Hayat yolculuğumun benim için en şükredilesi taraflarından biri, gençliğe adım attığım yıllarda Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî ile tanışmamdır. Onbeş yaşında okumaya başladığım eserleri, hayata, varoluşa ve insana dair temel sorularımla ilgili olarak sunduğu ontolojik çerçevenin yanında, yaşadığımız günlere ve toplum hayatına dair de bugüne dek izini sürmeye çalıştığım ölçüler edinmemi sağlamıştır. Abdülhamid döneminde doğmuş olup istibdatla hiçbir zaman barışmamış; daha çocuk yaştan itibaren hürriyeti, adaleti ve insanlık onurunu vazgeçilmez değerler bilip istibdadın hayatın akışı içinde karşısına çıkan bütün formlarıyla kavgalı olan bir alim… Bir yanda baharda ölen kelebekler ve solan çiçekler için gözyaşı döken rikkatli bir kalb, ama öte yandan hiçbir güç sahibi karşısında boyun eğmeyen bir cesur yürek… Bu özellikleriyle Bediüzzaman, sadece eserinden değil, karakterinden de ilham aldığım yol gösterici bir isimdir benim için.
“Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez” düsturunu ilke edinmiş, “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözünü söylemiş bir alim ve düşünür olarak Bediüzzaman’ın (1878-1960) Kur’an’a ve peygambere atıfla ortaya koyduğu tutuma ve dile getirdiği ölçülere baktığımda, bugünün dindarâne zihniyeti yüz yıl öncesine göre bir gerileme içinde gözükür bana. Mesela 111 yıl önce yayınlanan Münazarat’ında dile getirdiği görüşlerin pek çoğuna, bugün dahi Türkiye toplumu ve özellikle dindar câmia uzak haldedir. Hatta dindar câmia içerisinde en yüksek düzeyi temsil ettiği düşünülen alim, düşünür ve entellektüellerin dahi Doğu-Batı dikotomisi, karşıtlık psikolojisi ve dar ulus devlet ufku içinde bu eserde dile getirilen görüşlerin hayli gerisine düştüğü rahatlıkla söylenebilir. Halbuki, aynı tarihte ‘ulema reçetesi’ olarak içinde bulunulan şartlarda Kur’an’ı nasıl anlamalı ve yorumlamalı sorusuna cevap arayan Muhakemat isimli eserini yazan Bediüzzaman’a göre, Münazarat ise ‘avâm reçetesi’dir. Nitekim, II. Meşrutiyetin arefesine denk gelen bir zaman diliminde gittiği İstanbul’dan 1909 sonları veya 1910 başlarında ayrıldıktan sonra geri döndüğü Osmanlı Kürdistanında aşiretler arasında yaptığı sohbetlerdeki soru ve cevapları içermektedir.
Çocukluğundan itibaren varolmakla birlikte onun istibdada karşı tutumunun kıvam bulması gençlik yıllarında Namık Kemal’ın “Rüya”sını okumasıyla gerçekleşmiş; kendi ifadesiyle, bu “Rüya’yla ‘uyanmış’tır. O vakitten itibaren İslam dünyasında ‘tabaka tabaka, şube şube’ yukarıdan aşağıya her yere yayılmış istibdatlar üzerine okumalar yapan Bediüzzaman’ın, 1907 sonlarında geldiği İstanbul’da hürriyet ve meşrutiyetten yana tutum alan kişi ve oluşumlarla irtibat halinde olması anlaşılır bir durumdur. Ki ortaya koyduğu bu tutum onun önce Abdülhamid’in talimatıyla tımarhaneye, sonra Zaptiye Nazırı Şefik Paşa’nın emriyle hapse atılmasına yol açacak; Meşrutiyetin ilanı hengâmında özgürlüğüne kavuşan Bediüzzaman, o günlerin şöhretli ve cesur bir genç alimi olarak önce İstanbul’da, sonra Selanik’te meşhur “Hürriyete Hitab”ını okuyacaktır.
