Son zamanlarda muhalefetin büyük bir bölümünün oluşturduğu ve adı 6M olarak kısaltılan Altılı Masa kamuoyu ve medyada gittikçe artan dozda eleştirilere muhatap oldu. Bu eleştirilerin başlıcası muhalefetin bir koalisyon şeklinde iktidarı kazanması halinde ülkenin temel sorunlarına nasıl bir çözüm getireceği konusunda açık bir program belirleyememiş olmasıdır sanırım. Sanki her partinin yine kendi önceliklerini yansıtan bir program üzerinde çalıştığı izlenimi yaratılıyor. Tabii seçimlere en fazla 6-7 ay kala bir ortak adayla mı çıkılacağı yoksa her partinin kendi adayını mı çıkaracağı, ortak aday olacaksa bunun kim olabileceği konusundaki belirsizlik de 6M’e güveni arttırmamaktadır. İktidarın Rusya ve başka ülkelerden elde ettiği ve miktarı bilinmemekle beraber çok büyük olduğu anlaşılan yardımlar sayesinde kesenin ağzını açmış olması ve seçimler yaklaştıkça tüketimi teşvik eden, halka geçici bir şekilde de olsa rahatlama duygusu verecek harcamaları arttırması sayesinde seçimleri kazanabileceği ihtimali gittikçe daha çok dile getirilmektedir. Bu izlenimin özellikle yurt dışında daha çok hissedildiğini söylemek mümkün. İşin ürkütücü tarafı Fitch adlı kredi derecelendirme kuruluşunun son Türkiye raporunda seçim neticeleri için öngördüğü üç senaryonun da bir nevi kaosa yol açacak olmasıdır.
6M’in iki büyük partisinin liderlerinin dış politika ile ilgilendikleri pek söylenemez. Ellerine geçen ve hedeflerini yabancı karşıtlarına anlatma imkanını veren fırsatları da kullanmaktan çekiniyorlar. Örneğin Almanya Dışişleri Bakanı Baerbock yaz aylarında Ankara’yı ziyaret ettiğinde üç büyük muhalefet partisinin liderleriyle görüşme arzusunu dile getirmiş, ancak bunlardan sadece HDP eş-başkanları bu daveti kabul etmiş, buna karşılık gerek CHP gerek İYİP Genel Başkanları Baerbock ile yardımcılarını görüştürmüşlerdi. Belki biri Cumhurbaşkanlığına, diğeri de Başbakanlığa talip olan bu iki lider AB’nin ve Avrupa’nın en güçlü ülkesi de olsa Almanya’nın Dışişleri Bakanının düzeyini düşük bulmuş olabilirler. Gerekçe bu ise tabii çok anlamsız zira her ikisi de şu anda hedefledikleri makamlardan bir hayli uzaktalar.
Korkarım esas görüşmeme gerekçeleri söyleyecekleri fazla bir şeylerinin olmamasıdır. Nitekim pek nadiren yaptıkları dış politika hakkındaki müdahalelerde istisnai durumlar hariç iktidarı destekler ifadeler kullanmakta, örneğin Kıbrıs sorunu, Yunanistan’la ilişkiler, NATO’nun İsveç ve Finlandiya’ya genişlemesi gibi konularda iktidarın söyleminden daha da uzlaşmaz bir tavır benimsemektedirler. Bundan birkaç yıl önce o zaman CHP Genel Başkan Yardımcısı olan eski meslektaşım Ünal Çeviköz, Ege sorunları hakkında bence makul bir belgeyi CHP adına yayınladığında parti içinde kıyamet kopmuş, Genel Başkan Yardımcılığından ve MKYK üyeliğinden alınmış ve aforoz edilmişti. Halbuki belgeden CHP Genel Başkanının haberdar olmaması mümkün değildi. Demek ki parti içindeki ulusalcı kanadın tepkisi karşısında geri adım atmak zorunluluğunu hissetmiş ve yardımcısını feda etmişti. CHP Genel Başkanının son dönemlerde ABD ve Birleşik Krallığa yaptığı ziyaretler sırasında resmi makamlarla temaslarda bulunmaktan kaçınmış olması aynı şekilde yorumlanabilir.
