilik Sisi’nin kazançlı çıktığını söylemek yanlış olmaz. Tabii kendisine yağdırılan hakaretleri unutup unutmadığını bilmiyoruz. Unutmuş ise şayet, Ankara’daki Mısır Büyükelçiliğinin son günlerde bu konuda Türk medyasında yapılan hatırlatmaları kendisine iletmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Ve tabii onca hakarete kendisini layık görmüş bir liderle samimi bir ilişkiye girmek isteyeceği, hele ve hele serbest olacağı ümit edilen seçimlere birkaç ay kala şüphelidir. Ancak Mısır’la ilişkilerde bu kadar keskin viraj almış iktidarımızın başka hangi alanlarda benzer tornistanlar yapacağını merak etmemek mümkün değil.
Suriye ile ilişkilerde de böyle bir U dönüşüne hazırlanıldığı görülmektedir. Ancak anlaşıldığı kadarıyla Esad işi ağırdan almakta, barışmak için Türkiye’nin yıllardan beri desteklediği “ılımlı” muhaliflere yardımları kesmesini ve işgal etmekte olduğu Suriye topraklarından en azından zaman içinde çekilmeyi taahhüt etmesini istemektedir. Bu esaslar üzerinden kurulacak bir diyalogun Türkiye için getirisinin ne olacağı müphemdir. En azından sayıları hala 3,7 milyonu olan mültecilerin ülkelerine dönüşü için bir kapı açmayacağı açıktır.
Dış politikamızın özellikle son zamanlarda en belirleyici unsurlarından biri de uzlaşmazlık diyebiliriz. Gerçi uzlaşma hem iç hem dış politikada oldum olası bir zaaf olarak görülmekte ve gelmiş geçmiş tüm iktidarlar bundan kaçınmaktadır. Bu nedenledir ki 40 yıl sürmüş meslek hayatım boyunca ülkemizin karşılaştığı hiçbir iç veya dış sorunun çözüme ulaştırılmasını görmek nasip olmadı. Tersine mevcut sorunlara hep yenisi eklenmiştir. Eski sorunlar çözümlenmeden farklı ülkelerle yeni sorunlar ortaya çıktıkça ülkemiz yalnızlığa itilmiş, bu durumdan hep başkaları yararlanmıştır. Kıbrıs, Yunanistan, Kafkaslar, vs. bunların örnekleri sayılabilir. Geçmişte bir neticeye varılmasa bile en azından konuşma ve müzakere teşebbüsü yapılır, çözüm iradesinin mevcut olduğu izlenimi yaratmaya çalışılırdı. İktidarın ilk yıllarında özellikle Kıbrıs konusunda bu şekilde hareket edildiğini söylemek mümkün. Başbakanlığının ilk yıllarında Erdoğan Kıbrıs konusunda seleflerinden farklı olarak yapıcı bir çizgi benimsemiş ancak geç kalındığı için istenen netice hasıl olmamıştır. Belki o tecrübenin de etkisiyle uzlaşma arayışlarının neticesiz kalacağı sonucuna varmış ve yukarıda bahsettiğim şekilde yüksek perdeden konuşma yolunu benimsemiştir. Ancak bu da netice vermemiştir. Hiçbir ülke sorunlarını Türkiye’nin şartları temelinde çözmeyi kabul etmemiş, hiçbir alanda ilerleme kaydedilememiştir.
Bütün bu hususlar üst üste geldiğinde ülkemizin nereye gitmek istediği, nasıl bir çizgi takip ettiği gibi konularda dış dünyada soru işaretlerinin çoğalmakta olmasını doğal karşılamak gerekir. Rahmetli Süleyman Demirel’in meşhur ettiği “dün dündür, bugün bugündür” sözünü şiar edinmiş bu iktidarın sabit bir hat üzerinden ilerlemeyeceği, istikrarlı hareket edeceğine güvenilemeyeceği kanaati yaygınlaştığından ülkemizin belli başlı partnerlerinin herhangi bir taahhüde girmeden seçimleri bekleyeceği açıktır. Seçimlerin bu alanda bir şey değiştirip değiştirmeyeceğini ancak zaman gösterecektir.