Ama endişeleri vardır. Meşrutiyet ilan edilmiştir, lâkin bir yanda dünün istibdat günlerinin devamını arzulayanlar perde altında faaliyettedir, öte yanda ilan edilmiş meşrutî rejimi kendi zümre oligarşilerini inşa etmek için kullanmaya çalışan çatışma halinde gruplar vardır. Bu şartlarda gazetelerde yayınlanan yazılarıyla yaptığı ikaz ve eleştirilerin yanında, hamal kahvelerine kadar giderek iş ve aş için İstanbul’u mesken tutmuş hemşehrilerini bu karışık zeminde ‘meşrutiyet aleyhine’ kullanılmaları tehlikesine karşı uyarır. (Şöhretli bir alimin hamal kahvelerinde ‘meşrutiyet ve hürriyet’ üzerine sohbet eder haldeki manzarası, gündelik hayattan ve toplumun daha alt kesimlerinden kopuk alimler ve entellektüeller için bugün de ibret verici olsa gerektir.)
Ama olanlar olur. Otuzbir Mart Olayı vuku bulur ve Bediüzzaman da bu olayda dahli olduğu gerekçesiyle hapse atılır. 1911’de Divan-ı Harb-i Örfî adıyla yayınladığı ve o gün idareye hakim olanların -karizmalarını çizdiği ve sinir sistemlerine dokunduğu için olsa gerek- ‘yasak yayın’ sınıfına sokmaya çalıştıkları bu savunma, sadece kendisinin değil, elliden fazla kişinin beraatini getirir.
Böyle bir durumla karşılaşmış olmasına rağmen Bediüzzaman meşrutiyetle ilgili görüşlerinde başka bazı isimlerde görülene benzer bir yalpalama yaşamaz; bilakis, olup bitenlerin ‘hürriyeti sû-i tefsir edenler’le ilgili olduğu tesbitiyle, meşrutiyet ve hürriyet konusundaki ilkesel tutumunu ısrarla sürdürür. Dahası, İstanbul’da ilan edilen meşrutiyete dair haberlerin doğup büyüdüğü diyarda farklı şekillerde sunulması ve buradan istibdat günlerine bir enerji devşirilmesi endişesi ile, istibdadın kötülüğü ve meşrutiyetin gerekliliği üzerine aşiretlerle sohbetler, daha doğrusu ‘münazara’lar yapar. Münazarat, işte onların özü ve özeti niteliğindedir.
1910 şartlarında dile getirilmiş olup 1911’de yayınlanmış görüşleri içeren bu eseri bir açıdan istibdat eleştirisi, bir diğer açıdan hürriyet manifestosu olarak tanımlamak mümkündür. Bütünüyle insanlık, özelde Müslüman dünya, bilhassa Osmanlı üzerine tahlillerle Münazarat, hem genel olarak insanlık durumuna, hem iman ettiği dinin esaslarına ve kaynaklarına, hem yaşanan tarihsel tecrübeye, hem de hâl-i âlemin mevcut gidişatına dair dikkatli okuma ve yorumlamalar gerçekleştiren bir düşünürün eseridir.
Eserin başında ne getirdiğini soranlara İstanbul’dan müjde getirdim diyen Bediüzzaman, bu müjdeyi takip eden istibdat nedir, meşrutiyet nedir sorusuna ise özetle şu cevabı verir:
“İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir.”
Yani istibdad tahakküm ile iradeleri baskılamakta, herkesin kanun önünde eşitliğini ve hesap verilebilirliği ortadan kaldırdığı için keyfî muamelelere yol açmakta, gücü elde tutanın zor kullanmasına fırsat tanımakta, bir adamın görüşünü bütün bir toplumun önüne ve üstüne koymakta, böylece kötüye kullanılmaya gayet müsait bir zemin oluşturarak zulümlere yol açmakta ve insaniyeti mahvetmektedir. Devamında dile getirdiğine göre ise, İslam dünyasının maddî ve fikrî gerileme dahil dünden bugüne yaşadığı bütün olumsuzlukların bir şekilde istibdatla ilgisi vardır.