Tabii İYİP’in kökeni düşünüldüğünde onun uygulayabileceği dış politikanın iktidarınkinden farklı olmayabileceği akla gelmektedir. İYİP Genel Başkanının da CHP’li karşıtı gibi dış temaslardan kaçındığı görülmektedir. Bu da haliyle yabancıların muhalefetin dış politikası hakkındaki tereddütlerini izale etmeye yardımcı olmuyor.
Beklentiler çok büyük olmadığı için ilgi de düşük kalıyor. Yabancı ülkelerin Türkiye’deki muhalefet partilerine yaptıkları davetler çok nadir, kabul düzeyleri de epeyce sıradan kalıyor. Ekim ayında 6M ve HDP’nin dış politika sözcüleri Brüksel’i ziyaret ettiklerinde Türkiye’den gelen çoğu heyete yapıldığı gibi Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü ve Komisyonun Türkiye masası sorumluları düzeyinde karşılanmışlardı. Ben de bundan birkaç ay önce bir Sivil Toplum Kuruluşu heyetinin mensubu olarak Brüksel’e iki defa gittiğimde aynı düzeyde görüşmelerde bulunmuştuk. Oysa bundan 10-12 yıl önce AB nezdinde Büyükelçi olduğum dönemde CHP’nin o zamanki Genel Başkanı yılda en az bir defa Brüksel’e gelir ve Komisyonun o zamanki Başkanı ile görüşmelerde bulunurdu. Sayın Kılıçdaroğlu’nun en az on yıldır Brüksel’e gitmediği anlaşılıyor. Sayın Akşener’in Partisini kurduktan sonra gittiğini duymadım.
Tabii bizde çoğu siyasetçi için geçerli olan yabancı dil eksikliği bu tür temaslar için önemli bir handikap teşkil etmektedir. Karşıtlarıyla diyalogun tercümanlar vasıtasıyla yürütülmesinin yarattığı kısmi engele ilaveten dış dünya ile ilgili bilgileri mecburen Türk basını üzerinden gelmekte, bir yabancı siyasetçi, gazete veya tv kanalının ülkemiz hakkındaki yorumlarını ancak asıllarına ne kadar sadık oldukları belli olmayan tercümeleri vasıtasıyla takip edebilmektedirler. Bu da haliyle partilerde yabancı basını profesyonel bir şekilde takip eden birimlerin olmaması nedeniyle dünya hakkında ve dünyanın Türkiye’ye bakışı hakkında güvenilir bilgilere ve o bilgilere dayanarak sağlam izlenimlere sahip olmalarını engellemektedir.
Yabancı ülkelerin muhalefetin dış politikasına özel bir ilgi duymaması beklentilerinin çok yüksek olmadığına ve seçimlerden mevcut iktidarın galip çıkacağına kuvvetle ihtimal vermelerine bağlanabilir. Bu konuda çok fazla yayına da rastladığımı söylememem. Muhalefetin dış politika hedeflerinin genelde müphem olması, genel hatlarıyla iktidarınkinden çok fazla farklılık göstermemesi bu konuda etraflı bir araştırma yapılmasını zorlaştırmaktadır şüphesiz.
Böyle bir ortamda eski meslektaşlarım Büyükelçi Alper Coşkun ile Sinan Ülgen’in “Carnegie Endowment for International Peace” (Uluslararası Barış için Carnegie Vakfı) için hazırladıkları ve 14 Kasım tarihinde yayınlanan “Political Change and Turkey’s Foreign Policy” (Siyasi Değişim ve Türkiye’nin Dış Politikası) adlı çalışma çok değerlidir. Yazarlar Türkiye’nin karşılaştığı dış politika sınamalarının her biri hakkında üç büyük muhalefet partisinin ve onların dışında 6M mensubu bazı partilerin uzmanlarının görüşlerini teker teker alarak bunları topluca okurlarına yansıtmışlardır. Bunun başka bir yayında yapıldığına en azından ben rastlamadım.
