Geçen ay bir toplantı için gittiğim Berlin’de “Terörün Topoğrafyası” sergisini ziyaret etme imkânı buldum. Berlin’de, Duvar’ın halen varlığını koruyan yıkıntılarının hemen yanı başında, Nazi rejiminin terör kurumlarının toplandığı muhitte 2010’da açılan Terörün Topografyası Dokümantasyon Merkezi’ndeki sürekli bir sergi bu.
“Terörün Topoğrafyası”, 1933 ile 1945 yılları arasında Nazilerin işkence, takip ve terör kurumlarının (Gestapo, SS, Reich Güvenlik Baş Dairesi, vb.) yer aldığı alanı ifade eder. 1920’lerde bu bölgedeki otellerde parti toplantılarını yapan Hitler ve arkadaşları, 1933’te iktidarı ele geçirdikten sonra terör kurumlarının genel merkezini buraya taşırlar.
Müttefikler, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, 12 yıl boyunca terörün yönetildiği ve koordine edildiği bu alanı bombardımana tutarlar. Karanlık geçmişi geride bırakmak için Nazilerin bu terör merkezi tamamen yıktırılır. Ancak 1960’larda Nazi yargılamalarının ivmelendirdiği “geçmişle yüzleşme” tartışmaları ile birlikte, bu alan kamusal bilince avdet eder.
Tabii, Nazi vahşetinin hatırlanması Almanların bir kısmını rahatsız eder; kimi geçmişin büyük günahlarının deşilmesinin, kimi de faillere odaklanıp onları hatırlatmanın kimseye bir yararının olmayacağını savunur. Lakin bizatihi Gestapo’nun işkence tezgâhlarından geçmiş mağdurlar buna yüksek sesle karşı çıkarlar ve geçmişi tamamen unutmaya terk etmeyi savunan yaklaşıma geri adım attırırlar.
Belgelerdeki çıplak terör
Böylece ilk defa 1987’de, bu mekânın tarihi ve burada işlenen insanlık dışı suçlarla ilgili bir sergi düzenlenir ve bir dokümantasyon çalışması başlar. Çeyrek asra varan çalışmaların ardından Mayıs 2010’da Terörün Topografyası Dokümantasyon Merkezi açılır. Merkez’in başlıca iki amacı vardır: Birincisi, Nazi terörünün arka planı hakkında bilgi vermek, ikincisi hem 1933-1945 dönemi hem de 1945 sonrası dönemle ilgili tartışmaları teşvik etmek.
Terörün Topoğrafyası’nda sergilenen resmi evraklar, mektuplar, gazete sayfaları, fotoğraflar, Hitler ve Goebbels’in ses kayıtları vb. dokümanlar, anılan dönemdeki zulmün büyüklüğüne tanıklık eder. Nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmek için takip ettikleri yol, terör kurumlarının üstlendikleri işlevler, iktidarın dost-düşman ayrımı ve düşman bellenenlerin maruz kaldığı maddi ve manevi acılar, Nazilerin işgal ettikleri bölgelerin halklarına tatbik ettikleri terör, tüm çıplaklığıyla belgelere yansır.
Her bir belge, gerek Almanya’nın gerekse Nazi rejiminin hâkimiyetine giren diğer yerlerin nasıl bir cehennemden geçtiğini gözler önüne serer.
Sergi, her gün yüzlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor. Ben sergideyken, kalabalık bir liseli genç grup da ordaydı; Nazi terörünün koridorları arasında birlikte dolandık. Hocaları, her bir dokümanın önünde duruyor, hararetle onun ne manaya geldiğini anlatıyor ve öğrencileriyle sıkı bir şekilde tartışıyordu. Nazilerin terör karargâhlarını tanıttığı gençlere; bunun salt geçmişe değil, bugüne ve geleceğe bakan yönlerinin de olduğunu, dolayısıyla sorgulayıcı bakışlarını yalnızca geçmişe değil bugüne ve geleceğe de tutmak zorunda olduklarını söylüyordu.
“Asimilasyon okulu, kişiliksizleştirme laboratuvarı”
İnsan böyle mekânları hep zihninde ülkesi ile birlikte geziyor. Sergiyi “Türkiye’de böyle bir merkez, müze ve sergi yapılacak olsa, acaba nereye yapılmalı?” sorusuyla meşgul bir şekilde dolaşırken, aklımda hep Diyarbakır 5 No.lu Cezaevi vardı. Çünkü burası bir cezaevinden çok daha fazlasıydı; devlet terörünün en azgın halinin insanlar üzerinde acımasızca denendiği bir kıyım makinesiydi.
“Dünyanın gelmiş geçmiş en kötü 10 cezaevinden biri” olan 5 No.lu, o cehennemden geçenlerin ifadesiyle, “sadece basit bir işkence merkezi” değildi, “aynı zamanda siyasal-sosyal bir deney merkezi, insanların kimliklerinin yok edilip, teslim alınmak üzere kurulmuş asimilasyon okulu, şiddetle beslenen özel bir kişiliksizleştirme laboratuvarıydı…”
Birçok insana mezar olan, birçok insanın hayatında da kapanmayacak derin yaralar açan bu cezaevi, 20 Ekim 2022 tarihinde boşaltıldı ve Adalet Bakanlığı’ndan alınarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredildi. İktidar, buranın bir müze yapılacağı taahhüdünde bulundu. Değerli bir adım bu!
1980-1984 arasında o cezaevinde yatıp yapılan vahşetin kurbanı, mağduru ve şahidi olanlar da, bu adımın heba olmaması için “5 No.lu Cezaevi Hafıza Müzesi Girişimi” adı altında bir araya geldiler. 3 Ocak günü bir basın açıklaması yapan Girişim, 5 No.lu’nun müze yapılması süreciyle ilgili taleplerini dört maddede dile getirdiler:
- Cezaevi binası, fiziki değişiklik yapılmadan, 80-84 yıllarındaki durumuna uygun hale getirilsin.
- Cezaevinde duvar yazıları, resimler o günkü atmosfere uygun olsun, görsel ve işitsel efektlerle desteklensin.
- Cezaevinde işkence sonucu öldürülen ve hayatlarını kaybedenlerin isimleri, öldükleri tarih ve yerlere yazılarak tespit edilsin.
- Müze materyallerinin toplanmasında, Adalet Bakanlığı ve Kültür Turizm Bakanlığı bizlerle ortak çalışma yürütsün.”
Gerçekten de 5 No.lu, öyle alelade, dostlar alışverişte görsün kabilinden bir “müze” olmamalı. Aceleye getirilmemeli, üzerinde çok iyi düşünülmeli, ince elenip sık dokunmalı. Kamusal bir tartışma yürütülmeli, mekânın düzenlenmesi bir bürokratik akla ve çizime teslim edilmemeli, tarihi anlamına uygun bir mekân tasarımı için uluslararası bir yarışma düzenlenmeli ve bütün bu aşamalarda mağdurların aktif bir özne olarak süreçte yer almaları sağlanmalı.
Hülasa Türkiye’de devlet terörünün bir topoğrafyasının çıkarılmasına 5 No.lu’dan başlanmalı. 5 No.lu, memleketin yakın tarihiyle ve bilhassa 12 Eylül terör devletiyle yüzleşmesini ve o yapının detaylı bir tahlilinin yapılmasını sağlayacak ağırlıkta bir müze olarak tanzim edilmeli.