Meşrutiyet ise, dayanağını meşvereti ve şûrâyı emreden âyetlerden alan nuranî bir vücudu andırır ona göre. “O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisânı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.” Ancak ondaki ulvî hisleri uyandıran, iradesini harekete geçiren meşrutiyet iledir ki, insan hayvanlıktan ve esaretten kurtulup gerçekten insan olabilir.
Devamla meşrutiyet için “İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız” der Bediüzzaman. İstibdat rejimlerinde herkesin kendisine bağlı olduğu tek adamın ‘bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan’ tek görüşünün yerini, meşrutiyetle sarsılmaz bir demir direk, kırılmaz bir elmas kılıç gibi olan kamuoyu alacaktır diye de ekler.
Bu tesbitlerle ilerleyen Münazarat’ın belki en dikkat çekici taraflarından biri, dindar kesime bugün de hakim olan ‘öğrenilmiş acizlik’ ve ‘üretilmiş süreğen mağduriyet’ söylemlerine itibar etmeden hem düne dönük samimi bir özeleştiriyi hem de bugüne dair rasyonel bir gözlemi içeriyor olmasıdır. “Batı şöyle, dış güçler böyle, içimizde hainler var, o yüzden böyleyiz” diye ilerleyen bir söylemin Münazarat’ta karşılığı yoktur. Batılı güçlerin hegemonik tutumları, sömürgecilikleri ve bu uğurda işledikleri zulümlerden Bediüzzaman elbette haberdardır ve bunlara karşı elbette keskin bir muhalefeti vardır. Ama bu durum, öte yandan Batının kendi içinde çatışa çatışa, mücadele ede ede, ama aynı zamanda konuşa konuşa geliştirdiği demokrasi, hukuk devleti, kanun hâkimiyeti, kuvvetler ayrılığı gibi değerleri gözardı etmeyi gerektirmez. Bilakis, Osmanlıya meşrutiyetin gelişi ve Osmanlı topraklarındaki sayıları hiç de azımsanmayacak orandaki gayrimüslim unsurlara meşrutiyetle sağlanan eşit vatandaşlık hakları, Batılı güçleri Müslüman topraklarındaki sömürgeciliğine son vermeye zorlama yönünde bir ‘ahlaki üstünlük’ sağlayacaktır. Öte yandan, ister Doğuda olsun ister Batıda, emperyal yönetimler ve istibdat rejimleri doğal ömürlerinin sonuna gelmiş ve ölüme yaklaşmış gözükmektedir. Çünkü entropi diye bir gerçek vardır; güç, zaman geçtikçe zayıflar ve sonra tamamen söner.
Tam da burada “Şu meşrutiyet, büyüklerimizi, beylerimizi kırdı” cümlesiyle başlayan bir soruya cevaben, şu gerçekçi tesbiti yapar Bediüzzaman:
“Mânen her bir zamanın bir hükmü ve hükümrânı vardır. Sizin ıstılâhınızca, o zamanın makinesini çeviren bir ağa lâzımdır. İşte, zaman-ı istibdadın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî olsa idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrutiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası haktır, akıldır, mârifettir, kanundur, efkâr-ı âmmedir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezâyüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ hükûmetleri inkırâza mahkûm olup, asr-ı hâzır hükûmetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar.”
