Asker kökenli TV yorumcularının hayatımıza girişi 2003’teki İkinci Körfez Savaşı sırasında olmuştu.
TV ekranlarına bu birinci dalga çıkarma, askerlerin hangi çerçevelerle akıl yürüttüğünü ve bunları hangi biçimlerde ifade ettiğini doğrudan izleyebilmemize imkân veren belki de ilk mecraydı.
O günlerden akılda kalan şeylerden biri, bu askerlerin yorum ve değerlendirmelerinin büyük kısmının isabetsizliğiydi.
Askerlerin zaman içinde yanlışlanan o değerlendirmelerine kaynaklık eden askerî strateji formasyonları o günden bugüne ara ara istihza ile eleştirilse de o formasyonu yaratan askerî eğitim sistemi ve askerî iş görme biçimleri ciddi ve bütünlüklü bir tartışmaya konu edilmedi. Son yıllarda kökten değiştirilerek Milli Savunma Üniversitesi çatısı altında sivillerce yeniden kurgulanan askerî eğitim sistemi de bu tartışmayı pas geçen aceleci bir iştah üzerine kuruldu.
Akılda kalan bir diğer şey de, “beyefendi” bir suretin içine oturtulmuş olsa da fikrinin doğruluğundan muhakkak emin ve uzmanı olduğunu düşündüğü o alanda sivillerin düşüncesini pek de önemsemediğini dışavuran, tartışmaya kapalı üniformalı bir dildi.
Askerlerin TV ekranlarına yaptığı ikinci çıkarma dalgası 15 Temmuz’dan itibaren gerçekleşti. Gerek 15 Temmuz’un kendisi (nedenleri, sonuçları, oluş biçimi, vs.) ve gerekse hemen ardından Suriye’de ve Türkiye’nin güneydoğusunda girişilen askerî operasyonlar bir asker gözüne ve askerî uzmanlığa ihtiyaç duyuyordu. Böylelikle askerler “tartışma programları”ndaki yerlerini aldılar ve uzun uzun dinleyip uzun uzun konuşur oldular.
Öte yandan, bu ikinci dalgadaki yorumcu askerlerle ilk dalgadakiler arasında birtakım farklar göze çarpıyordu.
Aradan geçen yaklaşık yirmi yıl içinde askerler sivillerle nasıl konuşulacağını biraz daha iyi öğrenmiş gibiydiler. En azından dışa yansıyan tutumları bakımından tartışmaya daha açık ve eleştirilmeye karşı daha müsamahalı görünüyorlardı. (Kuşkusuz, çoğunluktan söz ediyorum; ilksel köklerinden kopmayanlar da vardı.)
İkinci olarak, bu yeni dalgadakiler görece daha gençti. Körfez savaşı dönemindeki emekli generallere şimdi emekli binbaşılar, emekli albaylar, vb. eklenmişti.
Bir başka farklılık ise bu eski askerlerin isimlerinin önünde görünen akademik derecelerdi. Çoğunun askerî sıfatlarının önünde artık doktor, doçent ve hatta profesör yazıyordu. Bir kısmı ağırlıkla vakıf üniversitelerine ait olmak üzere birtakım araştırma merkezleri ve enstitülerde masa sahibiydiler.
Güvenlikçi politikaların iyiden iyiye baskın hale geldiği takip eden yıllardaki toplumsal ve siyasal hava, eski askerlerin bu TV programlarındaki yerlerini perçinledi.
Derken, katıldıkları programların kendi akışı içinde, bu askerlerden beklenen yorumlar askerî alanla sınırlı olmaktan uzaklaştı ve hazır gelmişlerken, ekonomiden LGBT haklarına, İstanbul Sözleşmesinden iç siyasal çekişmelerin sıcaklığına doğru genişçe yayıldı.
Bu yayılmayla birlikte toplum bu askerlerin, o konular hakkındaki görüşlerini de öğrenme fırsatını buldu.
İnsanları şaşırtan şey de bu görüşler oldu.
Askerî kariyerlerine akademik dereceler de eklemiş bu eski subayların o tartışma programlarında sergilediği kimi akıl yürütmeler ve dünyaya, yaşama, ülkeye, insana, tarihe ve kültüre ilişkin kimi görüşleri izleyicilerde şaşkınlık yaratacak cinstendi.
İzleyicilerin çoğu, onların ne askerî geçmişleriyle ne de akademik unvanlarıyla izah edilemeyeceğini düşündükleri o laflar karşısında şöyle düşündü: “Yahu bu adamlar yıllarca TSK’nın o makamlarında nasıl görev yapmış, binlerce insana komuta etmişler!” Hemen arkasından şu da ekleniyordu: “Bir de doktora yapmış!” Oradan da şu: “İyi ki bu insanlarla bir savaşa girmemişiz!”
Bu sert eleştirilere karşın, tıpkı İkinci Körfez Savaşında askerlerin yanlışlanan o değerlendirmelerine kaynaklık eden strateji formasyonlarının, TSK eğitim sisteminin ve askerî iş görme biçimlerinin bütünlüklü bir tartışmaya konu edilmemesi gibi, bu yeni dalgadaki askerlere yönelik eleştiriler de eleştiri nesnesine sertçe dokunup geçen, onun kabuğundan küçük parçalar kopartsa da çekirdeğine değemeyen bir yüzeysellikte kalıyor.
Örneğin, bu kişilerle girilecek bir savaştan yenik çıkılacağını ima eden o son eleştiri, ilk bakışta sert ve anlamlı görünse de, aslında bu toplumsal tipi karikatürleştirdiği ölçüde onu gerçek bir tartışma ve eleştiri zemininden kaçırıyor.