İfade edilen görüşleri incelemeye başlamadan önce Türkiye’deki siyasi partilerin HDP dışında lider partileri olduğunu, dolayısıyla parti liderinin ağzından çıkmayan bir sözün partiyi ne ölçüde bağladığının belirsiz olduğunu hatırlamakta fayda var.
Bahsettiğim siyasi partilerin temsilcilerinin görüşlerini burada ayrıntıyla özetlemek mümkün değil tabii. Ancak benim dikkatimi çeken CHP, İYİP, Deva ve Gelecek Partisi temsilcililerinin az sayıda olmakla beraber birkaç önemli alanda iktidardan uzaklaştıklarıdır. Örneğin, CHP, İYİP ve Gelecek temsilcileri iktidarın Suriye’ye müdahale ve içişlerine karışma ve yine Suriye’de ve ayrıca Libya’da uyguladığı muayyen bir mezhebi destekleme politikasını eleştirmişlerdir. Ancak, Suriye ile ilgili diğer konularda, örneğin ABD’nin YPG/PYD ile ilişkilerine karşı çıkma konusunda HDP dışındaki muhalefet partileri iktidarı desteklemektedirler. Hatta, Suriye rejimi ile ilişkileri askıya aldığı için iktidarı eleştirmekte, diyalogun yeniden başlamasını telkin etmektedirler. Tabii mültecilerin geri dönmesini desteklemekteler, ancak bunun ne şekilde gerçekleşeceği konusunda somut ve gerçekleşebilir önerilere sahip oldukları söylenemez.
Genelde ABD ile ilişkiler konusunda muhalefet partilerinin iktidardan çok uzaklaşmadıkları görülmekte, ancak ilişkilerin normalleştirilmesi için sadece ABD’nin değil, iktidarın da bazı adımlar atması gerektiğini söylemek suretiyle sorumluluğu paylaştırma yoluna gitmektedirler. Konu hakkında görüş ifade eden İYİP ve CHP sözcülerinin S400’lerin satın alınmasını bir hata olarak yorumlamaları bana ilginç geldi. Bu görüşün daha önce dile getirildiğini hatırlamadığım gibi, muhalefet partilerinde en azından geçmişte tersi görüşle, yani S400’leri satın almanın Türkiye’nin tartışılamayacak bir egemenlik hakkı olduğuna dair görüşle sık sık karşılaştım.
AB konusunda muhalefet temsilcilerinin bir ölçüde gerçekçi bir yaklaşım içinde oldukları görülüyor. Genelde üyelik hedefine sadık kalmayı öngörüyorlar. Bir tek İYİP şartlar uygun olursa üyelik dışında başka seçeneklere bakılabileceği ihtimalini göz ardı etmiyor. Tüm sözcüler tam üyelik hedefinin gerçekleşmesinin kolay olmayacağını, ülkemizde kapsamlı reformlara ihtiyaç duyulacağını, en başta iktidarın hasır altı ettiği AİHM kararlarının uygulanması gerekeceğini kabul ediyorlar. Üyeliğin artık sadece Türkiye’nin elinde olmadığının, AB içindeki gelişmelere de bağlı olduğunun farkında olmaları dikkat çekmektedir.