Yani, Orta Çağda devletler, krallıklar, saltanat rejimleri güce dayanıyordu. O zaman-ı istibdatta egemen olan kuvvetti. Kimin kılıcı keskin, kalbi katı ise, o yükseliyordu. Ama dünya da, insanlık da, devir de değişmiş ve iyi ki değişmiş haldedir. İnsanlığın yüzü istibdat rejimlerinden demokrasilere doğru yönelmiş durumdadır ve bu yeni zamanın ruhu, kuvveti, hakimi, ağası kuvvet değil haktır, his ve heves değil akıl ve marifettir, kanundur ve kamuoyudur. Dün olanın aynısı bugün artık olamayacaktır. Dün kılıcı keskin, kalbi katı olan yükselirken bugün ancak aklı keskin, kalbi parlak olan yükselecektir. Çünkü, ilim yaşını aldıkça çoğalır, ziyadeleşir; kuvvet ihtiyarladıkça azalır, noksanlaşır. Dolayısıyla, kuvvete dayanan Orta Çağ hükûmetleri çökmeye mahkumdur. Çökmek istemeyen, ilme dayanmalı ve istibdadı terk ile meşrutiyete adım atmalıdır. Dünün muktedirlik simgesi emperyal rejimleri ve istibdatlar birer birer çökecek; ortak akla, kamuoyuna, uzlaşmaya ve ilme dayanan demokratik hükûmetlerin ise binlerce yıldır yaşadığı söylenen Hızır misali bir ömrü olacaktır.
O sözün söylendiği 1911’de varolup bugün artık yerinde yeller esen rejimlere yahut o gün varolup bugün de varlığını koruyan yönetimlere bakılırsa, bu tesbitteki isabet herhalde görülecektir.
Buradan, sözü hemşehrilerine çevirip, sorularına cevap olarak şöyle der Bediüzzaman:
“İşte ey Kürtler! Sizin bey ve ağa, hatta şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinad ile kılınçları keskin ise, bizzarûre düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar. Eğer akla istinad ile, cebr yerine muhabbeti istimâl ve hissiyâtı, efkâra tâbî ise, o düşmeyecek, belki yükselecektir.”
Bakılsa, bu, sadece o gün aşiretler arasında seyahat ederken Bediüzzaman’ın muhatabı olan Kürtlerin değil, Kürdü ve Türküyle bu topraklarda herkesin gerçeği… Bey, ağa ve şeyh tiplemesinin gösterdiği üzere, otoritesini ister bürokratik, ister geleneksel, ister dinî alan üzerinden inşa etmiş olsun farketmez, kim bir tahakküm ilişkisi inşa ediyor, karizmasıyla ve gücüyle otoritesini sürdürmeye çalışıyorsa, bunu bu şekilde sürdürmenin imkânı artık gözükmüyor. Yaşanan gerilim, sürdürülen kutuplaşma, giderek artan ve her üç alanda birbirine omuz veren otoriterleşme eğilimleri de esasen tam da bu tıkanmaya verilmiş çaresiz bir ‘ömür uzatma’ tepkisi niteliğinde. Halbuki, gücün özelliği bu; entropiye maruz olmak, zaman geçtikçe dağılıp çözülmek, zayıflayıp sönmek ve yok olmak. Bu sebepledir ki, “Bizzarure düşeceklerdir” diyor Bediüzzaman. Ama kim hissiyata oynamak yerine akla dayanır, otoritesini zora değil rızaya dayandırır, asabiyet ve öfke gibi duygulardan medet ummak yerine duyguları düşüncenin emrine ve hükmüne tâbi kılar ise, ancak o düşmeyecek, bilakis böyleleri daha da yükselecektir.
111 yıl önce varolup bugün çöküp gitmiş istibdat rejimleri; o gün de, bugün de varlığını sürdüren demokrasiler…
Zora dayanarak bir süre ayakta kalabilenler, ortak akla dayanarak ilerleyenler…
Dünyanın en ileri ülkelerinin dayandığı zemin, geride kalmış olanların dayandığı zemin…
Bu tablolar eşliğinde bakıldığında, Bediüzzaman’ın insanlığın gidişatını ve geldiği yeri, bu bağlamda meşrutiyetle kazanılan fırsatı çok iyi okuduğu görülüyor.
Bugünün dindarları, özellikle de uleması ve entellektüelleri 111 yıl sonra aynı okumayı yapabiliyorlar mı, şüpheliyim.
Ama şu bir gerçek: Kim kuvvete dayanıyor ve kılıcının keskinliğine güveniyorsa, “bizzarûre düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar.”
Güce yaslanan, çöker. Güce yaslananın kaderi budur!