Oysa, “bu adamlar” denen kişilerin yönettiği bir savaşın sonucu yenilgi değil, şaşırtıcı biçimde bir zafer de olabilir. Böylesi bir zafer durumunda esas sorun, zaferin hangi soyut (örneğin birlik duygusu yahut örgütsel sadakat) ve somut (örneğin insan canı) kaynakların yanlış ve “aşırı” yönetilmesine borçlu olduğumuzu muhtemelen hiçbir zaman bilemeyecek oluşumuz olurdu. Tıpkı şu anki kimi askerî başarıları hangi maliyetlere borçlu olduğumuzu bilmediğimiz gibi.
Esas meseleye dönersek, peki gerçekten, “bu adamlar nasıl yıllarca TSK’nın o makamlarında görev yapmışlar? Üstelik bir de doktoraları var!”
Dikkat edersek bu eleştirinin, aslında bu iki kuruma (TSK’ya ve üniversitelere) yönelik bir iyimserliği ön varsaydığını fark ederiz. Yani bu soru, aslında bu kurumların tozunu yutmuş kişilerin “böyle” olmaması gerektiğini ima ediyor.
Peki gerçekten öyle mi? Yani bu iki kurumun bu tür “arızalı” ürünler üretmediğini, üreyen varsa da onları belirleyip bünyesinden dışlama veya onu yeniden eğitme becerisine sahip olduğunu öne sürebilir miyiz?
Başka bir biçimde sorarsak; böyle tuhaf fikir sahibi insanlar her iki kurumun kolaylıkla üretebildiği bir tip mi, yoksa birer istisna mı?
Bu soru, bu kurumlara yönelik soğukkanlı bir eleştiri ve soruşturmayı gerektiriyor.
Böylesi bir eleştirinin akademi ayağında birikmiş epey bir literatür var. Hasan Ünal Nalbantoğlu’nun “çakma”lıkla itham ettiği yeni akademisyen tipolojisini anlattığı 2003 tarihli makalesi bunların en çarpıcılarından biriydi:
“Üniversite A.Ş.de bir ‘homo academicus’: ‘ersatz’ yuppie akademisyen.”
Girişimci üniversitenin yeni akademisyen tipolojisinin karakter ve ahlâkını tartıştığı bu makalede homo academicus için kullandığı sıfat “ersatz yuppie” idi Nalbantoğlu’nun.
Yedek, sahte, “çakma” anlamlarına gelen Almanca ersatz’ı Nalbantoğlu “aslının kötü kopyası” anlamında kullanıyordu. Yuppie ise, bilindiği gibi, Young Urban Professional’dan (genç kentli profesyonel) türüyor ve yükselme tutkunu yeni tür çalışanları tanımlıyordu. Olumsuz bir imayı kendinde zaten barındıran yuppie’yi böylelikle şeddelendiren Nalbantoğlu, makale boyunca bu akademik tipe dair derinlikli çözümlemeler yapıyordu.
Nalbantoğlu, mesela, kendi alanında “uzmanlaşmış” bu kitlenin entelektüel ufkunun son derece sınırlı olduğuna dikkat çektikten sonra şu alıntıyı yapıyordu: “Uzmanlaştıkları konular dışında bu bilim insanları pencere pervazına yapışmış eşekarıları kadar çaresizdirler. Tek kelimeyle, bu kişiler zekâdan yoksun [without being intelligent], yalnızca malûmat sahibidirler [informed].”
Oysa, onun söylediği gibi: “Bilgiyle iştigal, doğru düzgün, çarpıklıktan uzak bir yaşam kurma yönünde güçlü bir arzudan doğuyor ve bu arzuyu besliyorsa bir anlam taşır. Üstelik, ‘bilgi’ye ulaşmanın yolu, bağımsız ve cesur bir ‘ben’i, yani ‘kendi’ni adım adım kurmaktan geçer.”
Subayların Nalbantoğlu’nun eleştirdiği bu akademik tiple ve bu üniversite kurumu ile karşılaşması 2000’li yılların başında oldu. O yıllarda TSK liderliğinin bence iyiniyetli bir inisiyatifi olarak subayları lisansüstü akademik eğitime teşvik eden kurumsal gayreti süratle yozlaştı. Barış dönemi ordusunun durağanlığı içinde binlerce, on binlerce benzerinden ayrışarak kendini göstermenin kolay bir yolu olarak görüldü akademik dereceler. Derken, önce birkaç devlet üniversitesinde, ardından da birçok vakıf üniversitesinde subaylara seri halde yüksek lisans diploması veren akademik montaj hatları türedi. Bu montaj hatları öylesine yaygınlaştı ki subay sayısının yeterince çok olduğu yerlerde üniversite (A.Ş.) hocaları kışla içinde ders verir, sınav tarihleri askerlerin tatbikat tarihlerine göre ayarlanır oldu.
Vakıf üniversitelerinde işler böylesi bir ticari akılla ilerlerken, devlet üniversitelerinde de vatan savunmasındaki bu subayları birtakım sıkıcı akademik kural ve ilkelerle sıkboğaz etmekten kaçınmayı görev bilen “hallederizci” bir habitus ve rektörlüklerle garnizon komutanı generaller arasındaki karşılıklı protokoler işbirliği subayların imdadına yetişiyordu.
Tüm bunların Nalbantoğlu’nun tasvir ettiği etik hattan kaç fersah uzak olduğunu söylemeye gerek yok.