Kıbrıs ve Yunanistan ile ilişkiler konusunda muhalefet sözcülerinin bir açmaz içinde oldukları dikkatimi çekti. Bir taraftan AB ile ilişkileri canlandırmak, üyelik hedefini geri getirmek gibi ilkeler öne sürüyorlar, diğer taraftan Yunanistan ile Kıbrıs’ın bu sürece koydukları engelleri ne şekilde aşacakları konusuna açıklık getirmiyorlar veya getiremiyorlar. Buna karşılık gerek CHP gerek İYİP sözcüleri Kıbrıs konusunda iktidarın ısrarla savunduğu iki devletli formülü gerçekçi bulmayıp, en azından bir süre daha BM parametreleri temelinde müzakerelere geri dönülmesini öneriyorlar.
Aynı açmazı 3 Aralık tarihinde yapılan CHP’nin “İkinci Yüzyıla Çağrı” toplantısında da müşahede ettim. CHP Türkiye’ye üç yıl içinde Batıdan 100 milyar dolar tutarında yabancı sermaye getireceğini, bunun için AB ile ilişkileri düzeltmeyi ve hatta katılma müzakerelerini başlatmayı hedeflediğini söylüyor. Aynı toplantıda CHP bu sürecin ilk şartı olan demokratikleşme ve hukuka avdet reformları vaat ediyor, ancak ikinci şart olan Kıbrıs ile Yunanistan engellerini aşmak için neler yapılacağını söylemiyor, öyle bir sorunun mevcudiyetine dahi işaret etmiyor. CHP ve 6M’in diğer mensupları engelin Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarını tatmin edecek çözümler bulunmadan aşılabileceğine inanıyorsa, süratle konu hakkında yetkili ağızlardan brifing almaları gerekir. Daha iyisi bizzat Brüksel’e lider düzeyinde ziyaretler yapıp ilk ağızdan bu konularda bilgi almaları olur. Zira Türkiye AB ile ilişkilerini içinde bulundukları çıkmazdan çıkarmadan Türkiye’ye yüklü miktarda Avrupa sermayesinin akacağını ümit etmek en azından safdilliktir. Nitekim ülkemize yılda ortalama 20 milyar dolar girdiği 2006-2008 yılları AB ile müzakere sürecinin ağır aksak da olsa ilerlediği döneme rastlamış, ilişkiler bozulmaya başladıktan sonra sermaye girişleri de süratle azalmıştır. Bugün bu ve başka sebeplerle negatiftir, yani ülkeden çıkan sermaye miktarı girenden daha fazladır.
Muhalefet sözcüleri Rusya ve Çin ile ilişkilerde Türkiye’nin başta ABD olmak üzere diğer Batılı ülkelerden ayrışmasını doğal karşılamaktalar. Bunun AB üyelik hedefi ve ABD ile ilişkilerin normalleştirilmesi hedefleriyle bağdaşamaz olmadığını düşünmeleri ilginç geldi. Zira genelde iktidar değiştiğinde eski Batı eksenli politikaya dönülmeyeceğini, Türkiye’nin Batıdan bağımsız bir politika izlemeye devam edeceğini öngördükleri anlaşılıyor. Böyle bir yaklaşımın uzun vadeli de olsa AB üyeliği hedefiyle uyumlu olacağı şüphelidir. Zira AB değil sadece üyelerinden, adaylarından dahi ortak dış politikaya bağlı olmalarını beklemektedir.
Yine de iktidarın Rusya’ya aşırı bağımlı olmasını, Çin’i de Uygur mezaliminden dolayı eleştirmemesini yanlış buluyorlar. Öyle anlaşılıyor ki iktidara gelirlerse her iki ülke ile mesafeyi açacaklar.
48 sayfayı bulan bu çalışmayı tek bir yazıda özetlemek pek mümkün değildi tabii. Gönül isterdi ki eski meslektaşlarımın önemli çalışması Türkçeye tercüme edilsin ve 6M ile HDP’den seçim öncesi dış politika hedefleriyle ilgili ayrıntılı yayınlar yapılıncaya kadar kamuoyunu aydınlatmaya yarasın. Bunun henüz yapıldığını duymadım.